30.06.2009

Vecdi Sayar diyor ki..


NTV'den Erma Dzafezoviç 46. Antalya Uluslararası Film Festivali'nin Genel Sanat Yönetmeni Vecdi Sayar ile bir söyleşi yaptı. Sayar "Geçen senenin üçte biri bütçe ile ama etkisini azaltmadan ve kentteki etkisini artırarak, dünyadaki etkisini azaltmadan" festivali gerçekleştireceklerini söylüyor. Avrasya Film Festivali için ülkemize gelen Hollywood yıldızlarının Türkiye'nin tanıtımına katkısı konusunu ise şöyle değerlendirmiş Sayar: "Ben Türkiye'nin tanıtımına katkının Nuri Bilge tarafından Orhan Pamuk tarafından Fazıl Say tarafından, bizim yaratıcılar tarafından sağlandığını düşünüyorum. Yoksa bir ünlünün burada gelip üstüne para alarak yaptığı tatille Türkiye herhangi bir tanıtım değeri kazanmaz, bir festival hiçbir değer kazanmaz". Yarışmaya kabul edilecek filmlerin sayısında bir sınırlama olmadığını söyleyen Sayar gelecek yıldan itibaren sadece ilk gösterimlere yer verebileceklerini de sözlerine ekliyor.

Belgesel mi, değil mi?


46. Antalya Uluslararası Film Festivali'nin yönetmeliğindeki bir madde aklıma Altın Koza öncesi yaşanan bir tartışmayı getirdi. Yönetmeliğin ilgili maddesinde şöyle diyor: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'na "Kurmaca" ve "Uzun Metrajlı" filmler katılabilir. Bu iki ölçütten herhangi birine uymayan filmler yarışmaya kabul edilmez. Bildiğiniz gibi hem İstanbul hem de Adana festivalinde Aslı Özge'nin "Köprüdekiler" filmi büyük ödülü kazanmış ve filmle ilgili "belgesel mi, değil mi" tartışmaları yapılmıştı. Bu durum ilginç gerçekten. Her şeyden önce büyük festivallerde bu ayrımın kalktığını teşhis etmekte yarar var. Cannes'da Michael Moore'un Fahrenheit 9/11 adlı belgeseli Altın Palmiye almıştı hatırlarsanız. Bunu çok yaygın bir eğilim olduğunu iddia etmiyorum ama sinema sanatının bu ayrımı artık çok da fazla gözetmediğini söylemeye çalışıyorum. Üstelik belgesel - kurmaca arasındaki o ince çizgide gezmeyi seven birçok sinemacı var dünyada. Werner Herzog'un "Tüm belgesellerim kurmaca, tüm kurmacalarım da belgeseldir" dediğini unutmayalım. Hal böyle olunca, örneğim "İki Dil Bir Bavul" gibi bir filmi Antalya nerede değerlendirecek? Adana'da olduğu gibi uzun metraj bölümüne mi alacaklar, yoksa belgesel bölümüne mi? Belgesel - kurmaca ayrımını nasıl yaptığımız önemli galiba. Belgeselin değişmez etik kuralları olmalı mı örneğin? Ya da belgesel tanımını artık yeniden ele alıp yeni bir tür mü türetmeliyiz? Rockumentary, mockumentary gibi yeni bir isme mi ihtiyaç var. Fictiomentary ya da docu-fiction mı demeliyiz örneğin. İlki kurmacaya, ikincisi belgesele yakın kabul edilebilir. Man On Wire için fictiomentary; Sicko için docu-fiction diyebiliriz bence.

Altın Portakal'a ne oldu?


Az önce aldığım bir haberi aktarmak istiyorum hemen. Yönetimi el değiştiren Altın Portakal festivali adını da değiştirmiş bulunuyor. Bu yıl 46. Antalya Uluslararası Film Festivali adıyla düzenlenecek etkinlik adından Altın Portakal'ı atmış durumda. Bu derece sembol olmuş bir adı neden değiştirdiklerini anlayabilmiş değilim doğrusu. Redd-i miras mı? Öte yandan fotoğrafta da gördüğünüz gibi ödülün heykelciğinde hala bir Altın Portakal vurgusu var. Belki de sadece diğer önemli festivaller ( Cannes, Venedik vs. ) gibi ödül adının festival adından ayrı tutulması şeklinde daha profesyonel bir bakış açısıdır. İlginç bir durum da festivalin medyaya dağıtılan basın dosyasından çıkan ve içinde görseller bulunan CD'yi inceleyince karşımıza çıktı. CD'de 30. festivalden itibaren fotoğraflara yer verilmiş. Ama fotoğraflar 41. festivalden ileri gitmiyor. Yani son 4 yıl yok sayılmış. Avrasya Film Festivali ile Avrasya Film Market'inin düzenlendiği son 4 yıl bildiğiniz gibi farklı bir yönetim altında hayata geçirilmişti. Basın dosyasında bu yılların hiç olmamış gibi davranılması da akla aynı redd-i miras durumunu getiriyor. Vecdi Sayar elbette bu işi Türkiye'de en iyi bilen isimlerden biri ama keşke basın dosyası biraz daha dikkatli hazırlanabilseymiş.

Jeunet geri döndü


Alien demişken, serinin 4. filmini çeken Jean-Pierre Jeunet'nin yeni filmi Micmacs a Tire-Larigot pek yakında izleyiciyle buluşacak, bu müjdeyi de vereyim dedim. Müjde diyorum zira 5 yıldır yeni bir Jeunet filmi izleyememiştik. Üstelik 2001 tarihli Amelie aklımızda yer eden son Jeunet filmi olmuştu, yani ustaya aslında 8 yıldır hasretiz. Bilenler bilir, Jeunet son derece titiz ve haliyle biraz da yavaş çalışır. 18 yılda topu topu 6. filmi olacak Micmacs. Oyuncu kadrosunda Dany Boon, Andre Dussollier ve Jeunet'nin fetiş aktörü Dominique Pinon var. Bu arada Jeunet filmin başrolü için Jamel Debbouze ile anlaşmış ama 3 haftalık bir çalışma sonrası komedyen "artistik ve ekonomik görüş ayrılıkları" sebebiyle filmden ayrılmış. Vizyon tarihi şimdilik 28 Ekim görünüyor. Tabii bu Fransa vizyonu, bizde kimbilir ne zaman?

Alien yeniden çevriliyor


Haberi yeni duydum, oysa bir süredir biliniyormuş Alien'in yeniden çevrileceği. Aklıma annemle birlikte Şişli Kent sinemasının önünde kuyrukta beklediğimiz dakikalar geldi hemen. Alien ( Yaratık ) filmine girecektik ve hemen önümüzdeki, yanlış hatırlamıyorsam benim yaşımdaki çocuklardan biri ( evet, çocuk yaştaydım ) yanındaki arkadaşına filmin o meşhur doğum sahnesini anlatıyordu. Önce ne konuştuklarını anlamamıştım ama biraz sonra karanlık salonda sözü geçen sahneyi görünce meseleyi kavradım. Her ne hikmetse kuyrukta beklerken tanık olduğum o konuşma da silinmemecesine kazınmış hafızama. Uzatmayalım, Alien efsanesini yeniden beyazperdeye getirme çalışmaları çoktan başlamış ve 20th Century Fox stüdyoları Ridley ve Tony Scott kardeşlerle anlaşmış bile. Scott biraderler şimdilik sadece yapımcı olarak görünüyorlar. Yönetmen koltuğuna ise Carl Rinsch oturacak. Rinsch video klip, reklam ve kısa film çekmiş bugüne kadar. Öğrendiğim kadarıyla Scott Free Productions ile çalışıyormuş, yani Scott biraderlerin işi ona teslim etmesi şaşırtıcı değil. Elbette yeni bir Ripley arıyorlar ama henüz belli bir aday duymadım. Peki Alien yeniden çekilmeli mi derseniz; kült filmlere fazla ilişmemekte fayda var derim. Neme lazım.

Buz Devri galasından notlar


Öyle kırmızı halılar, halkı selamlayarak geçen ünlüler falan beklemeyin. Zaten bu tip galalar Altın Portakal ve Altın Koza gibi festivallerin açılış/kapanış törenleri dışında pek Türkiye'de yaşanan olaylar değil. Elbette, magazinin çokca ilgi gösterdiği ve izdihamın yaşandığı geceler; "filmimiz 6 salonda birden gösterildi" görgüsüzlükleri, özellikle kış aylarında sık sık gözümüze çarpıyor, çarpacak da ama Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı filminin galası tam bir aile eğlencesiydi. Biz de oradaydık elbette: Cem, Fazi ve ben. Eski yeşil - kırmızı gözlüklerin yerini alan ve "ben bunu sokakta da takarım yahu" dedirten havalı 3-D gözlüklerimizi taktık ve filmin seslendirmesinde görev alan Altan Erkekli ve Yekta Kopan'ın da bulunduğu salonda rahat koltuklarımıza gömülerek beklemeye başladık. Bekleyenler arasında sinema yazarı arkadaşım Burak Göral ve oğlu Emre de vardı. Kalabalık salona sığmayınca "çocuklarımızı kucağa alalım, yer açılsın" ricası yapıldı, uyum gösterdik. Az gecikmeyle film başladı ve çok eğlendik ( bkz - manzaralı oda ). Seslendirme kadrosunda oyuncu kökenli olmayan tek isim Yekta Kopan'dı sanıyorum ama her zaman olduğu gibi ana karakterler içinde en iyi performansı yine o yani Sid göstermiş. Altan Erkekli de çok başarılıydı, hakkını vermek lazım. Film derseniz, Jules Verne'den Star Wars'a biçok referans barındıran, çocuklar kadar büyüklerin de eğlendiği ( hatta bir ara büyükler daha çok eğleniyormuş gibi geldi doğrusu ), 3-D teknolojisinin göz kamaştırdığı ( kameraya sıçrayan çamuru bile ihmal etmemişler ), acayip matrak birşey işte. Cem beğendi, biz eğlendik, daha ne olsun? 1 Temmuz'da başlıyor.

29.06.2009

Hafıza 1: Do The Right Thing


Bu fikri Washington Post'tan çalıp uyarladığımı hemen itiraf edeyim de sonradan başım ağrımasın. Efendim, Spike Lee'nin unutulmaz filmi Do The Right Thing bundan tam 20 yıl önce, 30 Haziran 1989'da ABD'de vizyona girmiş. Bu vesileyle başlattığım "Hafıza" serisinde anmak istediğim ilk film de Do The Right Thing oldu haliyle. Spike Lee'yi öfkeli bir genç sinemacı olarak tüm dünyaya tanıtan film hem bağımsız sinema, hem de Hollywood tarihinde önemli bir yere sahip kuşkusuz. Irk meselesine dikey bir keskinlikle dalan film 20 yıl sonra bile geçerliliğini, güncelliğini koruyan bir içeriğe sahip. Senaryosunu topu topu 2 haftada yazan Lee filmin başrolünü de üstleniyor ama oyuncu kadrosu tam da "ensemble" dediğimiz cinsten. Yani tek bir başrol yok filmde, daha ziyade hakeyeleri birbirini etkileyen irili ufaklı birçok karakter var. Filmin en önemli karakterlerinden, lokanta sahibi Sal rolünü önce Robert De Niro'ya vermek istemiş Lee ama uzun pazarlıklar sonucu iş yatınca rol Danny Aiello'ya kalmış. Filmin ırk konusunu ele alan diğer yapımlardan en öenmli farkı da ikiyüzlü bir "kardeşlik ve hoşgörü" mesajına dayanmıyor oluşu. "Siyah sinema" diye bir şey varsa eğer bugün, 70'lerin Blaxploitation filmlerinden ziyade Spike Lee'nin öfkeli "joint"leri sayesindedir. Ve bakın ne diyor Lee 20 yıl sonra: "Hiç katılmadığım bir şey var: Irk sonrası toplum ( post-racial society ). Ne demek bu? Yani geride mi bıraktık ırk meselesini? Hiç de değil. Olmadık duaya amin diyor bu insanlar. İşler öyle abracabra, Obama Obama diyerek değişmiyor."

Erken vizyona devam


Transformers: Yenilenlerin İntikamı filmi 2009 yazında yeni bir eğilimin de öncüsü oldu biliyorsunuz. Artık, korsandan korkan ve filmlerinin tüm dünyayla aynı anda vizyona sokmak isteyen şirketler Cuma yerine Çarşamba günü gösterime başlıyorlar. Bu eğilimin yeni örnekleri 1 Temmuz'da başlayacak olan Buz Devri 3: Dinozorların Şafağı ve 15 Temmuz'da başlayacak olan son Harry Potter filmi Melez Prens. Bakalım bu önlemler işe yarayacak mı?

28.06.2009

Yoostar sizi çağırıyor


Sizi, bizi, hepimizi. 21. yüzyılın eğlencesi bulundu mu ne? Variety şimdiden sinemanın Guitar Hero'su geliyor diye başlık atmış. Peki nedir Yoostar derseniz; internette kimi klasikleşmiş filmlerin sahnelerine aktör olarak kendinizi yerleştirmenize izin veren son derece gelişmiş bir oyuncak. 5 büyük stüdyo, Paramount, Universal, Warner Bros., MMG ve Lionsgate Yoostar ile anlaştı ve Ağustos ayından itibaren başlayacak oyuna girmeye hazırlandı bile. Şimdilik Yoostar'ın görüntü deposunda toplam 14 tane sahne var. Yapmanız gereken tek şey Yoostar'ın size sağlayacağı yüksek çözünürlüklü kamera ve taşınabilir yeşil ekran sayesinde kendinizi istediğiniz sahnedeki oyuncunun yerine koyarak çekmek ve internette yayınlamak. Zaman içinde sahnelerin artacağını tahmin etmek yanlış olmaz elbette. Hatta özellikle içinde yer almak istediğiniz bir sahne varsa yoostar.com adresine girip baskı yapmaya başlayabilirsiniz. Çok istenen sahneler arasında Apocalypse Now'daki ünlü kumsal sahnesi ( hani şu Kilgore'un napalm kokusuna övgü yağdırdığı ) ve Kuzuların Sessizliği'ndeki "Quid pro quo" ilk gözüme çarpanlar oldu. Bu arada belirtelim, sonra arıza çıkmasın, bu iş için 170 Amerikan mangırını gözden çıkarmanız gerekiyor. Ha, bir de, ABD'de ikamet etmek şart! ( Bu olmadı işte be! )

Jeff Goldblum hadisesi


Bizim gençliğimizde bir ara George Michael öldü diye bir geyik çıkmıştı. İnternetin falan da olmadığı ( ya da cep telefonlarının ya da yaygın bir televizyon ağının ) o günlerde inanılmaz bir hızla yayılan bu geyik bir kısım genç kızı ( o zamanlar Georgie'nin gay hali pek bilinmiyormuş demek ) bir hayli üzmüş, hayata küstürmüştü. Bu tip dedikodular nedense belli aralıklarla çıkar ve oartalığı da bir hayli karıştırır. 1960'lı yıllarda da Bob Dylan için çıkmıştı benzeri bir söylenti. Herneyse uzatmayalım, bu ipe sapa gelmez iddiaların sonuncusu, her ne hikmetse, Jeff Goldblum için çıkmış bulunuyor. Ben de ayıptır söylemesi, Twitter'da Kevin Spacey "Jeff Goldblum hayatta, menajeriyle yeni konuştum, yaymayın bu saçmalıkları" diye yazınca olaydan haberdar oldum. Akabinde araştırdım ki, söylentiler tam da Farrah Fawcett ile Michael Jackson'ın öldüğü gün internette yayılmaya başlamış. Ama merak etmeyin, Nisan sonundan beri Law & Order: Criminal Intent'in kadrosunda boy gösteren ( uzun da boyludur üstat ) Goldblum gayet sağlıklı. Bu arada yorum yapmadan geçemeyeceğim: Mr. Big namıyla da tanınan Chris Noth'un Law & Order'dan ayrılıp yerine Goldblum'ın ikame edilmesi son derece isabetli olmuş.

Oscar yeniliklerine devam


Oscar ödüllerinde En İyi Film kategorisine artık 10 yapımın aday gösterileceğini daha önce yazmıştık. Ama Akademi'nin getirdiği yenilikler bu kadarla kalmıyor. Yine 2010'dan itibaren Irving G. Thalberg ve Jean Hersholt gibi onur ödülleri Mart ( ya da Şubat sonu ) ayında düzenlenen ve canlı olarak yayınlanan ödül töreninde değil, Kasım ayında yapılacak yemekli bir gecede verilecek. Bir başka yenilik de En İyi Şarkı kategorisine getirildi. Bundan böyle sırf ödül verilecek diye olur olmaz şarkılar aday gösterilemeyecekmiş. Şarkı kategorisinde oy kullanan Akademi üyelerinden 8.25 puan ortalaması tutturamayan şarkı aday olamayacak ve gerekirse o yıl bu dalda Oscar verilmeyecek. Anlaşılan Sid Ganis son yıllarda düşen ratingleri yükseltmek için kolları sıvadı ve ilk iş olarak da uzun uzun konuşmaların yapıldığı onur ödüllerini kesmeyi uygun gördü. Şarkı performansları da bir süredir iç bayıyordu hatırlarsanız. Hatta geçtiğimiz yıl tüm şarkılar kuşa çevrilmiş ve Peter Gabriel bu yüzden töreni protesto etmişti. Bu arada geçen törende sunculuk yapan Hugh Jackman son yılların en iyilerinden biriydi. Tahminim, gelecek yıl da töreni ona sunduracaklar.

Brüno'dan atılan sahne


Michael Jackson'ın ani ölümü tüm dünyayı yasa boğdu şüphesiz ama Sacha Baron Cohen'in son filmi Brüno'nun yapımcıları gözyaşı dökmenin ötesine geçerek filmin ABD galasına sadece saatler kala yeniden montaj odasına girdiler. Bu acil operasyonun sebebi, filmde Michael Jackson'ın kızkardeşi La Toya ile Brüno'nun röportaj yaptığı sahneydi. Universal sahneyi Jackson ailesine duydukları saygının bir göstergesi olarak kesti ve bundan sonraki hiçbir gösterime de koymayacaklarını açıkladı. Filmi daha önceden izleyenlerin anlattığına göre söz konusu sahnede Brüno karşısındakini gerçek bir muhabir sanan La Toya ile röportaj yapıyor ve hatta Michael Jackson hakkında da soru soruyormuş.

Michael Bay'in yeni projesi


Yeni proje derken, kesin bir tarih falan beklemeyin. Transformers'ın yeni halkasıyla gözünü hasılat rekoruna diken Michael Bay bundan birkaç yıl önce ülkemizde de basılan "Bir Milyon Küçük Parça" adlı kitabın yazarı James Frey'in henüz piyasaya çıkmamış "I Am Number Four" adlı romanının film haklarını satın aldı. Bay'in yine Dreamworks çatısı altında yapımcılığını ve muhtemelen yönetmenliğini üstleneceği "I Am Number Four" bilim-kurgu türünde bir roman. Romanın bir yazarı daha var ama ne stüdyo ne de Frey kim olduğunu söylemiyormuş. Tahmini olan?

27.06.2009

Günün Filmi: Where Danger Lives


Gerçek bir noir klasiği. John Farrow'un uzun ama olağanüstü etkili planlarla çektiği bu siyah beyaz filmde sağlam bir noir'da görmek istediğiniz herşey var: femme fatale, kaçak aşıklar, yanlış kararlar, kötü şans, karanlık bir dünyada gitgide kontrolü yitiren bir adam, her türlü yozlaşmanın yaşandığı bir sınır kasabası... Başrollerde Robert Mitchum ( RKO'nun o zamanlarki patronu Howard Hughes'un favori aktörü ) ve Faith Domergue ( Hughes'un sevgilisi ) var. Bir de çok kısa ama unutulmaz bir kompozisyon çizen Claude Rains ile daha da kısa görünen Maureen O'Sullivan ( Farrow'un karısı ve ileride adı her ikisini de gölgede bırakacak Mia Farrow'un annesi ). Amazon.com ile aranız iyiyse hiç durmayın DVD'yi sipariş edin derim. Extralar fazla değil ama film noir uzmanları Alain Silver ve James Ursini'nin yorumları yeter de artar bile.

26.06.2009

Oldu mu bu İvedik?


Biraz da magazin.. Az önce posta kutuma düşen bir e-mail ilginç içeriğiyle beni bir hayli düşündürdü. Diyor ki Şahan Gökbakar imzalı mail'de, "Sayın Doğa Rutkay ile saygı ve sevgi çerçevesinde süren dört yıllık ilişkimiz, artık heyecanını kaybettiği ve her ilişkide olabileceği gibi yıpranarak ömrünü tamamladığı için sona erdi. Altını çizerek ifade ediyorum ki, biten sadece aşk ilişkimizdir. Dosluğumuz ve iyi insani ilişkimiz sonsuza kadar devam edecektir." Nereden başlasam bilmiyorum ama şunu söyleyeyim bir saattir falan etraftaki herkes bu maili birbirine gösterip kafa buluyor. "Sayın" ne demek allah aşkınıza. Yani, Türk sinema sektörünün en çok hasılat yapan iki filiminin başkahramanı Recep İvedik yine yapacağını yaptı anlayacağınız. Biz de, Devamlılık Hatası olarak, altını çizerek diyoruz ki: ne yaptın be İvedik, oldu mu şimdi?

Fahrenheit 451, yeniden


Ray Bradbury'nin klasikleşmiş romanı 1966 yılında François Truffaut tarafından sinemaya aktarılmıştı hatırlarsanız. 1994 yılından bu yana yeni bir uyarlamanın sancıları yaşanıyordu Hollywood'da. Warner Bros. ile ilk görüşenlerden biri Mel Gibson'dı. Aktör filmde başrolü üstlenecekti aslında ama sonra rol için yaşlı olduğunu düşünerek yönetmeye karar vermişti. Tom Cruise ile çalışmak istese de bir türlü zamanlama uymadı. Brad Pitt'in adı geçiyordu bir ara, ama o da olmadı. Sonra Shawshank Redemption'ın yönetmeni Frank Darabont daldı meseleye. Mel Gibson yapımcılığa kaydı ve Darabont da yeni yönetmen sıfatıyla senaryo çalışmalarına koyuldu. Araya yine bir Stephen King uyarlaması olan The Mist girdi ve Darabont projeyi bir kez daha ertelemiş oldu. Ama anlaşılan nihayet vakit geldi. Zira Darabont "Bradbury hala hayattayken filmi çekmek istiyorum" demiş. Başrol için düşündüğü Tom Hanks projeden çekilince biraz morali bozulmuş yönetmenin bu arada.

Ya Michael Jackson'a ne demeli?


70'lerin ikonu Farah Fawcett'den çok kısa bir süre sonra da 80'lerin ikonu Michael Jackson gitti. "Michael Jackson kendini dondurtacakmış, ileride hastalığına çare bulununca yeniden hayata dönmek için" şeklinde geyikler dönerdi eskiden. Olabilir mi acaba? Ölmüş müdür gerçekten Michael? Ama daha 5 yaşında sahneye fırlatılarak çocukluğu elinden koparılan bir adam için "yaşıyor" denebilir miydi sizce? ( 29.08.1958 - 25.06.2009 )

Farrah Fawcett deyince


Tabii ki 70'li yıllarda delikanlılığını yaşayan her gencin odasına astığı o kült poster ( Freddie Mercury'nin posteriyle yan yana asılacak ama, gençlik böyle bir şeydir zira ) elbette. Fazla söze gerek yok galiba. Erken gittin be abla! ( 02.02.1947 - 25.06.2009 )

25.06.2009

Tim Burton ve Johnny Depp boş durmuyor


Boş durmuyor derken boşuna değil, ikilinin son filmi Alice In Wonderland'in fotoğrafları daha yeni düşmüştü ki internete Burton ve Depp'in yeni bir proje için kolları sıvadığını duyduk. 2007 yılında Warner Bros. 1960'lı yılların ünlü TV dizisi Dark Shadows'un haklarını satın almıştı. Warner Bros. dizinin hayranı olduğu bilinen Johnny Depp ile ortak olmuş ve bir sinema filmi için yeşil ışık yakmıştı ama yönetmenin kim olacağı bilinmiyordu. Artık biliniyor. Zira Johnny Depp sıradaki projeleri sorulduğunda "Tim ile birlikte Dark Shadows'u da yapacağız" diyerek hedef göstermiş oldu. Şimdiye kadar hemen hepsi de takdirimizi kazanan 7 filmde işbirliğine giden Burton ve Depp ikilisi 8. filmlerinde de bizi mest edecekler gibi bir his var içimizde. Hele bir de Dark Shadows'un tam da Burton'a yakışacak Gotik içeriğini düşünürseniz.

Greenaway tutkunlarına müjde!


Müjde şudur; İngiliz yönetmenin 1989 tarihli filmi The Cook, The Thief, His Wife & Her Lover ( ki kişisel "tüm zamanlar" listemin zirvesindeki filmdir ) yurdumuzda DVD olarak piyasaya çıkmıştır. DVD'yi elime geçirip inceleme fırsatı bulamadım henüz ve eminim ki yönetmenin takipçileri çoktan yaban ellerden filmi edinmişlerdir ama Peter Greenaway'in herhangi bir filminin çıkmış olması her zaman iyi haberdir bana göre. Yalnız adına, daha doğrusu adının tercümesine bir itirazım var. Film İstanbul Festivali'nde gösterildiğinde Aşçı, Hırısz, Karısı ve Aşığı adıyla oyanımıştı. DVD ise ... Sevgilisi diye çıkmış nedense. Çok öenmli değil belki ama eski adı daha iyi ve daha doğru bir çeviriydi. Aşığı dediğiniz zaman bir kadının aşığından bahsettiğiniz anlaşılır, ama sevgilisi dendiğinde öyle anlaşılmaz. Erkeklerin sevgilisi ya da metresi olur; kadınlarınsa aşığı.

Twilight çılgınlığı tam gaz


Romantik vampir romanları Stephenie Meyer'i dünyanın en zengin yazarları ligine sokuverdi bir anda. Twilight adlı ilk romanı filme de alınınca Meyer'in adı tüm dünyada tanınır oldu haliyle. Tüm dünya deyince Türkiye'yi de dışarıda tutmuyoruz elbette. Yazarın dört romanı da üstüste tercüme edildi ve hepsi de çok satanlar listesine girdi. Film yurtdışındaki kadar astronomik bir hasılat getirmedi belki ama DVD'si ( hem tekli hem çiftli ), soundtrack albümü derken ortalık bir hayli Twilight ürünüyle doldu. Son olarak filmin resimli kitabının da yayınlandığını gördüm ki, sanıyorum Türkiye için bir ilktir ( benzeri bir örnek hatırlayan bana da hatırlatsın ). Umarım bir başlangıç olur ve bu tarz kitaplar artar. Diyeceksiniz ki, zaten okumayan bir milletiz, şimdi de resimli kitaplara mı insanları yönlendirelim. O da doğru ama sinema endüstrisi dediğiniz şey de bu tip yan sanayi açılımlarıyla gelişiyor işte.

Günün Filmi: The Last House on the Left


Ama tabii ki 1972 tarihli ilk çevrimi. Geçtiğimiz günlerde vizyona giren yeni uyarlama ne yazık ki ilk çevrimin seviyesine ulaşamıyor. Aradan geçen 37 yıl boyunca sinema büyük teknolojik gelişmeler geçirdi ama Wes Craven'ın çektiği The Last House on the Left'in 1970'li yılların sinemasında yarattığı etkiyi ( ki bu etki de yıllar içinde büyüdü aslında ) bugün herhangi bir filmin yaratabildiğini söylemek zor. Eskiyle yeniyi kısaca karşılaştıracak olursak ilk filmde işsiz güçsüz ve sıradan tipler olarak gördüğümüz kişilerin uyguladığı anlamsız şiddetle, başından beri şiddete yatkın olduklarını bildiğimiz neredeyse doğuştan kötü adamların uyguladığı şiddet arasında bir fark var. İlki çok daha tedirgin edici elbette. İkinci filmdeki tipleri yolda görseniz kaldırım değiştirirsiniz zaten, ama ya iki sokak altınızda yaşayan insanlar? Korkmak için bir sebebinizin bulunmadığı, sıradan insanlar? İlk film tüm çiğliğine rağmen sırf bu yüzden daha inandırıcı, şiddete ahlakçı bir sebep uydurmaya kalkmadığı için.

Scream için yeni senaryo


1990'lı yılların en popüler serilerinden Scream'in dördüncü halkası için bir süre önce düğmeye basılmıştı hatırlarsanız. Ancak, duyduğumuza göre Kevin Williamson çoktan noktayı koyduğu senaryoyu yeniden yazmak zorunda kalacakmış. Sebebiyse, ilk üç filmde kilit rol oynayan Neve Campbell'ın bu kez kamera karşısına geçmeyi reddetmesiymiş. Filmi çekecek olan Wes Craven "Sid olmadan Scream olmaz" deyip duruyormuş ama nafile. Bakalım Williamson nasıl bir formül bulacak ve Campbell olmadan senaryoyu nasıl şekillendirecek?

Kılıç ve Ney


Gelelim kulağımıza gelen son dedikoduya. Çekimlerine önümüdeki aylarda başlanması planlanan ve uluslararası ortaklı bir Türk filminden söz etmek istiyoruz. Kılıç ve Ney adlı bu film Ermeni bir genç kızla Türk bir subayın aşkını konu ediyormuş. Bir dönem filmi elbette. Tam da Ermeni tehcirinin yaşandığı dönemde geçiyor anladığımız kadarıyla. Oyuncu kadrosu da ilginç. Ortadoğu ve Arap aleminin en yakışıklı simalarından Kıvanç Tatlıtuğ filmin başrolünde. Ermeni genç kız rolü için düşünülen isimse Vanessa Paradis. Kim yönetecek derseniz, yine ilginç bir isim dolaşıyor ortalıkta: Jean Jacques Annaud. Bu yüksek bütçeli filmin kadrosundaki en ilginç isimse kötü adam karakterini canlandırması düşünülen Jude Law. Hollywood'un en gözde yakışıklılarından biri olan ( tamam kabul, oyunculuğu da fena değil ) Jude Law pek öyle ucuza kapatılacak bir isim değildir bizim bildiğimiz ama, hadi hayırlısı.

Wall Street dedikoduları


Wall Street'in devamının çekileceği açıklandı ya, hemen olur olmaz herşey haber haline getirilerek önümüze gelmeye başladı. Son gelen haberse Michael Douglas'ın 1987 yılında çevrilen filmin setinde Oliver Stone tarafından nasıl taciz edildiğini anlatması oldu. Rivayet o ki ( Douglas anlatıyor gerçi, rivayet olmayabilir ) Stone filmin en canalıcı karakteri Gordon Gekko'yu oynayan Douglas'ın oyunculuğunu sürekli aşağılar ve onu uyuşturucu kullanmakla itham edermiş. Ama Douglas sonradan anlamış ki ( bak sen ) meğer Stone tüm bunları onu motive etmek için yaparmış. Eee, Oscar boşuna alınmadı yani. Bu arada atlamış olanlar için son durumu özetleyelim: Oliver Stone ve Michael Douglas Wall Street'in devamı için yeniden anlaşmış durumda. Oyuncu kadrosunda yer alacak diğer isimler ise Shia Laboeuf ve Oscarlı oyuncu Javier Bardem.

Özlenen rekor geliyor mu?


Geçtiğimiz yaz Kara Şövalye, Iron Man ve Hancock gibi yapımların sürüklediği box office bu yaz henüz aynı performansı gösterememişti. Yapımcılar kara kara düşüneduruyordu ki Michael Bay'in filmi imdada yetişti ve Çarşamba gecesi rekor bir hasılat getirdi. Transformers: Yenilenlerin İntikamı 16 milyon dolarlık hasılatla tarihte bir Çarşamba gecesi ( geceyarısı demek daha doğru olur ) için en yüksek parayı topladı. Filmin ilk gün hasılatı ise toplamda 55 milyon dolar olarak açıklandı, ki bu da en iyi ilk gün hasılatı olarak kayıtlara geçti. Açılış performansı iyiğ görünüyor ama bu işler hiç belli olmaz, ilk heyecan geçip de fısıltı gazetesi işlemeye başladığında filmde Megan Fox ( fotoda da gördüğünüz gibi tam bir kitap kurdu kendisi ) dışında heyecan katsayısını yükseltecek birşey olmadığı söylenmeye başlarsa hasılat tepetaklak da düşebilir.

Oscar'da büyük yenilik


Az önce aldığım bir haberi hemen aktarmak istiyorum sevgili Devamlılık Hatası müdavimleri ( şimdilik 2 kişi falansınız ama olsun, ne demişler "if you build it, they will come" ). Akademi başkanı Sid Ganis'in açıklamasına göre 2010 yılında Oscar'larda En İyi Film ödülü için 5 değil 10 film aday gösterilecekmiş. Ama sonuçta tabii ki kazanan yine bir ( sayıyla 1 ) film olacak. Yani Altın Küre ödüllerinde olduğu gibi bir drama bir de komedi kategorisinde 2 film birden ödüllendirilmeyecek. Biraz, herkesin gönlü olsun, filmi aday gösterilmeyen stüdyo kalmasın mantığıyla yapılmış bir düzenlemeye benziyor ya, neyse.

24.06.2009

Türk sineması Toronto'da


Dünyanın en önemli film festivallerinden Toronto Film Festivali ( kısaca tiff ) bu yıl 34. kez düzenlenecek. 10 - 19 Eylül tarihleri arasında düzenlene festivalin açıklanan programında Türk sinemasından da seçkiler var. Tam program henüz açıklanmadı, yani yeni eklentiler de olabilir ama şimdilik İsmail Necmi'nin Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım? ve Aslı Özge'nin Köprüdekiler adlı filmleri Toronto'da izleyiciyle buluşacak. İsmail Necmi'nin filmi Keşif bölümünde, Aslı Özge'nin hem İstanbul hem de Adana'dan ödüllü filmi ise Çağdaş Dünya Sineması bölümünde gösterilecek.

Brüno, çok acil!


Son yılların en iyi komedyeni Sacha Baron Cohen. Olağanüstü bir zeka, birinci sınıf bir oyunculuk ve müthiş bir cesaret. Borat tiplemesiyle yaptıkları hala akıllarda. Patavatsız Kazak muhabir Borat neredeyse uluslararası bir krize sebep oluyordu hatırlarsanız. Eşcinsel Avusturyalı moda muhabiri Brüno da yine insanların en bastırılmış korkularıyla oynayacak gibi görünüyor. Ne de olsa homofobi hala en yaygın fobilerden biri. Kendisini acilen salonlarımızda izlemek istiyoruz. Bir de keşke Sacha Baron Cohen'in bizzat kendisi gelebilse. Okumuş ya da izlemişsinizdir, Fransa, Almanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerde filmin galalarına Brüno da katıldı ve her yerde olay açıklamalar yaptı. Düşünsenize Brüno İstanbul'a gelse ve bir hamama falan gitse. Hamam çıkışı da başbakanla ya da benzeri bir Türk büyüğüyle ilgili bir yorum yapsa. Adamı linç ederler maazallah. Yok, yok gelmesin en iyisi, neme lazım.

Fincher + Sorkin = Facebook ?


Yukarıdaki denklem gerçek olur mu bilemem ama The West Wing ( TV dizisi ) ve A Few Good Men gibi güçlü yapımların yazarı Aaron Sorkin'in bir süredir Facebook'un kuruluşunu anlatan bir film için çalışmalar yaptığını duyuyor ve ilgiyle izliyorduk. Hatta Sorkin sırf bu yüzden Facebook'a üye bile olmuştu ( bkz: yandaki foto ). Son aldığımız haber The Social Network adı verilen bu filmi David Fincher'ın yönetme ihtimalinin olduğu yönünde. Hali hazırda Fincher ve Columbia Pictures arasındaki görüşmeler sürüyor. Oyuncu kadrosu da belli değil henüz, haliyle. Filmin 2010 içinde vizyon görmesi bekleniyor ama belli olmaz hele bir Fincher işi olsun da.

Transformers erkenden vizyonda


Transformers: Yenilenlerin İntikamı diğer filmlerin aksine, Cuma günü değil Çarşamba günü vizyona girdi. Nedenini merak edip UIP'yi aradık ve bu seçimin asıl merkezden yani Amerika'dan kaynaklandığını öğrendik. Bildiğiniz gibi filmler bizde Cuma günü gösterime girse de ABD ve birçok diğer ülkede Çarşamba günü vizyona giriyor. Tüm dünyayla aynı anda gösterime girmesi için böyle bir yola başvurulmuş ve yine UIP'nin söylediğine göre bu uygulamayı önümüzdeki dönemde daha sık görebilirmişiz. Bir başka sebebin de korsana karşı önlem olabileceği söyleniyor. Malum, filmler salonlara çıkar çıkmaz internette kamera çekimleri dolaşmaya başlıyor. Bu kopyaların izlenemeyecek kadar kötü olduğu tartışılmaz ama anlaşılan yine de müşterisi çok ki önlem almak gerekiyor. Budur yani erken vizyonun sebebi. Bu arada Cem'e özel not: maalesef film 13 yaşındakilerin altındakiler için sakıncalı, yani bu filme birlikte gidemeyeceğiz canım oğlum. Biraz sabır.

Karanlıktakiler


Çağan Irmak'ın yeni filmi Karanlıktakiler son günlerde adı çokça anılan filmlerden. Fragmanını youtube'da izlemek mümkün ( youtube hala yasaklı olsa da ). Doğrusu bu filmin uzun süredir merakla beklediğim ilk Çağan Irmak filmi olduğunu itiraf etmeliyim. İnsan ruhunun karanlıklarında olup bitenler daha ilginç geldiği için olabilir, ya da Çağan'ın biraz daha risk almaya yeltenip, insanları ağlatmak değil de tedirgin etmek gibi bir işe kalkışması olabilir..bilemiyorum. Gazetede filmden alınma bir fotoğraf gördüğümde aklıma Chabrol geldi ki, bu bile heyecanlanmak için yeterli. Erdem Akakçe çok iyi bir oyuncu sonra. Meral Çetinkaya keza. Yanda gördüğünüz afişi bile farklı tasarımıyla dikkat çekiyor. Umarım film de tahmin ettiğim gibi çıkar, koyu, karanlık, huzursuz.

23.06.2009

The Kid Stays In The Picture


Bir önceki başlıkta Tom Cruise ile Paramount CEO'su Redstone arasındaki olaylı ayrılıktan bahsederken aklıma Robert Evans'ın okumaya doyulmayacak lezzetteki otobiyografisi geldi. Evans yine aynı stüdyonun, yani Paramount'un 1970'li yıllardaki yöneticilerinden biriydi. Kariyerine tesadüfen oyuncu olarak başlamış ama asıl becerisinin ( ve paranın ) yapımcılıkta yattığını anlayınca aktörlük sevdasından çabuk vazgeçmiş. Jack Nicholson'ı keşfetmekle, The Godfather'ı Coppola'ya rağmen var etmekle övünen Evans'ın anıları bir solukta okunan bir macera romanı akıcılığında. Bir dönem Ali McGraw'la evli olan ama biricik karısını The Getaway'in çekimleri sırasında Steve McQueen'e kaptıran Evans elbette birçok şeyi tek taraflı anlatıyor. Ama Kissinger'dan Brando'ya birçok baba ismin girip çıktığı The Kid Stays In The Picture sektöre dair içeriden müthiş bilgiler veren bir kitap. Ne yazık ki dilimize tercüme edilmemiş olan bu kitabı meraklıları amazon benzeri sitelerden bulabilir. Kitabın bir de belgeselinin çekilmiş olduğunu da belirtelim.

İmkansız zaman alır


Olmaz olmaz dememek lazımmış hakikaten. Variety kaynaklı bir habere bakılırsa Mission Impossible serisinin 4. halkası için düğmeye basılmış. Başrolde yine Tom Cruise var elbette ve ortak yapımcısı da son yılların gözde ismi J.J. Abrams. İşin hayret uyandıran kısmıysa bu vesileyle birkaç yıl evvel olaylı bir şekilde yollarını ayıran Paramount ile Tom Cruise'un yeniden flört etmeye başlamaları oldu. Hatırlarsanız Paramount'un patronu Sumner Redstone 2006 yılında stüdyo ile Cruise arasındaki 14 yıllık işbirliğini bir kalemde silip atmış ve aktörün basın sözcüsü bu tavrı "son derece zerafetten uzak" sözleriyle değerlendirmişti. Ancak anlaşılan paranın sesi tatlı gelmiş ( başka bir sebep olabilir mi Hollywood'da? ), zira Redstone en son bir soru üzerine Cruise için "büyük bir oyuncu ve iyi bir dost" yorumunu yapmış.


Bizde daha çok "Görevimiz Tehlike" adıyla anılan aynı adlı televizyon dizisinden uyarlanan filmler içinde en çok Brian De Palma imzalı ilkini beğendiğimi itiraf etmeliyim. Sadece aksiyona dayanmayan, izleyicinin zekasına da hürmet eden bir filmdi De Palma'nınki. John Woo'nun çektiği ikinci halka fazlaca ağır çekimlerle bezeli, Hong Konglu sinemacının kendi melektinde çektiği filmlerin bir hayli gerisinde kalan bir işti. J.J.'in çektiği 3. film ise herhalde herkesin en az sevdiği Mission oldu. Yeni filmin 2011 yılında vizyona çıkması planlanıyor ama henüz yönetmeni kesinleşmiş değil. Bari iyi bir isim bulsalar da ( mesela David Fincher, olmadı Bryan Singer ) seri yeniden izlenecek hale gelse.

Bir Kadının Seks Günlüğü


Az önce bir haber okudum ( ve hayatım değişmedi, merak etmeyin ). Bir Kadının Seks Günlüğü adıyla vizyona girecek filmin afişinde enteresan sansürlemeler yapılmış ve haliyle magazin gazetelerine falan da haber olmuş. Afişte başroldeki hanım sereserpe, yüzükoyun bir yatağa atmış kendini ve orijinalinde çıplak olan poposu bizim afişte photoshop marifetiyle don giydirilmek suretiyle örtülmüş. Bu sansüre mi üzülmek lazım, bunun haber olmasına mı bilemedim ama bana gençliğimdeki ( 80'li yılları kast ediyoruz burada ) erkek dergilerini, hatta kimi gazeteleri ( Tan mıydı mesela ? ) anımsattı. Orada da, bugünkünden daha kötü ve bariz belli olan bir teknolojiyle çıplak kadınlara çeşitli iç çamaşırları giydirilirdi. Bir filmin bu şekilde gündeme gelmesi acıklı elbette, ama bir miktar reklamı da olmadı değil. Ne yaparsınız bu rası Türkiye! Film görmeye değer mi diye soranlar içinse şunu söyleyebilirim: son dönem İspanyol sinemasını kerteriz alırsanız çok parlak değil ama kötü bir film olduğunu da iddia edemem. Filmin altyazılarını da ben çevirdiğim için biraz yanlı davranıyor olabilirim, ayrıca çeviri hataları gözünüze çarparsa beni de haberdar edebilirsiniz. Bu kadar da açık sözlüyüm yani.

İlk giriş, teşekkürlerle

Devamlılık Hatası devlete, millete hayırlı olsun diyerek söze başlayalım. Önce birkaç teşekkür; birincisi "ben blog oluşturmak istiyorum" diyerek bir süredir benim de sarf ettiğim cümleyi yüksek sesle dile getiren Fazi'ye elbette. Sayende harekete geçmiş bulunuyorum aşkım. Ama, doğruya doğru, blog işini ilk aklıma sokan Arnon Grünberg oldu. İstanbul'a geldiğinde kendisiyle röportaj yapmadan önce internete girip araştırma yaparken blog'uyla karşılaşmış ve çok etkilenmiştim. Sağol Arnon ( her ne kadar bunları okumayacak olsan da ). Son teşekkür de "hafif müzik" başlıklı bloguyla takdirimi kazanan sevgili dostum Mehmet Tez'e. O da beni kamçılayan bir başka kişidir şu alemde.


Bu arada adından hemen anlaşılıyor ama yine de telaffuz etmekte sakınca yok, Devamlılık Hatası ağırlıklı olarak sinema hakkında bir blog'dur. Sağlıcakla kalın.