18.03.2019

Günün Afişi: Once Upon a Time in Hollywood



Bugünün afişi Tarantino'dan... Üstadın yeni filmi "Once Upon a Time in Hollywood" bu yaz gösterime girecek. Afişinde Brad Pitt ile Leonardo DiCaprio'yu gördüğümüz filmde ayrıca Margot Robbie, Al Pacino, Damian Lewis, Dakota Fanning ve yakın zaman önce hayata veda eden Luke Perry de var. Fragmanı bu hafta içinde görücüye çıkacak film 26 Temmuz'da vizyona girecek.

Günün Filmi: Lady J



Bugünün filmi Fransız yapımı bir drama... Orijinal adı "Mademoiselle de Joncquieres" olan ve Fransız sinemacı Emmanuel MOuret'nin imzasını taşıyan "Lady J" ünlü Fransız düşünür ve yazar Denis Diderot'nun "Kaderci Jacques ve Efendisi" adlı eserinden sinemaya uyarlanmış. Hikâyeyi ve bu eserden daha önce sinemaya uyarlanmış filmi bilenler için bazı kısımları biraz sıkıcı gelebilir belki ama hem finali hem de filmin bütününe yayılan yalın anlatımıyla amacına ulaşmayı bilen bir film.


1945 yılında Robert Bresson'un çektiği "Les Dames du Bois de Boulogne" adlı filmi izlemiş olanlar için anlatmaya bile gerek yok ama izlemeyenler için bir özet geçersek, çapkınlığıyla ünlü Marki des Arcis (Edouard Baer) uzun uğraşlar sonucu elde ettiği Markiz de la Pommeraye (Cecile de France) ile aşk yaşamaya başlar. Ne var ki herkesin de tahmin ettiği üzre aşkı kısa zamanda solup gidecek ve Markiz ondan intikam almak için şeytani bir plan yapacaktır. Bu plan onu bir hayat kadınıyla evlendirmektir.


Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: Robert Bresson ilk filmlerinden biri olan "Les Dames du Bois de Boulogne"'u hiç sevmediğini ve çekmemiş olmayı dilediğini belirtmişti yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide. Gerçekten de Bresson'un önemli filmleriyle karşılaştırıldığında hem onun tarzından uzak hem de zayıf bir filmdir. Mouret'nin filmi ise belki onun filmografisinde önemli bir yer tutacak denli iyi. hem Cecile de France'ın farklı halet-i ruhiyeleri ustalıkla yansıttığı oyunculuğu, hem de senaryonun doğrudan konuyu işleyen ve fazla süslemelerden kaçınan sade yapısı "Lady J"in lehine işleyen özellikler. Kostümlü dramalarda zaman zaman karşımıza çıkan ağdalı üslubun bu filmde görülmemesi ise bir başka avantaj. Doğrusu ilk filmin finalini net olarak anımsaymadım ama Mouret'nin finalindeki eleştirel bakışı fazlasıyla beğendim ve ahlakçı toplumun ikiyüzlülüğünü sergilemesi açısından önemli buldum. Netflix üzerinden izleyebileceğiniz "Lady J"i rahatlıkla önerebilirim.

Filmin Notu: 7/10

3.02.2019

Günün Filmi: Anna and the Apocalypse



Bugünün filmi bir zombi müzikali... Türler arasında gezinen "Anna and the Apocalypse" unutulmaz bir film değil belki ama hedeflediği şeyi hakkıyla yapan ve kesinlikle eğlendirmesini bilen matrak bir yapım.


İlk gösterimini 2017'nin Eylül'ünde Fantastic Fest'te yapan İskoç yapımı "Anna and the Apocalypse" bir teenage zombi müzikali. Ve aynı zamanda bir noel komedisi. Filmin baş kahramanı Anna lisenin son yılını okuyan ve bir sonraki yıl üniversiteye başlamak yerine babasından gizli dünyayı gezme planları yapan bir genç kız. Annesi yıllar önce ölmüş ve babasıyla beraber yaşamaya alışmış kızımızın okulun tuhaf tiplerinden oluşan küçük bir de arkadaş grubu var, her teenage komedisinde olduğu gibi. Bir de durup durup "Grease" (ya da "Glee") misali şarkı söyleyip dans etmeye başlıyorlar ki, hiç de fena kurgulanmamış sahneler var bu anlamda. Bütün bunlara bir de yaşadıkları kasabaya musallat olan bir hastalık yüzsünden zombiye dönüşen insanlar eklenince ortaya kıyamet gibi film çıkıyor (iyi anlamda).


İyi bir zombi filmini piyasadaki vampir filmlerinin birçoğuna tercih ederim. Hele ki "Twilight" serii gibi vıcık vıcık romantik filmlerdense bol kanlı ve kendinden mizahlı (kabul edelim ki, zombiler her zaman biraz komikler, bazen çok komikler) zombi aksiyonları her zaman yeğdir. Üstelik bu kez bir de müzik ve dans var ("Thriller" kadar ustaca olmasa da...). John McPhail'in yönetmen koltuğunda oturduğu ve şapşal noel kazakları, klişe okul tiplemeleri (gösteriş meraklısı salak sporcu genç, hırslı müdür yardımcısı, silik romantik genç, aksi lezbiyen kız...), ağır ağır hareket eden ama bir kez ısırdı mı adamı zombiye çeviren yürüyen ölülerle dolu film belki türe (en azından zombi türüne) bir yenilik getirmiyor ama sunduğu lezzetli fusion ile en azından ümit vaad ediyor. Başrolünde Ella Hunt'ın ışıl ışıl parladığı ve büyüme sancılarının zombi metaforuyla yedirildiği "Anna and the Apocalypse" salonlara gelir mi bilemem ama bulduğunuz yerde, arkadaş grubunuzla izlemeniz tavsiye edilir, eğlenmek dışında fazla bir beklentiye kapılmadan.

Filmin Notu: 7/10

1.02.2019

Günün Filmi: Dark Money



Bugünün filmi politik bir belgesel... Kşmberly Reed'in yazıp yönettiği "Dark Money" siyaset - para ilişkisini irdeleyen ve özellikle Montana eyaletindeki bir yerel seçim ekseninde konuyu ele alan bir yapım.


Oscar ödüllerinde Belgesel dalında uzun listeye kalan ve son beşe giremeyen "Dark Money" 1912'den beri var olan ve şirketlerin seçim kampanyalarına bağışta bulunmalarını engelleyen bir yasanın 2010'da Yargıtay'da bozulması üzerine başlayan süreci mercek altına alıyor ve bu duruma karşı çıkan tek eyalet olan Montana'ya yoğunlaşıyor. Filme adını veren Dark Money yani Kara Para ise bir takım şahıs veya şirketlerin seçilmesini istemedikleri adaylar için düzenlenen yalan yanlış karalama kampanyaları için bazı sahte STK'lara para vermeleriyle oluşan pratiğin bir sonucu. Kimberly Reed'in belgeseli birkaç farklı yoldan ilerliyor ve bağımsız araştırmacı gazeteci John Adams'ın da işe girmesiyle bir noktadan sonra yola onunla ve filmin merkezindeki davanın avukatıyla kol kola devam ediyor.


Filmin yer yer fazlasıyla karmaşıklaştığını ve işlediği konulara yabancı izleyicileri kolaylıkla kaybedebileceğini belirteyim. Böyle konuları kendine has üslubuyla, mizahı da etkili bir biçimde kullanarak herkesin anlayabileceği bir dille anlatan Michael Moore muhtemelen bu kadar karmaşık bir iş çıkarmazdı ortaya ama Kimberly Reed zor yolu tercih etmiş ve bütünlüklü bir manzara adına kolay anlaşılabilirliği feda etmiş. Yine de politika sahnesindeki yozlaşmanın ve sermayenin neden, nasıl politikayı kontrol etmeye çalıştığının iyi bir yansıması var filmde.

Filmin Notu: 7/10 

31.01.2019

Günün Filmi: Animas



Bugünün filmi İspanyol yapımı bir korku... Netflix yapımı "Animas" psikolojik derinliğiyle dikkat çeken, teknik anlamda özenli bir çalışmanın ürünü olsa da son tahlilde hedefi ıskalayan bir film.


Çocukluktan beri yakın arkadaş olan Alex ve Abraham'ın ilk gençlik yıllarında hayatla olan duygusal ve psikolojik meselelerine odaklanan "Animas" karanlık atmosferi ve göstermeden inşa ettiği gerilimiyle sağlam bir başlangıç yapıyor. Bir yandan korku sinemasının önemli örneklerine göndermeler (en barizi "The Psycho"nun duş sahnesi örneğin) yapan bir yandan da baş karakterlerinin post teenage döneme dair zorlu durumlar karşısındaki tepkileri üzerinden hikâyesini kurgulayan film ilk yarısında (hatta 3'te ikisinde) ortaya koyduğu ipuçlarını toparlamakta zorlanıyor doğrusu ve finalde fazla tanıdık bir noktaya savrulup (söylemiyorum elbette) etkisini kaybediyor. Oysa Argento'yu anımsatan ve her katının insan bilincini temsil ettiği ev metaforu gibi detaylar hiç de fena değil (demişken, acaba küçük kızın giydiği, üzerinde "yellow" yazan sweat-shirt de Argento üzerinden bir "giallo" göndermesi mi diye merak ediyor insan).


Laura Alvea ve Jose F. Ortuno ikilisinin yönettiği filmde başrolleri Clare Durant (Alex) ve Ivan Pellicer (Abraham) paylaşıyor. Doğrusu biraz daha iyi bir senaryoyla ve daha güçlü bir hayalgücüyle atmosferini destekleyebilseymiş bu yılın korku sineması adına güzel bir keşif olabilirmiş "Animas".

Filmin Notu: 6/10

29.01.2019

Günün Filmi: Leyla Gencer La Diva Turca



Bugünün filmi yerli bir belgesel... Opera dünyasının 20. yüzyıldaki en büyük yıldızlarından Leyla Gencer'in hayatını konu edinen "Leyla Gencer La Diva Turca" bizde örneği ne yazık ki fazla olmayan ve üzerinde ciddi emek sarf edildiği anlaşılan bir belgesel.

Zeynep Oral, Milano'daki La Scala Operası'nın önünde, Gencer anısına açılan serginin afişiyle

Metnin ve senaryosunu Zeynep Oral'ın kaleme aldığı "Leyla Gencer La Diva Turca" artık aramızda olmayan Leyla Gencer'in ölümünün 10. yılında çekimlerine başlanan ve geçen hafta ilk kez izleyici karşısına çıkan bir belgesel. İlk gösterim sonrası uzun alkışlarla karşılanan filmin yönetmen koltuğunda ise Metin Selçuk oturuyor. Belgeselin kurgusu büyük ölçüde Leyla Gencer'in hayatını kronolojik olarak izleyiciye aktaracak şekilde tasarlanmış ama yine de zamanda kimi ileri geri atlamalarla belli bir dinamizm de kazandırılmış. Leyla Gencer'in çokça fotoğrafının ve daha önce Nebil Özgentürk'ün çektiği (ki orada da söyleşiyi Zeynep Oral yapmış) bir başka belgesele ait söyleşi görüntülerinin kullanıldığı filmde hem Türkiye'den hem de dünyadan önemli otoritelerin görüşleri de yer alıyor. Tabii Gencer'in kimi dostları ve onunla yolu kesişmiş genç operacılar da var filmde.


Leyla Gencer'in dünyasına kapsamlı bir bakış atan ve onun kariyerini neredeyse adım adım irdeleyen filmde çok önemli unsurlardan biri de müzik elbette. Zaman zaman sadece Leyla Gencer'in sesinin büyüsüne kapılıp bambaşka alemlere gidiyorsunuz, yalan değil. Hele finalde Leyla hanımın yaşlı gözlerle dinlediği arya olağanüstü etkileyiciyi. Şunu da belirtmekte fayda var belki: Biyografik belgeseller son yıllarda daha çok görüntü, daha az dış ses ve metin kullanılarak yapılıyor ve bunların iyi kotarılmış olanları gerçekten çok etkileyici olabiliyor (örneğin Amy") Buradaki durum ise öyle değil, filmin başından sonuna bir anlatı var ve bazı yerlerde kullanılmış görüntüler dışında çoğunlukla dış ses izleyiciye eşlik ediyor. Bunu Leyla Gencer'in fotoğraflar dışında elde çok az görüntüsünün olmasına bağlıyorum. Bir başka sebebi de bir pop yıldızı kadar tanınan bir figür olmadığı için biraz da metin desteğiyle Leyla Gencer'in spot ışığı altına alınmak istenmesi olsa gerek. Neyse ki Gencer'i en iyi bilen isimlerin başında gelen Zeynep Oral bu işi üstlenmiş de ortaya bir hayli lezzetli bir iş çıkmış. Halit Ergenç'in dış seslerini üstlendiği filmin İstanbul Film Festivali'nde de gösterileceğini hatırlatayım da izlemek isteyenler kaçırmasın.

Filmin Notu: 8/10


28.01.2019

Günün Filmi: Polar



Bugünün filmi grafik roman uyarlaması bir aksiyon... İşinde usta bir kiralık katilin kendi hayatını kurtarmak için savaşmasını anlatan "Polar" benzerlerini son yıllarda defalarca izlediğimiz filmlerden biri.


Kara Kayzer adıyla nam yapmış Duncan Vizla son derece profesyonel ve buz gibi soğukkanlı bir kiralık katildir. çalıştığı kiralık katil acentasında uygulanan bir kural gereği 50. yaşına girdiği gün emekliye ayrılacaktır. Bilmediği şey ise şirketin başındaki Blut adlı sadist adamın 50 yaşına giren tüm ajanları öldürdüğü ve emeklilik paralarını cebine attığıdır.


Başroldeki Mads Mikkelsen'in karizmasına ve gitgide artan ününe yaslanan "Polar" akla John Wick'i getiren bir konuya sahip ama hem aksiyon sahnelerinde onun kadar iyi değil hem de içine enjekte edilen vicdani çelişkileri doğru dürüst işlenmemiş. Çektiği video kliplerle piyasada kendine sağlam bir yer edinen Jonas Akerlund'un yönettiği ve Mikkelsen'e başrolde Vanessa Hudgens'ın eşlik etiği filmde en son "Asher"da küçük bir rolde izlediğimiz Richard Dreyfuss da var. Burada da küçük bir rolde yine ilginç bir tipleme çiziyor ama neden ısrarla böyle düşük kalite aksiyonlarda oynuyor onu anlamak zor. Bir grafik roman uyarlaması olan ve çizgi roman severlerin bir şekilde iltifatla karşıladığı "Polar"ın fanatikler dışında kimsede herhangi bir iz bırakacağını sanmam ama devamı da çekilebilir gibi bir finalle sona erdiğini de söylemek lazım.

Filmin Notu: 4/10

27.01.2019

Günün Filmi: Time Freak



Bugünün filmi bilim-kurgu soslu bir gençlik komedisi... Kendi icadı olan zaman makinasını aşık olduğu kızla ilişkilerini düzeltmek için kullanan bir gencin başından geçenleri anlatan "Time Freak" romantik komedi türünün sıradan bir örneği olmanın ötesine geçemiyor.


Türkiye'de "Zaman Yolcuları" adıyla iki gün önce vizyona giren "Time Freak"in baş karakteri Stillman (Asa Butterfield) filmin ilk sahnesinde sevgilisi tarafından terk edilir. Bu durumu tersine çevirmek isteyen delikanlı elindeki bir kumandayla zamanı geri alır ve sevgilisinin ayrılma isteğine her defasında farklı bir yanıt vererek trülü yollar dener ama başaramaz. Deha derecesinde zeki bir genç olan ve kendi geliştirdiği formüllerle bir zaman makinası inşa eden Stillman çareyi daha da geri dönerek ilişkilerinin her aşamasında yaptığı hataları düzeltmeye karar verir. Bakalım bu çabası kaderin önüne geçebilecek midir?


Stillman'ın aşık olduğu Debbie rolünde "Game of Thrones" dizisinin Sansa Stark'ı olarak tanınan Sophie Turner'ı izlediğimiz film ne yazık ki zaman makinası esprisini çok da etkili şekilde kullanamıyor. Zaman yolculuğu meselesi muhtemelen nsanlığın en büyük hayallerinden biri olsa gerek. Edebiyatta ve sinemada türlü versiyonu denenmiş bu fantazinin gerçekten çok iyi olanları var; örneğin "Primer" ve "About Time" gibi. Elbette "Back To the Future gibi unutulmaz bir eğlenceliği de örmezden gelemeyiz ama "Time Freak" tüm bu kanona yeni bir şey eklemiyor kanımca. Yönetmen Andrew Bowler'ın 2011'de Oscara'a aday gösterilen kısa filminden hareketle çekilen film belli ki kısa formatta daha anlamlıymış zira uzun filme dönüşürken özellikle senaryosu zayıf kalmış. "Eternal Sunshine of the Spotless Mind"a benzetenler de var filmi ama ne yazık ki ne anlatımı ne kurgusu ne de oyunculukları kıyas kabul etmez, zorlamamak lazım. Hitap ettiği teenage kitlesinin hoşça vakit geçireceği bir film olabilir belki, emin değilim, ama türün vasat örneklerinden biri olduğunu söyleyebilirim.

Filmin Notu: 6/10

26.01.2019

Günün Filmi: Filmworker



Bugünün filmi sinemanın içinden bir belgesel... Stanley Kubrick'in yıllarca asistanlığını yapmış Leon Vitali'yi odağına yerleştiren "Filmworker" sinema dünyasının görüp görebileceği en ilginç ilişkilerden birini gözler önüne seriyor.

Leon'un yanındaki Kubrick bebeğine dikkat!

Ne yalan söyleyeyim Tony Zierra'nın yönettiği "Filmworker"ı izleyene kadar Leon Vitali adını duymamıştım. Elbette bu ismi görmüş ve kesinlikle kendisini izlemiştim--zira "Barry Lyndon'da hiç de azımsanmayacak bir rolde oyunuyor kendisi ve muhakkak ki jenerikte adını okuyup unutmuşum--ama demek ki zihnimde hiç yer etmemiş. Kubrick'e genç yaşlarından itibaren çok hayran olduğunu gizlemeyen Vitali en büyük hayalinin onunla çalışmak olduğunu söylüyor filmde bu hayalinin de "Barry Lyndon"daki rolü kapmasıyla gerçeğe dönüştüğünü anlatıyor. Aslında oynadığı rol (Lord Bullington) çok küçükken Kubrick onu beğenince rolünü büyütmüş ve Vitali neredeyse tüm çekim süresince sette bulunmuş. Ondan sonra da Kubrick'in asistanlığını yapmaya başlamış ve oyunculuk kariyerini bir kenara atmış. Kubrick ölene kadar da onun yanında kalmaya devam etmiş. İlginç bir şekilde Kubrick'le olan bağı usta yönetmenin ölümünden sonra da sürmüş ve ne zaman yeni bir DVD ya da BluRay yapılsa, ne zaman Kubrick'in bir filmi restore edilmek istense hep Leon Vitali devreye girmiş.


İlk gösterimini 2017 yılında Cannes Film Festivali'nde yapan "Filmworker" Ryan O'Neal, Matthew Modine, R Lee Ermey gibi Kubrick filmlerinde canlandırdıkları rollerle hatırlanan oyuncular başta olmak üzere birçok önemli tanıklığa yer veriyor. Hatta "The Shining"in küçük Danny'si Danny Lloyd bile ilk kez bu film için kamera karşısına geçerek anılarını paylaşıyor. Leon Vitali'nin Danny rolünü oynayacak çocuğu bulmak için yaptığı hummalı araştırmanın bunda büyük payı olsa gerek. Ama onun da ötesinde, Zierra'nın Cineaste dergisinde verdiği röportajdan öğrendiğimiz kadarıyla hemen herkes Leon'un değerini teslim ediyor ve onun için seve seve kamera karşısına geçiyor. Sadece birkaç büyük yıldız hariç diyor Zierra ve ekliyor: "Onlar için bir asistan hakkında konuşamayacak kadar büyüktüler sanıyorum". Bu kişilerin adlarını da vermiyor ama okur okumaz aklıma Tom Cruise ve Nicole Kidman'ın geldiğini söylesem yalan olmaz elbette.

Leon Vitali (solda) ve The Shining'in küçük yıldızı Danny Lloyd

Filmde Matthew Modine'in Leon Vitali için söylediği bir şey var ki, iki adamın kaotik ve zaman zaman usta-çırak, zaman zaman da köle-efendi ilişkisini andıran ve daha çok Leon'un koşulsuz sadakatiyle şekillenen beraberliklerinin sonuçlarını güzel özetliyor. Kubrick'in işleri için kendisini feda ettiğini (hatta tam onun deyimiyle "çarmıha gerdiğini") söylüyor Modine. Leon'un bu sözlere yorumuysa son derece alçakgönüllü: "Ben kahraman olarak taptığım birinin yanında bulunmaktan mutluydum." Yine de insan düşünmeden edemiyor... Acaba Vitali asistanlık yapmak yerine oyunculuğa devam etse büyük bir yıldız olabilir miydi? Öte yandan daha mı mutlu olurdu bu şekilde, bilemiyorum.

Filmin Notu: 8/10

25.01.2019

Günün Filmi: Creed 2


Bugünün filmi uzun soluklu bir serinin en yeni halkası... 40 yılı aşkın bir süredir aralıklarla devam eden ve toplamda 8 filme ulaşan "Rocky" serisinin şimdilik son halkası olan "Creed 2" (bizde bu isme bir de "Efsane Yükseliyor" eklenmiş) bir önceki filmin gerisinde kalıyor ve artık yetmedi mi sorusunu bir kez daha sorduruyor.


Genç kuşaklara Rocky'yi anlatmak gerekir mi diye düşündüm uzun uzun. Sonra vazgeçtim, muhtemelen biliyorlardır diye; bilmeyenler de interneti açar öğrenir bir zahmet diye de kendimi rahatlattım. Ama yine de, sırf "Creed 2: Efsane Yükseliyor" filminin neyi neden anlatığını biraz daha iyi temellendirebilmek adına 80'li yıllara dönüp "Rocky 4" filminden kısaca da olsa bahsetmek gerekir kanaatindeyim. Zira "Creed 2" Rocky serisinin ve ilk "Creed" filminin devamı gibi görünse de aslında en çok "Rocky 4"ün izini sürüyor.


Tam da Soğuk Savaş'ın en sıcak günleriydi "Rocky 4"ün izleyiciyle buluştuğu 1985 sonları (bizde Mart 1986'da çıkmıştı salonlara). Reagan'ın başkanlığı sürüyor, yeni sağ ABD'de hakimiyetini koruyor ve ortalıkta ciddi bir Yıldız Savaşları tehdidi dönüyordu. Nükleer silahlanma zirve yapmış, herkes ilk hangi deli düğmeye basacak da dünyayı patlatacak diye tahminlerde bulunuyordu. Bu atmosferde ABD'li bir boksörle Sovyet bir boksörün kapışması kadar mantıklı bir senaryo olmazdı Hollywood kapitalistleri için. Stallone zaten Rambo karakteriyle Amerikan sağının simgesi haline gelmişti ve üstüne bir de Rocky'yi farklı bir cepheden savaşa sürerek ününe ün, servetine servet katıyordu. O filmde önce Apollo Creed'i ringde öldüren, ardından Rocky'ye aynı ringi dar eden Sovyet boksör Ivan Drago'yu da kuzey Avrupalı oyuncu Dolph Lundgren canlandırıyordu. İşte aynı Lundgren bu yıl önce "Aquaman"de ardından da kendisine şöhretin yolunu açan Drago rolünü tekrar kuşandığı "Creed 2" ile yeniden karşımıza çıktı. Doğrusu Stallone'den daha iyi durumda olduğunu da söylemek gerek.


Günümüze gelecek olursak, "Creed 2" birçok bakımdan "Rocky 4"ün formülünü tekrarlayan bir film. Sadece Rus boksör Ivan Drago'nun oğlu Viktor ile Apollo Creed'in oğlu Adonis (Michael B. Jordan) arasındaki kapışmadan söz etmiyorum, Adonis'in yenildikten sonra yeniden toparlanıp rövanş için hazırlanmaya koyulduğu sahnelerde de bir tekerrür söz konusu, izleyince daha iyi anlayacaksınız ne demek istediğimi. Elbette artık Soğuk Savaş dönemi geri kaldığı için ABD-Rus kapışması o kadar anlamlı görünmüyor ama bir yandan da Putin gibi bir oligarkın ciddi bir tehdit oluşturduğunu ve kimilerine göre siber eksenli bir soğuk savaş yürüttüğünü de gözardı edemeyiz. Ama elbette "Creed 2" işin bu yanından çok meseleyi bir baba-oğul muhasebesine çeviriyor ve dramasını bunun üzerine inşa ediyor. yani bir yanda Rocky'ye yenildiği için ülkesinde tukaka edilen, Ukrayna'ya sürülen Ivan Drago'nun öç almaya yeminli oğlu Viktor, diğer yanda da babasını öldüren adamdan, onun oğlunu ringde perişan ederek intikam almaya kararlı bir Adonis var. Bunlara bir de kendi oğlu ve hiç görmediği torunuyla ilişkisini düzeltmek adına ne yapacağını merak ettiğimizi bir Rocky ekleniyor. kadınlar nerede derseniz; onları da öyküye entegre etmiş Stallone ve senaryo ekibi ve bir tarafa Adonis'in evlenmek üzere olduğu genç Bianca'yı (Tessa Thomson) ve annesi Mary Ann'i (Phylicia Rashad) koymuş, diğer tarafa da Ivan Drago'nun sabık karısı Ludmilla'yı (Brigitte Nielsen)...


Dramatik çatısını kendince sağlam kurmuş gibi görünse de film finalinde çok da tatminkar bir sonuca ulaşmıyor. Daha doğrusu ilk filmin üstüne bu anlamda yeni bir şey getirmiyor ve baba-oğul ilişkileri üzerinden kurduğu hikâyede intikamdan öte bir boyut getirmediği gibi finalde işin Rus tarafını zayıf bırakarak iyice yanlış bir politika izliyor. Politika diyorum zira bu tercih (izleyince anlayacaksınız, önceden söylemek yanlış olur) ancak politik bir sığlıkla açıklanabilecek cinsten. Öte yandan filmin boks sahnelerinin iyi çekildiğini ama estetize edilen bu sahnelerin ringin vahşetini yansıtmaktan çok dramatik etkiyi güçlendirmek için tasarlandığını da belirteyim. Bu anlamda örneğin geçen sezon vizyona çıkan "A Prayer Before Dawn"ın ("Şafaktan Önce") çok daha çarpıcı olduğunu söyleyebilirim.

Filmin Notu: 6/10

24.01.2019

Günün Filmi: Close



Bugünün filmi aksiyon dozu yüksek bir gerilim... Başrolünü Noomi Rapace'in üstlendiği "Close" karşı terör konusunda uzman bir bodyguard'ın genç ve zengin bir kızı öldürülmekten kurtarmaya çalışmasını anlatıyor.


Dalgalanan bayraktan anladığımız kadarıyla Güney Sudan'da başlayan ve çöllük bir arazide yaşanan şiddetli bir çatışma sahnesiyle izleyiciyi karşılayan "Close"un becerikli baş karakteri Sam işinde uzman bir yakın korumadır ve çalıştığı özel güvenlik acentasının kendisine verdiği görevleri yapmak üzere bir ülkeden diğerine seyahat edip sürekli ölüme meydan okumaktadır. Bir sonraki müşterisi ise ölen babasının mirası yüzünden hedef haline gelen şımarık bir genç kızdır ve Sam onunla birlikte yüksek güvenlikli, kale benzeri evine gidecektir. Burada kaldıkları gece bir saldırı olur ve Sam zar zor kızı kurtarıp evden kaçırsa da bela onları her gittikleri yere takip etmeye başlar. İşin içinde başka bir iş olduğunu anlamakta gecikmezler.


Yönetmenliğini Vicky Jewson'ın üstlendiği Netflix yapımı "Close" iyi bir başlangıç yapsa da bir süre sonra saçmalamaya başlıyor ve hem inandırıcılıktan uzaklaşıyor hem de zayıf entrika kurgusu yüzünden izleyicinin ilgisini de kaybediyor. Oysa bazı sağlam kadın oyuncuları da kadrosunda barındıran (başroldeki bodyguard rolünde Noomi Rapace, onun koruduğu genç kız rolünde adını ilk "The Book Thief" ile duyduğumuz Sophie Nelisse ve "Game of Thrones"dan hatırladığımız Indira Varma gibi isimler örneğin) filmin senaryosu biraz daha zekice yazılsa ve gereksiz aksiyon sahneleri yerine sürprizlerle örülü güzel bir entrika ya da komplo hikâyesi anlatsa çok daha başarılı olabilirmiş.

Filmi Notu: 4/10




23.01.2019

Günün Filmi: Tiempo Compartido (Time Share)



Bugünün filmi Meksika'dan... İnsanın hayallerini süsleyen (!) bir tatil köyünde geçen "Tiempo Compartido" (dilimize Devre Mülk diye çevirmek yanlış olmaz sanırım) komediyle psikolojik gerilimi harmanlayan ve izleyenin zihninde izler bırakan etkileyici bir film.


Oteller kişinin farklı bir hayat sürme ihtimalini canlı tutan, hayallerini ateşleyen mekanlardır ekseri. Birçok filme (ve romana vb) konu olmaları da biraz bu yüzdendir elbette. Metafor olarak çok fazla çağrışıma açıktır "otel" ve gerçekle hayal arasında köprü kurmak (ya da birbirine karıştırmak) için de birebirdir. Elbette farklı bir gerçekliğin yaşandığı bir mekan olarak insanın gerçeklikten kopma olasılığının da yüksek olduğu bir yerdir. Otel ve delilik üzerine çekilmiş filmlerin sayısı az değil; akla ilk gelenlerden biri "The Shining" elbette. Meksikalı yönetmen Sebastian Hoffman'ın imzasını taşıyan "Tiempo Compartido" da benzer sularda yüzen bir film ve ailesiyle birlikte devre mülk olarak kiraladıkları villada kalmak üzere Everfields adlı tatil köyüne gelen bir adamın nasıl adım adım aklını kaybettiğini, ya da kaybettirildiğini anlatıyor.


İlk gösterimini yaptığı Sundance Film Festival'inde Jüri Özel Ödülü'nü alan (bu yarışmada "Kelebekler" zafere ulaşmıştı hatırlarsanız) "Tiempo Compartido" ilk anlarından itibaren izleyiciyi yakalayan ve özellikle iki karakteri üzerinden gerçekle hayal arasında gidip gelen bir atmosfer yaratan özgün bir yapım. Devre mülk villaya geldikleri ilk gece bir ailenin daha aynı yeri kiraladığının anlaşılması yüzünden evi paylaşmak zorunda kalan tek çocuklu aile babası Pedro bu duruma şiddetle karşı çıksa da bir sonuç alamaz. Günler geçtikçe diğer ailenin çocuklarıyla kendi çocuğu iyiden iyiye yakınlaşır ve Pedro'nun tüm çabalarına rağmen iki aile bir şekilde bütünleşir. Öte yandan tatil köyünü yeni satın alan ve global bir resort zinciri olan Eve4rfields'de de tuhaf işler dönmektedir. Uzun zamandır burada çalışan Andres'in yine tatil köyünün çalışanlarından biri olan karısıyla arası iyi değildir ve adamın da psikolojisi bir hayli bozulmuştur. Daha fazla anlatmayayım da izlemek isterseniz keyfiniz kaçmasın.


Bir Netflix filmi olan "Tiempo Compartido"nun kapitalizm, küresel sistemler, tüketim toplumu ve tüketiciye cenneti vaat eden bir şirketin aile kavramını kullanarak duyguları istismar etmesiyle kabul ettirmesi üzerine ilginç alt okumaları var. İlk filmi "Halley" (2011) ile çok sayıda ödül alan 38 yaşındaki Sebastian Hoffman'ın Meksika'dan çıkan ve geleceği parlak görünen yeni bir sinemacı olduğunu iddia etmek çok da büyük bir keşif olmasa gerek belki ama sıradaki işini şimdiden merak ettiğimi de söylemem lazım doğrusu.

Filmin Notu: 8/10


22.01.2019

Günün Filmi: Fyre



Bugünün filmi bir dolandırıcılık belgeseli... 2017 yılında Bahamalar'daki bir adada festival düzenlemek üzere etrafında insanları toplayan Billy McFarland'ın aslında palavracı, hatta dolandırıcı biri olduğunun anlaşılmasını anlatan "Fyre" adlı belgesel parıltılı dünyanın gerisinde ne gibi boşluklar olduğunu gözler önüne seriyor.

Ja Rule ve Billy McFarland festivali tanıtırken
Rusya'da pistte park halinde duran bir özel uçak var (mış). Bu uçak hiç havalanmıyor ama insanların gelip içinde fotoğraf çekmeleri için üç saatliğine kiralanabiliyor. Yani o uçağı kullanmıyorlar, o hayatı gerçekte hiç yaşamıyorlar ama sanki yaşıyormuş gibi fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşıyorlar. "Fyre" belgeselinden öğrendiğim bu ilginç bilgi, üzerine ciddi ciddi tez yazılabilecek bir toplumsal durumu işaret ediyor aslında. Onun da ötesinde, belgeselin anlattığı Fyre Festivali Fiyaskosu (ya da Sahtekarlığı) da kapitalizmin insanları nasıl manipüle ettiğinin, sosyal medyanın kötü niyetli (ya da düpedüz salak) bir takım girişimci ve influencerların elinde ne kadar tahrip edici olabileceğinin de bir manzarasını sunuyor.

Festival alanında kalacak çadır arayan festivalciler
Yanına ünlü hip-hop müzisyeni Ja Rule'u da alan Billy McFarland bir müzik festivali düzenlemek için kolları sıvadığında ve dünyaca ünlü mankenlerin yer aldığı bir de tanıtım videosu çekip sosyal medyaya yüklediğinde kimse durumdan şüphe edecek verilere sahip değildi. Şüpheci ve alaycı birkaç kişinin söylediklerine de kulak tıkanınca adım adım bir felakete yüründü ve sayıları binleri bulan festivalciler Bahamalar'daki bir adada mahsur kalıp perişan oldular, festival için çalışan insanlar paralarını alamayıp mağdur konuma düştüler... davalar açıldı, cezalar verildi ama yine de Billy Mcfarland'ın başka yollar bularak insanları dolandırılmasının önüne geçilemedi. Bizde 140 Journos ekibinin hazırladığı "Parayı Vuranlar" belgesel serisinin bir bölümünde de anlatılan Jet Fadıl hadisesinin bir benzeri adeta. Önemli bir farkla; Jet Fadıl'ın dolandırıp paralarını aldığı insanlar genellikle dar gelirli, hatta neredeyse fakir kesimdendi ama burada Fyre sahtekarlığından darbe yiyenler (çalışanların büyük kısmı hariç) genelde üst sınıftan. Conan O'Brien'ın programında konuyla ilgili yorum yapan bir komedyenin sözleri meseleyi çok da güzel özetliyor aslında: "Eğer Blink 182'yi izlemek için binlerce dolar verip bir adaya gidebiliyorsan söyeleyecek bir şey yok, bu Darwinizmin ta kendisi bence."

Festivalin ipini çeken Twit... Ne vaat edilmişti ne verildi...

Yönetmenliğini Chris Smith'in ("Jim & Andy: The Great Beyond" adlı filmin de yönetmeniydi kendisi) üstlendiği Netflix yapımı belgesel, belki işin sosyolojik kısmını biraz es geçiyor ama anlayan gözlere, dinleyen kulaklara zamanımızın ruhu üzerine çok şey söylüyor.

Filmi Notu: 7/10

21.01.2019

Günün Filmi: White Boy Rick



Bugünün filmi bağımsız bir suç draması... 1980'li yıllarda Detroit'te alt sınıf bir ailenin bireylerine odaklanan "White Boy Rick" gerçek bir hikayeyi beyazperdeye taşırken bir yanıyla gerçekçi bir suç draması bir yanıyla da melodramın kıyılarında gezinen bir aile hikayesi anlatıyor.


Yönetmenliğini 2014 tarihli filmi "'71" ile adını duyuran Fransız sinemacı Yann Demange'ın üstlendiği "White Boy Rick" bir silah fuarında başlıyor ve iki baş karakterini neredeyse kendi doğal çevrelerinde tanıtıyor: İkisi de Richard (kısaca Rick) adını taşıyan bir babayla oğlu... Filme adını veren elbette oğul Rick ama onun (ve ablası Dawn'un) yetiştirilmesinden (anne yıllar önce ortadan kaybolduğu için) tek başına başına sorumlu olduğu için baba Rick de filmde önemli yer tutuyor. Demange'ın realist anlatımı ve özellikle oyuncularının sağlam performanslarıyla izleyiciyi bağlayan filmde genç Rick rolünde Richie Merritt bir hayli dikkat çekiyor. Henüz ilk filminde önemli bir rolde doğallığıyla çiğ bir yetenek (işlenmemiş bir taş da diyebilirsiniz) görünümü veren Merritt geleceği bir hayli parlak bir oyuncu, şimdiden yazın bir kenara.


Önce FBI ve yerel polis tarafından muhbir gibi kullanılan ve inandırıcı olması için uyuşturucu satmaya teşvik edilen 15 yaşındaki Rick bir süre sonra kendi başına uyuşturucu işine girince gerçekten tutuklanır ve büyük bir ceza alır. İşin bu kısımları gerçek hayatta yaşanmış şeyler ve hakikaten de insanın aklının almayacağı kadar da gerçekdışı. Çok daha azılı suçlular kısa bir süre hapis yatıp çıkarken Rick'in (üstelik beyaz olduğu halde! ABD için iyice tuhaf) 30'a yıla yakın içeride kaldığını duymak sizi de şaşırtacaktır eminim.


Richie Merritt'e başrollerde Matthew McConaughey, Jennifer Jason Leigh, Bel Powley, Bruce Dern ve Piper Laurie gibi isimlerden oluşan güçlü bir oyuncu kadrosu eşlik ediyor. Bu filmin neden vizyona girmediği ise benim için bir muamma doğrusu. Umarım İstanbul Film Festivali bir şans verir.

Filmin Notu: 7/10

20.01.2019

Günün Filmi: Hot Girls Wanted



Bugünün filmi bir belgesel... 18 yaşını geçer geçmez kendilerini porno sektörünün içinde bulan (hatta içine atan) genç kızların hangi ruh halinde olduklarını; aileleriyle, sevgilileri ve sosyal çevreleriyle nasıl başa çıktıklarını anlatan bir belgesel "Hot Girls Wanted".


Netflix'ten izleyebileceğiniz 2015 tarihli "Hot Girls Wanted" çok yeni bir belgesel değil belki ama tam da "Cam" gibi bir filmin üzerine denk gelince ilginç bir izleme deneyimi oldu benim için ve sizin de ilginizi çekeceğini düşündüm açıkçası. ABD'de porno sektörünün amatör kanadının son yıllarda bir hayli popülerleşmesi üzerine gitgide artan talebi karşılamak için sürekli yeni kızlar arayışına giren ve bulmakta da zorlanmayan bir ajansın içinden anlatıyor meseleyi film. İlk bakışta alan razı satan razı gibi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz filmi izlerken. Ancak bu sektörün ne kadar karlı olursa olsun en az bir o kadar da yıpratıcı ve eskitici yüzüyle karşılaşmakta da gecikmiyoruz. Keza bu işe atılan kızlar için de geçerli bu durum. Zaten filmde açıkça bir kızın en fazla 3-6 ay arası bu işi yapabileceği, ondan sonra yeni kızların devralacağı söyleniyor işin tüccarları tarafından. Yani haftada 3-4 bin dolar kazandıkları bir dönem var ama 3-4 ay sonrasında da bu iş onları tükettiği için ellerine en fazla 20-30 bin dolar geçiyor ve o para da kısa sürede suyunu çekiyor. Peki neden bu kızlar yine de bu işe bu kadar hevesli?...


"Hot Girls Wanted"da hikayelerini izlediğimiz genç kızların yaşadıklarından ve anlattıklarından anladığımız kadarıyla onları cezbeden birinci şey kolay para. Ama onlar da çok kısa bir süre içinde aslında bu paranın o kadar da kolay kazanılmadığını ve zaman zaman fena halde aşağılandıklarını fark ediyorlar. İşin bir diğer çekici yanıysa büyüme duygusu ve biraz da özgürlük hissi... Ama bu duygular da sosyal çevreleriyle olan ilişkileri zorlaşmaya başladığında, aileleri ne iş yaptıklarını anladığında ya da sevgilileri anlayışlı olmayı kestiklerinde çabucak yerini depresyona ve kaybolmuşluk hissine bırakıyor ki, o aşamada çoğu pes edip (ya da tövbe edip) piyasadan çekiliyorlar.


Çok bilmediğimiz bir dünyanın içinden seslenen "Hot Girls Wanted" konuyu bir suç belgeseli gibi ele almıyor (ki alabilirdi elbette) ve bu anlamda daha çarpıcı bir panorama sunduğunu söyleyebilirim. İzleyiciyi korkutup kaçıran bir bakış yerine, sektörün bir numaralı sömürü nesnesi olan genç kızları tüm insani yönleriyle önümüze getiren böylesi bir yaklaşımı çok daha anlamlı buluyorum elbette.

Filmin Notu: 7/10