30.12.2011

Günün Afişi



Yukarıda 84. Oscar Ödülleri'nin afişini görüyorsunuz. Bu yıl "Lights, Camera, Action"dan mülhem "Life Camera Action" tagline'ıyla hazırlanan afişte Casablanca, The Gladiator, Giant, Godfather gibi unutulmaz filmleden görseller var. Çok parlak bir afiş değil ( benim favorim üzerinde alıntılar olan afişti galiba ) ama idare eder.

29.12.2011

Günün Trailer'ı: The Artist


The Artist geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes'da en çok konuşulan filmlerden biriydi. Başrolündeki Jean Dujardin bu sessiz ve siyah beyaz filmdeki performansıyla En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kapıverdi. Türkiye'de 27 Ocak'ta gösterime girecek ve bence 2012'nin akılda kalan filmlerinden biri olacak.

28.12.2011

Günün Afişi



David Lynch'in Lost Highway filmi gösterime çıktığında Amerikalı eleştirmenler Siskel ve Ebert ( Siskel artık yaşamıyor ve Ebert'in durumu da iyi değil maalesef ) verebilecekleri en kötü notu vererek "two thumbs down" demişler. Lynch de duru mu, almış bu notu afişe bastırmış ve filmi böyle tanıtmış. Bu tabii hem Lynch'in müthiş özgüvenini gösteriyor, hem de izleyicisini ne kadar iyi tanıdığını. Siskel bundan yıllar önce Blade Runner için de "anlamsız bir film" diyerek kırık not vermişti ( bkz. aşağıya ), ki bu da aslında biraz onun meşrebini gösteriyor. Haksızlık da etmemek lazım gerçi, Ebert bugün eleştirmenim diyen birçoklarından daha sağlam bir sinema kavrayışına sahiptir. Ama galiba bu kavrayışa da yıllar içinde erişti.

27.12.2011

Günün Trailer'ı: Prometheus




Ridley Scott bu sefer hedefi tutturmuş olabilir mi? Keşke. Alien'in öncesini anlatacak bir film çekmek için yola çıkan ama sonuçta "Alien ile DNA'ları akraba" dediği fakat doğrudan Alien'la ilgili olmayan bir film çeken Ridley Scott uzun zamandır benden övgü alamıyordu. Prometheus'un ilk görüntüleri fena değil doğrusu. Hatta baştançıkarıcı neredeyse. Oyuncu kadrosundaki isimler de ( Guy Pearce, Michael Fassbender vs. ) çekici ama neticeyi kestirmek için yeterli değil ne yazık ki.

26.12.2011

Klasik sahne: Reservoir Dogs




Quentin Tarantino'nun en sevdiğim filmi hala Reservoir Dogs'dur. Çektiği gerçekten tek bağımsız film de budur bence. Hem maddi hem de ruhani anlamda söylüyorum. Bu arada Miramax'ın yani Weinstein Biraderlerin 90'larda yükselişe geçen Amerikan bağımsız sinemasını nasıl var ettiklerini ( büyük ölçüde en azından ) ve sonra da nasıl yok ettiklerini anlatan Down and Dirty Pictures adlı kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Konumuza dönecek olursak, hemen öncesinde Tarantino'nun Like A Virgin şarkısını analiz ettiği, hemen sonrasında da çetenin o kültleşmiş yürüyüşünü yaptıkları "I Don't Tip" yani "Ben bahşiş vermem" sahnesi tüm filmin belki de en çok akılda kalan sahnesidir. Burada hem karakterleri hızlıca bir tanırız hem de başta Buscemi olmak üzere tüm oyunculara hayran kalırız. Ama aslında hayran kaldığımız şey Tarantino'nun diyaloglarıdır. Diyaloglar o sözleri sarf eden karakterlerin şekillenmesinde en önemli aracıdır Tarantino'nun filmlerinde ve bu sahne de bunun esaslı bir örneğidir. Filmde ayrıca Tim Roth'un oyunculuk dersi aldığı bir sahne vardır ki aklıma hep Hamlet'teki oyunculuk dersi sahnesi gelir. Tabii "kulak" sahnesini de unutmamak gerek. O sahne ki Michael Madsen'ın kariyeri için inanılmaz olanaklar sağlamış ama maalesef Madsen bu fırsatı değerlendiremediği için ikinci hatta üçüncü sınıf filmlere mahkum kalmıştır.

23.12.2011

Bu da benim 2011'im


Madem öyle, ben de, izleyebildiğim kadarıyla 2011'in en iyi 10 filmini sıralayayım. Bakalım sizin seçimlerinizle denk düşecek mi?

1. Bir Zamanlar Anadolu'da - Nuri Bilge Ceylan ( 151.930 )
2. Bir Ayrılık - Ashgar Farhadi ( 7218 )
3. Incendies - Denis Villeneuve ( 4201 )
4. Winter's Bone - Debra Granik ( 8387 )
5. Monsters - Gareth Edwards  ( 20.792 )
6. Never Let Me Go - Mark Romanek ( 39.850 )
7. Margin Call - J.C. Chandor ( 14.410 )
8. In A Better World - Susanne Bier ( 8731 )
9. Des Hommes et Des Dieux - Xavier Beauvois  ( 2636 )
10. Neds - Peter Mullan ( 1562 )



İlk kez Cannes Film Festivali'ndeki basın gösteriminde izlediğim Bir Zamanlar Anadolu'da uzun süresine ve büyük bölümünün karanlık içinde geçmesine rağmen bir an bile gözlerimi perdeden alamadığım bir filmdi. Filmi ikinci kez İstanbul'da, bir hayli kötü sayılabilecek bir projeksiyonla izlediğimde de aynı şey oldu ve ben yine pür dikkat, ilk izlemede kaçırdığım bazı detaylara şaşarak tam 153 dakikalık bir mutluluk yaşadım. Bir Zamanlar Anadolu'yu bir "suç" filmi olarak izlediğimde bana Antonioni'yi anımsattı doğrusu. Nuri Bilge Ceylan'ın da tıpkı Antonioni gibi sessizliği çok güzel değerlendirdiğini düşünüyorum. Antonioni'nin yabancılaşma olgusunu daha varoluşsal bir düzlemde işlediği noktada Ceylan'ın karakterlerinin taşrada hissettiği kaybolmuşluk duygusunun benzerini görmemek mümkün değil.



Aslına bakarsanız benzeri bir temayı Monsters adlı filmde de buluyorum. Bir uzaylı istilası filmi aslında Monsters film boyunca bir tehdit unsuru olarak aktarılan uzaylı yaratıklardan birini bile görmüyorsunuz. 2009 tarihli District 9'ı da anımsatan film alabildiğine sembolik okumalara açık bir öyküye sahip. Bir yanıyla tipik bir yol filmi, bir yanıyla da varoluşsal bir kaçış hikayesi. İnsanın yalnızlığına vurgu yapan sessiz planlar, yalnızlığın da ötesinde gitgide anlamsızlaşan bir varoluşun küçülttüğü insanı anlatan görüntüler filmden aklımda en çok kalanlar oldu.


Yılın en iyi filmlerinden biri de İranlı sinemacı Ashgar Farhadi'nin son derece evrensel bir hikaye anlatan Bir Ayrılık adlı filmi. Yılın en bol diyaloglu filmlerinden biri olan Bir Ayrılık başrolündeki oyuncuların müthiş performanslarıyla doruğa çıkıyor. Ahlaki ikilemleri ele alışındaki ustalığı ve Rashomon'u akla getiren çok taraflı anlatımıyla izleyicinin aklını fena halde kurcalayan bir film çıkarmış ortaya Farhadi. İzleyiciyi fazla zorlamadan taraflardan birinin yanına koyan ama sonra hızla karşı tarafa çeken film bu gelgitler sayesinde adaletin de ne kadar ellerimizden kayıp giden bir şey olabileceğini gösterirken suç kavramını da yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor. Suç nedir, suçlu kimdir, yalan ve gerçek arasındaki çizgi nerededir ve biz bu çizginin ne tarafında durursak kendimizle daha barışık yaşarız gibi sorular var aklımda filmden kalan.



Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve'ün yeni filmi Incendies ( İçimdeki Yangın adıyla oynadı bizde ) bende Yunan tragedyalarını andıran bir his bıraktı. Antigone geldi aklıma örneğin, babasının cansız bedenini gömebilmek için çırpınan. Ya da Oedipus, babasını öldürüp, annesiyle sevişen. Gerçekten de annelerinin vasiyeti uyarınca kendi geçmişlerini araştıran ikiz kardeşlerin öyküsü ancak tragedyalarda görebildiğimiz büyük temalarla boğuşuyor. Bir tiyatro eserinden mükemmel bir biçimde sinemaya aktarılan Incendies ilk karesinden son anlarına kadar izleyiciyi kendine bağlayan ve renkleri, müzikleri ( çoğunlukla Radiohead şarkılarıbkz. yukarıdaki sahne ), oyunculukları ve görsel ustalığıyla yılın en iyilerinden biri.



Bende tragedya hissi bırakan bir başka film de, gariptir, Margin Call oldu. Malum, tragedyalar, Tanrılara karşı savaşan ölümlülerin beyhude çabalarını anlatır sıklıkla. Margin Call'un ölümlüleri ise günümüzün Tanrısı kapitalist sistemle savaşıyor, ne yaptıklarını bile tam olarak anlamadan. Toplam 24 saatlik bir zaman diliminde geçen ve bu anlamda da tragedyaların zaman birliği kuralına uyan film yılın en iyi yazılmış, en iyi oynanmış filmlerinden. Kevin Spacey, Jeremy Irons ve Paul Bettany gibi isimlerin başını çektiği kadro gerçekten çok iyi.


Winter's Bone'un da fazla uzak sularda seyretmediğini söylemem lazım. Yine tek başına bir genç kız ve yine düşmanca bir çevrede ( karlarla kaplı doğadan daha da düşmancası kendi aile fertleri üstelik ) annesiyle kardeşlerinin ensiz kalmamaları için bulması gerektiği babası. Ölü ya da diri. Büyük bir ihtimalle de ölü. Babasının cesedini bile bulsa evlerinden atılmayacağını bildiği için akrabanın akrabayla evlendiği ve akrabanın akrabayı öldürdüğü Ozark topraklarında kabus gibi bir yolculuğa çıkıyor filmin baş karakteri genç kız. Yolculuk dediğime de bakmayın, resmen bir kasabadan diğerine, bir kapıdan ötekine savrulan bir arayış aslında sürdürdüğü. Bembeyaz bir coğrafyada karanlık mı karanlık bir atmosfer kurmayı beceren Debra Granik çok yakında en favori kadın yönetmenimiz halini alabilir.


Mark Romanek'in Japon asıllı İngiliz romancı Kazuo Ishiguro'nun romanından aktardığı Never Let Me Go ise bu yıl izlediğim filmler içinde yüreğimi en çok burkanıydı herhalde. Aşk, ölüm ve hayat üzerine nefis bir hikaye anlatan Never Let Me Go bir yandan da özellikle İngiltere'de fazlasıyla belirgin olan sınıf sisteminin de bir eleştirisini yapıyor geri planda. Carey Mulligan ve Andrew Garfield'ın harika oyunculuklarına çok sevmediğim Kiera Knightley'nin de eşlik etmesiyle şiir gibi bir filme dönüşüyor Never Let Me Go.


In A Better World yaşadığımız zamanlara dair ser cümleler kuran, bu sertliği de evrensel bir ölçekte geçerli kılan güçlü bir film. Daha iyi bir dünyada olsak her şey farklı olurdu muhakkak ama düşmanlığın, iktidar hırsının, şiddetin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz ve Susanne Bier'in de anlatmaya çalıştığı gibi iyi niyetli çabalar bir noktadan sonra geçerliliğini yitiriyor. Brecht olsa bundan nasıl bir hikaye çıkarırdı bilemiyorum ama Bier herkesin bir tahammül noktası olduğunu ve hiç birimizin aslında masum olmadığını anlatırken gerilim dozunu da bir hayli yüksek tutuyor.


Fransız sinemacı Xavier Beauvois Des Hommes et Des Dieux ile yılın en suskun ama en derinlikli filmlerinden birine imza atmış. Başrollerini Lambert Wilson ve efsane oyuncu Michael Lonsdale'in paylaştığı film Cezayir'de iç savaşın başlamasıyla hayatları tehlikeye düeşn bir grup misyoner din adamının ülkeyi terk edip etmeme ikilemine tanık ediyor izleyiciyi. Kimi değerleri hayatlarının önüne koyan ve içinde yaşadıkları köyü, birlikte yaşadıkları köylüleri terk etmemeye karar veren din adamlarının gerçeklere dayanan hikayesi etkileyici gerçekten de. Beauvois'nın kolaycılığa prim vermeyen anlatımı ( izleyiciyi tavlamak için şiddetin dozunu çok daha artırabilirdi pekala ) ve küçük manastırda sıkışmış hayatlarına rağmen yaptıkları her oylamada kalmaya karar veren rahipleri canlandıran oyuncular çok başarılı bence.


Oyunculuğuna ayrıca hayran olduğum Peter Mullan çok iyi bir yönetmen olma yolunda ilerliyor. Hatta olmuş bile bence. Neds tüm temiz kalpliliğine rağmen yaşadığı çevrenin üzerindeki etkilerinden kurtulamayan bir gencin çalışkan ve efendi bir öğrenciyken nasıl tüm mahallenin korkulu rüyası bir serseriye dönüştüğünü anlatıyor. Şiddetle içiçe yaşanan bir banliyöde oturan ve serseri abisinin yolundan giden John McGill rolünde Conor McCarron çok başarılı gerçekten de. Neds insanın seçim yapma şansı olup olmadığına, bir anlamda iradenin ne kadar bağımsız kalabildiğine dair zorlu saptamaları olan bir film.

Son olarak, filmlerin yanındaki sayıları merak ediyorsanız, onlar o filmlerin Türkiye'de topladığı izleyici sayıları. Acıklı değil mi sizce de?


1

Sight & Sound'a göre 2011



İngiliz sinema dergisi Sight & Sound 2011'in en iyi filmlerini sıralamış. İngiltere çapında film eleştirmenleri arasında yapılan ankete göre en iyileri belirleyen dergi 10 filmlik bir liste çıkarmış. İşte Sight & Sound'a göre yılın en iyi filmleri:

1. The Tree of Life - Terrence Malick
2. A Separation - Ashgar Farhadi
3. Le Gamin Au Velo - Jean Pierre ve Luc Dardenne
4. Melancholia - Lars Von Trier
5. The Artist - Michel Hazanavicius
=6. Turin Hose - Bela Tarr
=6. Bir Zamanlar Anadolu'da - Nuri Bilge Ceylan
8. We Need To Talk About Kevin - Lynne Ramsay
9. Le Quttro Volte - Michelangelo Frammartino
=10. This Is Not A Film - Jafar Panahi ve Mojaba Mirtahmash
=10. Tinker Tailor Soldier Spy - Tomas Alfredson


Gördüğünüz gibi aslında listede 11 film var ve bazıları da eşit oy almış. Bu listedeki filmlerin bazıları benim için de 2011'in en iyileri arasında. Malick'in filmini henüz izlyemediğim için listeye katamıyorum maalesef ama Bir Zamanlar Anadolu'da ve Bir Ayrılık kesinlikle yılın en iyilerinden. The Artist ve Melancholia henüz bizde gösterilmediği için listeye giremiyor. Le Gamin Au Velo'yu ise ben izleyemedim. Bu arada film eleştirmeni Jonathan Romney büyük övgüler düzdüğü Nuri Bilge Ceylan için "sinemanın en iyi romancısı" demiş ve Cannes'ı aslında bu film kazanmalıydı diye de eklemiş. 

Ingmar Bergman'dan sabun reklamı


Bunu yeni öğreniyorum işte. Meğer İsveçli sinemacı Ingmar Bergman kariyerinin bir döneminde reklam çekmiş. Şöyle ki, 1951 yılında İsveç sinema sektörü, eğlence ürünlerinden alınan yüksek vergileri protesto amacıyla geniş çaplı bir greve gitmiş. O sırada 33 yaşında olan ve iki eski karısı, bakmak zorunda olduğu 5 çocuğu olan Bergman para kazanabilmek için televizyona sabun reklamları çekmeye başlamış. İki yıl boyunca da toplam 9 reklam çekmiş.

21.12.2011

Günün Trailer'ı: The Hobbit


Günün trailer'ı elbette The Hobbit: An Unexpected Journey. Fazla söze gerek yok sanırım. Film tam bir yıl sonra, 14 Aralık 2012'de vizyona girecek.

20.12.2011

Günün Afişi



62. Berlin Film Festivali 9 - 19 Şubat tarihleri arasında yapılacak. Yukarıda festivalin bu yılki afişini görüyorsunuz. BOROS Ajansı tarafından tasarlanan afişte Berlinale'nin simgesi olan ayıyı görüyoruz. Bu yıl Mike Leigh'nin başkanlığını yürüteceği jüride geçen yılın Altın Ayı ödüllü filmi A Separation'ın yönetmeni Ashgar Farhadi, Anton Corbijn, Charlotte Gainsbourg, Jake Gyllenhaal, François Ozon, Boualem Sansal ve Barbara Sukowa var. Bu yıl Altın Ayı için yarışacak filmlerden sadece 5'i belli oldu şimdilik. Onlar da; Brillante Mendoza'nın yönettiği Captive, Antonio Chavarrias'ın imzasını taşıyan Dictado, Stephen Daldry imzalı edebiyat uyarlaması Extremely Loud and Incredibly Close, Zhang Yimou'nun yönetmenliğini yaptığı The Flowers of War ve Edwin imzalı Postcards From The Zoo.

16.12.2011

Günün Trailer'ı: The Dictator



Chaplin'in aynı adlı filmi gibi bir klasik olamayacak elbette ama Sacha Baron Cohen kesinlikle yaşayan en iyi komedyenlerden biri. Ve de en zekisi muhtemelen. The Dictator'ın trailer'ı film hakkında bir hayli fikir veriyor ve açıkçası insanda izleme isteği uyandırıyor. Ne zaman derseniz, şimdilik 11 Mayıs olarak görünüyor.

14.12.2011

Devamlılık Hatası öneriyor


Bu yeni köşede her hafta sizlere bazı film, DVD, TV dizisi ve okumalar önereceğim. Umarım işinize yarar. İşte ilk önerilerim...

Emek'i Yıktırmayalım

Tabii ki ilk acil önerim Emek'i yaşatmakla ilgili. Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde Emek Sineması'nın yıkımı hakkındaki yürütmeyi durdurma kararını bozan bir karar çıktı mahkemeden. Yani Emek'i yıkmanın yolu açıldı bir anlamda. SİYAD hızlı bir refleksle Emek'i Yıktırmayacağız diyeren harekete geçti ve Emek nöbeti başlattı. Ardından film eleştirmenliğini Türkiye'deki en önemli ismi Atilla Dorsay "Emek Yoksa Ben de Yokum" başlıklı bir yazı kaleme aldı ve Emek Sineması yıkılacak olursa gazeteciliği bırakacağını duyurdu. Önümüzdeki günlerde de geniş katılımlı bir yürüyüş planlanıyor. 24 Aralık Cumartesi, saat 16'da Taksim Meydanı'ndan başlayacak yürüyüş Emek Sineması'nın önüne kadar devam edecek. Bu yürüyüşe mutlaka katılalım, Emek'i yaşatalım.


Margin Call

Türkiye'de Oyunun Sonu adıyla gösterime giren bu filmi özellikle öneriyorum, zira birkaç gün sonra vizyondan kalkacak tahminimce. hayatımızın fena halde önemli bir parçası haline gelen ekonomik krize ve kapitalist sisteme daie son derece ustaca yazılıp, oynanmış ( ve çekilmiş ) bir film Margin Call. Sistemin ekonomik ve ahlaki çöküşünü gözler önüne sererken izleyicini aklında çok güzel ve doğru sorular uyandırmayı da biliyor. Örneğin bu saçmalık daha ne kadar devam edecek diye soruyorsunuz kendinize. Kevin Spacey ve Jeremy Irons gibi isimlerin başını çektiği oyuncu kadrosu çok iyi gerçekten.


Aşkın İkinci Perdesi - DVD

Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde izlediğim Late Bloomers, ya da Türkçe adıyla Aşkın İkinci Perdesi DVD formatında piyasaya çıktı. Film vizyona girmediği için gözden kaçırması da kolay olur. Julie Gavras'ın yönettiği film ortayaşı da aşıp artık yaşlılığın eşiğine gelen bir karı kocanın hayata tutunma maceralarını anlatıyor. Dozunda mizahı, Isabella Rossellini ve William Hurt'ün ustalıklı oyunculukları ve yaşlılıkla yüzyüze kalan insanlara dair müthiş gözlemleriyle evde sinema keyfi yapmak isteyenler için hoş bir alternatif.


Luther - TV

Şu sıralar Fox Crime kanalında gösterilen Luther son yıllarda izlediğim en iyi polisiye yapımlardan biri. Idris Elba'nın işine fazlasıyla bağlı, bir hayli asabi ama bir o kadar da başarılı bir polis dedektifini canlandırdığı Luther son zamanlarda birbirinden güzel işlere imza atan BBC tarafından yapılmış. Şu ana kadar iki sezon çekilen ve toplamda 10 bölüm yayınlanan Luther'i bir an evvel yakalamnızda yarar var. İlk bölümlerini kaçıranlar için dizinin tekrar yayınlarını beklemelerini tavsiye ederim.


Sükût Ayyuka Çıkar - Yücel Balku

34 yaşında, belki de hayatının en verimli günlerine bile ulaşamadan aramızdan ayrılan yazar Yücel Balku'nun Bitmemiş Külliyat altbaşlıklı Sükût Ayyuka Çıkar adlı kitabı Can Yayınları etiketiyle yayınlandı. İçinde Balku'nun ilk kez Hayalet Gemi'de, ardından kitap olarak yayınlanan tüm öykülerinin yanısıra, kitaplarda yayınlanmamış öyküleri, denemeleri, Şiirleri ve Balku ile yapılmış söyleşiler olan kitap zamansız göçüp giden bir yazara saygı niteliği taşıyor.


Yeni Mission: Impossible'dan tadımlık


 



Hala en sevdiğim Mission: Impossible filmi Brian De Palma'nın çektiği ilk filmdir. Diğerleri bir türlü hedefi tutturamamıştır benim gözümde. Yine de izlemeye devam ederim, bir umut. Serinin son halkası Ghost Protocol çok yakında vizyona girecek. Yukarıdaki sahne filmden bir tadımlık niyetine. Bakalım hoşunuza gidecek mi?

13.12.2011

The Big Lebowski demişken


The Big Lebowski ile ilgili internette o kadar çok şey var ki. Bazıları gerçekten yaratıcı işler üstelik. Örneğin yukarıda izlediğiniz ( izlemedinizse izleyin derhal ) kısa çalışma sadece grafikler ve müzikle yapılmış harika bir Big Lebowski özeti. Velentin Taminiau'ya teşekkürlerimle.

Klasik sahne: The Big Lebowski


The Big Lebowski - Bowling Scene from Adam Fletcher on Vimeo.


Artık The Big Lebowski'yi ne kadar çok sevdiğimi söylememe gerek yok herhalde. Bana sorarsanız filmin hemen her sahnesi klasik ama içlerinden sadece birini seçmem gerekirse John Turturro'nun muhteşem Jesus sahnesini seçerim gibi geliyor bana. Dude, Walter ve Donny'nin de yer aldığı sahne koreografisinden, çerçevelerine, kaydırmalarından diyaloglarına tam bir şaheser. Defalarca izlesem sıkılmam ve her seferinde gülerim. Aynı cümle tüm film için de geçerlidir.

Bir aksiyon sahnesi nasıl çekilir - Bölüm 2


In the Cut, Part II: A Dash of Salt from Jim Emerson on Vimeo.


Jim Emerson'ın The Dark Knigth ile başladığı serisinin ilk bölümünü geçen hafta vermiştim. Bu hafta da ikinci bölüm var. Bu sefer Philip Noyce'un 2010 tarihli filmi Salt'ı ele almış Emerson ve bir sahnesini analiz etmiş. Salt benim çok da sevdiğim bir film değildi ama Noyce'un hakkını vermek gerek, buradaki sahneyi gerçekten iyi kotarmış. İzlemenizi tavsiye ederim.

Günün afişi


İyi denk düştü, zira Christopher Nolan'ın Batman filmleri uykumun gelmediği nadir aksiyonlardan. Gerçi Jim Emerson'ın harikulade analizi filmin üzerimdeki etkisini biraz sarstı doğrusu ama yine de Dark Knight son yıllarda izlediğim en iyi süper kahraman filmi hala. The Dark Knight Rises ise önümüzdeki yaz aylarında gösterime girecek. Yukarıdaki afiş fişmin teaser afişi, yani başka afişler de olacak önümüzdeki aylarda.

Hollywood'da kriz alarmı


Gerçi Hollywood her 3-4 yılda bir kriz yaşar ve bu krizden bir şekilde sağ salim kurtulur ama her seferinde majör stüdyoların üretim kalitesinde gözle görülür bir düşüş de meydana gelir. 90'ların bağımsız sinema çıkışından bu yana ( ki o bağımsız filmler düşük bütçeli ama iş yapan filmlerdi ve sektörün iştahını kabarttıkları için de iş farklı bir yön aldı ne yazık ki) Hollywood'da sürekli bir düşüş var dikkat ederseniz. Yüksek bütçeli yapımlar ( bir iki tanesi hariç belki, Nolan sağolsun ) son derece sıradan ve kötü son 10 yıldır. Ben şahsen çoğunu izlemiyorum, izlediğim az sayıda filmde de uykum geliyor nedense. Gerçek yaratıcılar hala ABD dışında yaşıyor bana sorarsanız. Hollywood'da da iyi sinemacılar var ama onların da paranın büyüsüne kapılmayıp kendilerini o saçma sapan döngüden uzak tutmaları gerekiyor. Bakın işte Hollywood yine bir krizin eşiğinde şu sıralar. Beyazperdenin en kalabalık yıldız topluluklarından birini barındıran New Year's Eve gibi bir filme rağmen son 3 yılın en düşük gişe performansını yakalamış Hollywood geçen hafta. New Year's Eve 13.7 milyon dolar, Jonah Hill'in başrolünü oynadığı The Sitter 10 milyon dolar, Twilight'ın son halkası 7.9 milyon dolar ve Disney yapımı The Muppets da 7.1 milyon dolar hasılat toplamış. Öte yandan New Year's Eve'in ne kadar da kötü bir film olduğuna dair yazılar çıkıyor Amerikan basınında. Yani hem filmler berbat, hem gişe. İnsan bir alakası olduğuna inanacak neredeyse. Özgün hiç bir şey yaratamayan Hollywood bir süre daha dünyada ilgi görmüş başarılı yapımları taklit edip berbat edecek ve bazı iyi sinemacıları kucağına çekmeye çalışacak. The Girl With the Dragon Tattoo tutarsa örneğin hemen devam filmleri de gelecek ve yeni Larsson takibe alınacak. İspanya'da yılın en beğenilen korku filmi hangisiydi, uzakdoğuda son trendler ne, Güney Amerika'da yeni bir aksiyon yokmu gibi araştırmalar yapılacak ve biz sıkılmaya devam edeceğiz. Oysa Winter's Bone gibi filmler de gösteriyor ki Amerika'nın gerçek cevherleri hala derinlerde bir yerde yaşıyor. Sundance hala yeni keşifler yapabiliyor ve ne yazık ki para hala her şeyi yozlaştırabiliyor. Çelişkilerin hepimizi esir aldığı bir dünyada yaşıyor olabiliriz ama iyi filmler izlediğimizde onlara sıkı sıkı tutunmak istememiz de biraz olsun hakkımız, değil mi?

12.12.2011

Polonya'dan sevgilerle


Bu afişler Polonya'da geçtiğimiz Ağustos ayında yapılan Amerikan Suç Filmleri festivali için hazırlanmış. Gerçi kesin bir bilgiye de sahip değilim ne yazık ki, yani bazı afişler festival için hazırlanmış ama bazıları da çok eski olabilir. Araştırmak lazım. Bazı afişler gerçekten çok yaratıcı bu arada. Günümüzün sıkıcı tasarımları nasıl da daha fena göze batıyor değil mi bu gibi farklı afişler karşısında? Kesmeden sonra afişlerin devamını bulabilirsiniz.

Eleştirmen ödülleri başladı


Eleştirmen ödülleri başladı ve uzunca bir süre de devam edecek. Özellikle ABD'de hemen her eyaletin kendi eleştirmen birliği olduğu için bir sürü ödül töreni ya da açıklaması olacak. Bu hafta New York, Boston, San Fransisco ve Los Angeles Film Eleştirmenleri Birlikleri'nin ödülleri açıklandı. Yılın en iyi filmi konusunda kesin bir konsesüs yok ama herkes The Tree Of Life'ın en iyi görüntü yönetmenine sahip olduğu konusunda hemfikir. Drive'da rol alan Albert Brooks oyuncu kategorilerinde öne çıkan isimlerden biri. Bu listeler sonuçta Oscar adaylıklarının belirlenmesinde ( hatta ödüllerin belirlenmesinde ) önemli bir gösterge olacak. Yabancı filmler arasında Bir Zamanlar Anadolu'da'nın olmayışı biraz üzücü elbette ama olsun, bu filmin değerini hiç azaltmıyor bizim nazarımızda. New York ile başlayalım.

10.12.2011

"Foley" nedir, nasıl yapılır?


SoundWorks Collection: Gary Hecker - Veteran Foley Artist from Michael Coleman on Vimeo.


Her şeyden önce "foley" kelimesinin sözlükte bir anlamı yok. Yıllar önce bu sanatı geliştiren Jack Foley'den geliyor ad. Filmlerde duyduğumuz çevre seslerinin büyük bölümünü bu folye sanatçıları yapıyor ve bu iş de aynen yukarıdaki videoda izlediğiniz gibi yapılıyor. Gary Hecker Star Wars ve Robin Hood gibi filmlerin ödüllü foley sanatçısı ve sektörün en iyilerinden biri. Bakalım hoşunuza gidecek mi?

Günün Afişi


Daha gösterime girmesine çok var gerçi ama The Amazing Spider-Man'in teaser afişi şu sıralar internette gezinmeye başladı. Bana sorarsanız güzel de bir afiş olmuş. Temmuz ayında da filmi göreceğiz bakalım.

9.12.2011

Bir aksiyon sahnesi nasıl çekilir - Bölüm 1


In the Cut, Part I: Shots in the Dark (Knight) from Jim Emerson on Vimeo.


Bu sefer biraz uzun gerçi ama film eleştirmeni Jim Emerson'ın bir ders niteliğindeki analizini izlemenizi tavsiye ederim. Emerson bir aksiyon sahnesinin nasıl çekileceğine dair hazırladığı 3 bölümlük serinin ilk bölümünde Chris Nolan'ın Dark Knight filmindeki bir sahneyi masaya yatırıyor ve adeta bir otopsi yapıyor. Nolan'ın biraz da özellikle kafa karıştırıan bir montajı tercih ettiğini söyleyen Emerson bir yandan sahneyi yerin dibine batırıyor bence. Filmi beğenip beğenmediğinizi bilemem ( ben beğenmiştim doğrusu ) ama Emerson'ın analizi gerçekten çok etkileyici ve zihin açıcı. Diğer bölümleri de önümüzdeki günlerde paylaşacağım.


Martin Scorsese anlatıyor: Leopar'ın restorasyonu


Yukarıdaki video 1963 tarihli Visconti başyapıtı Leopar'ın nasıl restore edildiğine dair kısa bir film. "Her şeyin aynı kalması için her şeyin değişmesi gerekiyor" diyerek söze başlayan kişiyse Martin Scorsese. Scorsese'nin film restorasyonuna gösterdiği ilgi artık herkesçe malum. Bu sefer de Gucci ile elele vermiş ve Il Gattopardo'yu hayata döndürmüş. Cannes'da da Dünya Sinema Vakfı'nın buna benzer çalışmaları oluyor ve hatta Fatih Akın'ın önerisiyle Metin Erksan'ın Susuz Yaz adlı filmi restore edilmiş, sonrasında da özel bir galayla gösterilmişti. Tabii bizim gibi arşiv ve koruma konusunda fena halde ayıplı bir ülke için bunlar biraz lüks hayaller ama keşke çoktandır izleyemediğimiz sayısız filmimiz için de böylesi girişimler olsa. Gerçi haksızlık etmeyelim, daha geçen haftalarda Kemal Sunal filmlerinin HD kalitesinde izlenebileceğine dair haberler çıkmıştı. Bazı ufak tefek çalışmalar var aslında ama bize gereken daha büyük çaplı operasyonlar şüphesiz.

8.12.2011

John Lennon - Imagine


Yaşasaydı 71 yaşında olacaktı şu günlerde ama bundan tam 31 yıl önce bugün bir suikaste kurban gitti. John Lennon'ı anmadan, hatırlamadan, ona kulak vermeden olmaz. Tam da Wall Street'i İşgal Et eylemlerinin yayıldığı, tam da Arap Baharı'nın sokakları canlandırdığı, tam da barışın özlendiği şu günlerde onsuzluk daha da bir koyuyor adama. Selam olsun.

Klasik Sahne: Children Of Men



Children of Men (2006) from Eighty Eight Takes on Vimeo.


2006 tarihli Children Of Men distopik bir gelecek hayalinin en başarılı uygulamalarından biri olsa gerek. Slavoj Zizek'in de dediği gibi, "alternatif bir gerçeklik sunmaktan ziyade gerçeğin kendisini yansıtıyor gibi". Gerçekten de filmde bugün dünyada göremeyeceğiniz hiç bir şey yok gibi. Zaten 2027 gibi çok da uzak olmayan bir gelecekte geçiyor ve kıyamet sonrası ya da öncesi gibi değil de tam da kıyamet anını anlatıyor sanki. Sona o kadar yakınız ki aslında, bunu anlamak hiç zor değil filmi izleyince. Herneyse, gelecek hakkında ahkam kesmek çoğu zaman nafiledir, uzatmayayım. Yukarıdaki sahne muhtemelen sadece filmin değil, sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biri. Hem filmdeki önemli bir dönüm noktasını imliyor, hem de izleyici her anlamda soluksuz bırakıyor. Arabanın içindeki kameranın hiç kesme yapmadan nasıl bütün sahneyi çekebildiği ise bambaşka bir ustalık gösterisi aslında. Sırf bu sahne için inşa edilen düzenek gerçek bir icat bana sorarsanız. Aşağıda fotoğraflarını da göreceksiniz bu harika düzeneğin. Kameranın arabanın tepesinden içeri sokuluduğunu ve uzaktan idare edildiğini söylememe gerek yok herhalde. Sahnenin sonunda kameranın arabanın dışına çıkıp da izleyiciyi allak bullak ettiği yerse şapkadan tavşanın çıktığı an. Tam çözdüm derken yeniden afallıyorsunuz, değil mi? Her anlamda müthiş bir sahne ve muhteşem bir film.




Günün Trailer'ı: I Melt With You


Benzer konuyu işleyen başka filmler ( hatta diziler, örneğin Mad Dogs ) oldu gerçi ama I Melt With You'nun Sundance'de olumlu tepkiler alması ilgimi çekti benim. Trailer görüntülerinden anladığım kadarıyla görsel dili, atmosferi fena değil. Oyuncu kadrosu da ( Rob Lowe, Jeremy Piven, Thomas Jane, Sasha Grey, Carla Gugino ) yabana atılacak cinsten değil doğrusu. Gelse de izlesek. IF sesimizi duyar mı acaba?

Kevin Spacey'den mini oyunculuk dersi





Mini bir ders gerçekten de, çünkü topu topu 1 -2 dakika sürüyor. Kısa ama önemli bir ders bence çünkü oyunculuğun, özellikle de sinema oyunculuğunun aslında ne olduğu, ne olması gerektiğine dair bir takım şeyler söylüyor Spacey. Gerçekten de sinema nihai olarak yönetmenin sanatı ve onun da oyuncudan farklı versiyonlar istemek gibi bir hakkı da var. 

7.12.2011

Kritik: Margin Call


Kimileri dünyanın sonunun kapitalizmin sonuyla eş zamanlı olacağını düşünüyor. Oysa kapitalizmin sonu yeni bir başlangıç anlamına da gelebilir. Bir süredir dünyanın gelişmiş ülkelerini dalga dalga saran işgal eylemleri size de bu anlamda umut verici gelmiyor mu? Doğrusu Margin Call'un zamanlaması tam da krizin yeni bir evresine denk düştüğü için son derece çarpıcı geldi bana. Zeitgeist meselesi. Ekonomiyle, parayla, paylaşımla ve sınıflararası çatışmayla ilgili düşüncelerimizi gözden geçirmemiz gereken zamanlar bunlar ve Margin Call da tam olarak bunu yapıyor gibi geldi bana. Film 2008 krizinin sıfır noktasını anlatıyor. Elbette Lehman Brothers adı geçmiyor ama, tıpkı onun gibi büyük bir finans kuruluşunda çalışan bir analistin bulguları kapitalist sistemin en büyük krizlerinden birinin eşiğinde olunduğunu gösteriyor ve bu da sonuçta global bir çöküşün fitilini ateşliyor. Şirketin içinde kademe kademe büyüyen bir panik, hiyerarşik düzen uyarınca tepedeki patrona kadar yansıyor ve kimi zorlu ekonomik terimlerin kafa karıştırdığı bir atmosferde gerçek anlamda bir ahlaki muhakeme ( ve tartışma ve çöküş ) vuku buluyor. Şunu söylemeliyim ki, ilk filmini çeken J.C. Chandor her anlamda ustaişi bir film çıkarmış ortaya. Filmin senaryosunu da kendi yazmış ki, son yıllarda Hollywood'un en büyük sıkıntı çektiği meselenin senaryo yazımı olduğunu söyleyebilirim. Chandor özgün bir hikaye yakaladığı gibi, diyaloglarıyla da tam anlamıyla döktürmüş. Doğrusu izlediğimde bir tiyatro oyununun sinema uyarlaması olduğunu bile sandım. Hani filmin sonunda "bir David Mamet oyunundan uyarlanmıştır" ibaresi görsem hiç şaşırmayacaktım. Zaten izler izlemez Glengarry Glen Ross ile Wall Street karışımı olduğunu düşünmüştüm ( ki Glengarry bir Mamet oyunudur ) filmin. Chandor'un senaryo ve diyaloglardaki başarısı bir yana, filmi çekerken yarattığı görsel atmosfer ve soğuk pastel tonlarla güçlendirdiği ruh hali de Margin Call'un etkileyiciliğinde pay sahibi. Tabii bir tebrik de oyunculara. Kevin Spacey, Paul Bettany, Jeremy Irons, Demi Moore, Simon Baker, Zachary Quinto, Penn Badgeley ve Stanley Tucci'den oluşan kadro son yıllarda benim izlediğim en iyi "ensemble" performanslarından birini sunuyor. Sonuç itibariyle Margin Call, gerek içeriği, gerek şekli şemali ve gerekse oyuncuları itibariyle sezonun görülmesi gereken filmlerinden biri olarak övgülerimizi topluyor. Benden 5 üstünden 4 yıldız. ****

Klasik Sahne: Psycho



Madem öyle, Hitchcock'un en ünlü sahnesini ben paylaşayım. Bu giriş cümlesinin ne ifade ettiğin anlamayanlar bir alttaki videoya bakabilirler. Gerçekten de Alfred Hitchcock'un çektiği filmler içinde en ünlüsü Psycho, ve o filmin de en ünlü sahnesi yukarıdaki "duş" sahnesidir. Sahne gerçek bir montaj harikasıdır. Siyah beyaz oluşu hem sahnenin gore ( ya da iğrençlik mi demeli ) dozunu dengeler hem de yönetmene ışık/gölge oyunları anlamında daha fazla manevra imkanı tanır. Tüm filmin tekinsiz gölgeler, ürpertici karaltılar ve ışığın zar zor yırtarak sızabildiği karanlıklarla bezeli olduğunu düşünürseniz siyah beyaz tercihinin ne kadar manidar olduğunu da takdir edersiniz. Bu arada Zizek'in Pervert'a Guide to Cinema adlı müthiş belgeselini de izlemenizi öneririm. Psycho'ya özellikle önem atfeden Zizek filmdeki 3 katlı evi insanın bilinçaltına benzetir ve en üst katı süperego, bir alt katı ego ve bodrum katını da id olarak tanımlar. Öte yandan Psycho ile ilgili çok sayıda kitap yazıldığını da hatırlatmakta yarar var. Bunların sonuncularından biri olan ve The Moment of Psycho: How Alfred Hitchcock Taught America To Love Murder adlı David Thomson kitabını özellikle tavsiye ederim. Aşağıda aynı sahnenin bir de Gus Van Sant yorumu var. Ustasının eline su dökemez belki ama Van Sant'in de zaten Hitchcock'la yarışmak değil ona saygı sunmak gibi bir niyeti vardı.


36 Hitchcock cinayeti tekmili birden


Hitchcock filmlerinden seçilmiş 36 cinayet sahnesinin eş zamanlı olarak yer aldığı bu videoyu ilginç bulacağınızı tahmin ediyorum. Gerçi Hitchcock cinayetlerinin en ünlüsü burada yok ama geri kalanları da beğeneceksiniz. Bakalım kaç tanesini hatırlıyorsunuz? Ful ekran izlemenizi tavsiye ederim.

6.12.2011

The Wire meraklılarına


Ne yazık ki yukarıda gördüğünüz The Wire temalı Monopoly oyunu bir hayal. Tabii şimdilik! Belki parker'dakiler bunu gerçeğe dönüştürmek isteyebilirler. Fena olmaz, değil mi?

Günün Trailer'ı: Extremely Loud and Incredibly Close


Romanını okumadım ama okuyanlardan övgüsünü işittim. Filmin trailer görüntüleri de fena durmuyor. Kameranın arkasında çektiği her filmle Oscar'a aday gösterilen Stephen Daldry var. Bakalım bu kez de aday olacak mı?

5.12.2011

Avrupa Film Ödülleri 2011


Avrupa Film Ödülleri Berlin'de düzenlenen bir törenle sahiplerini buldu. 24. kez düzenlenen törende şu filmler ve isimler ödüllendirildi.

Yılın Filmi: Melancholia - Lars Von Trier
Yılın Yönetmeni: Susanna Bier - Haevnen ( In A Better World )
Kadın Oyuncu: Tilda Swinton - We Need To Talk About Kevin
Erkek Oyuncu: Colin Firth - The King's Speech
En İyi Senarist: Jean-Pierre ve Luc Dardenne - Le Gamin Au Velo
Görüntü Yönetmeni: Manuel Alberto Claro - Melancholia
Montajcı: Tariq Anwar - The King's Speech
En İyi Belgesel: Pina


Cahier du Cinema'ya göre 2011'in en iyileri


Malum Cahier du Cinema sinema dünyasının en köklü ve en etkili dergilerinden biri. Fransız Yeni Dalga akımının da çekirdeği bu dergiden yetişme denebilir. Truffaur, Godard, Chabrol gibi birçok sinemacı mesleğe burada yazılar yazarak başladı. O yüzden Cahier'nin değerlendirmelerine her zaman önem verir ve fırsat buldukça takip ederim. İşte size Cahier du Cinema yazarlarına göre 2011'in en iyi 10 filmi.

Harf sırasına göre
* A Burning Hot Summer - Philippe Garrel
* Essential Killing - Jerzy Skolimowski
* House of Tolerance ( L'Apollonide ) - Bertrand Bonello
* Meek's Cutoff - Kelly Reichardt
* Melancholia - Lars Von Trier
* Outside Satan ( Hors Satan ) - Bruno Dumont
* The Strange Case of Angelica ( O Estranho Caso de Angelica ) - Manoel de Oliveira
* Super 8 - J.J. Abrams
* The Tree of Life - Terrence Malick
* We Have A Pope ( Habemus Papam ) - Nanni Moretti

Liste böyle. Şimdi Cahier kusura bakmasın ama Super 8 benim nazarımda bu listeye giremez doğrusu. Filmi izledim ve açıkçası hiç etkilenmedim. Skolimowski'nin filminini de ustaca olduğunu kabul ediyorum ama yine bence yılın en iyilerinden biri değil. Bilmem siz ne düşünürsünüz.

İngiliz bağımsızları ödüllendirildi


İngiliz Bağımsız Sinema Ödülleri, kısaca Bifas, dün gece yapılan bir törenle sahiplerini buldu. Yılın öne çıkan filmi Paddy Considine imzalı Tyrannosaur oldu. En İyi Bağımsız Film ödülünü alan Tyrannosaur, Paddy Considine'a En İyi İlk Yönetmenlik, Olivia Colman'a da En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini getirdi. Michael Fassbender Shame'deki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu seçilirken, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü Coriolanus ile Vanessa Redgrave, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü de Kill List ile Michael Smiley aldı. İran filmi A Seperation'ın ( Bir Ayrılık ) En İyi Yabancı Bağımsız Film, Senna'nın En İyi Belgesel ödüllerini aldığı Bifa'larda en büyük hayal kırıklığını 7 adaylığa rağmen sadece teknik bir ödül alabilen Tinker, Tailor, Soldier, Spy yaşadı. En İyi Yönetmen ödülünüyse We Need To Talk About Kevin ile Lynne Ramsay aldı.

Klasik Sahne: Potemkin Zırhlısı


Sinema tarihinin en ünlü sahnesi bu mudur? Sanırım öyle. Ya da en ünlülerinden biri diyelim. Sergey Eisenstein'ın sessiz filmi Potemkin Zırhlısı bugün sinemanın ilk başyapıtı olarak kabul ediliyor. Filmi izlemeyenler için önerim derhal edinip izlemeleri elbette ama sırf yukarıdaki sahne bile neden Potemkin Zırhlısı'nın sinemanın en önemli başyapıtlarından biri olduğu hakkında fikir veriyor. Özellikle de son bir dakikadaki o bebek arabasının basamaklardan indiği bölüm inanılmaz gerilimli. Bu sahne hem çekim tekniği hem de montaj açısından kendisinden sonra gelen hemen her şeyi değiştirdiği gibi birçok ünlü yönetmene de ilham vermiştir. Brian De Palma'nın The Untouchables'da çektiği tren istasyonu sahnesi de Odessa Merdivenleri sahnesine yapılan göndermelerin en ünlüsüdür. Aşağıda da o sahneyi bulacaksınız. Elbette Eisenstein'ın görkemi The Untouchables'da yok ama birçok bakımdan De Palma'nın sahnesi de muhteşemdir. Hatta De Palma yıllar sonra yine bir istasyon sahnesinde benzer bir göndermede bulunmuş ama bu sefer işi daha kısa kesmiştir. Artık o filmin hangisi olduğunu söylemeyeceğim, meraklısı biliyordur nasıl olsa diye düşünüyorum.




3.12.2011

Kubrick filmografisi


Stanley Kubrick - a filmography HD from Martin Woutisseth on Vimeo.


Stanley Kubrick'in yaklaşık 50 yıllık kariyeri ve topu topu 13 filmi var. Bunların ilki olan Fear and Desire'ı muhtemelen kimse bilmez, ya da çok az kişi bilir. Ben izlemedim örneğin ve bildiğim kadarıyla DVD'si de yok. Ama onun haricindeki 12 filmi çok iyi bilinir ve herhalde sinema tarihinin izlenme oranı en yüksek yönetmenlerinden biridir. Yukarıda Kubrick'in filmografisinin animasyon bir özetini göreceksiniz. Fransız grafik sanatçısı Martin Woutisseth tarafından hazırlanan klibi ben beğendim, bakalım siz ne düşüneceksiniz.

2.12.2011

Günün Trailer'ı: The Raven


Edgar Allen Poe'nun çok acıklı bir yaşam öyküsü var aslında. Onun öykülerini okuyup, o öykülerden uyarlanan filmleri izleriz de, yazarın inanılmaz zor geçen hayat öyküsünü çoğumuz bilmeyiz. Ben de açıkçası "Oscar Nasıl Wilde Oldu" adlı nefis kitabı okuduğumda öğrendim. Okumamış olanlara tavsiye ederim. Öte yandan James McTeigue'in imzasını taşıyan The Raven yazarın hayatını anlatmaktan ziyade bir fanteziyi kurguluyor. Ne kadar başarılı bir film çıktı ortaya bilinmez. Belki trailer biraz fikir verebilir.

Ödül sezonu açıldı


Ödül sezonu açıldı ve Oscar'a kadar da devam edecek. Şimdi hemen her hafta en az bir - iki ödül töreni düzenlenir ve sırayla, çoğu zaman da aynı filmlerin aldığı ödüllerin haberleri duyulmaya başlar. National Board of Review sezonun ilk ödüllerini dağıtmadı belki ama ( Gotham ödülleri ondan önce davrandı ) Hollywood'un ilk önemli ödülleri olarak algılamak mümkün. Tabii bu ödüller sektörün Oscar'a giden yolda önemli bir göstergesi olacak.

National Board of Review bu yıl En İyi Film Ödülü'nü Martin Scorsese'nin yeni filmi Hugo'ya verdi. En İyi Ödülü de Martin Scorsese'nin oldu. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü The Descendants ile George Clooney; En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü de We Need To Talk About Kevin ile Tilda Swinton aldı. Tam listeyi aşağıda bulabilirsiniz. Ama şu yorumu yapmama müsaade edin lütfen, En İyi İlk Film ödülüne layık bulunan J.C. Chandor bence ödülü kesinlikle hak ediyor, zira Margin Call gerçekten güçlü bir film ( Kritik yazısı çok yakında geliyor inşallah ).


En İyi Film: Hugo
En İyi Yönetmen: Martin Scorsese ( Hugo )
En İyi Erkek Oyuncu: George Clooney ( The Descendants )
En İyi Kadın Oyuncu: Tilda Swinton ( We Need To Talk About Kevin )
En İyi Yard. Erkek Oyuncu: Christopher Plummers ( Beginners )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Shailene Woodley ( The Descendants )
En İyi Özgün Senaryo: Will Reiser ( 50/50 )
En İyi Uyarlama Senaryo: Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash  (The Descendants )
En İyi Animasyon: Rango
En İyi Çıkış Yapan Oyuncu: Felicity Jones ( Like Crazy ), Rooney Mara ( The Girl With The Dragon Tattoo )
En İyi İlk Film ( Yönetmen ): J.C. Chandor ( Margin Call )
En İyi Oyuncu Kadrosu: The Help
Yabancı Dilde En İyi Film: A Seperation ( İran )
En İyi Belgesel: Paradise Lost 3: Purgatory


Günün Afişi


The Cabin In The Woods ilk bakışta benzerlerini çokça izlediğimiz korku filmlerine benziyor. Ama öncelikle afişini beğendiğimi itiraf etmeliyim. Ayrıca filmin Cloverfield'in yazarları Drew Goddard tarafından çekilmiş olması da merakımı uyandırmıyor değil doğrusu. Joss Whedon da işin içinde, ki Buffy yüzünden onun da hayranı çoktur bildiğim kadarıyla. Ben hariç.

Sundance'te bir Türk filmi


Hafızam beni yanıltmıyorsa dünyanın en önemli bağımsız sinema festivali olan Sundance'e ilk kez bir Türk filmi kabul ediliyor. Raşit Çelikezer'i tebrik etmek lazım. Ne yazık ki ben Can'ı izleyemedim ama madem ki Sundance'e kabul edilmiş, izlemek farz oldu. Hemen hatırlatayım Can geçen Ekim ayında Antalya film Festivali'ne katılmış ve filmin küçük oyuncusu Berkan Demirbağ çocuk oyuncular arasında paylaşırılan özel ödülü alırken, film de Antalya Kent Konseyi İzleyici Ödülü'nü almıştı. Sundance'te En İyi Uluslarası Film kategorisinde yarışacak olan filmde Serdar Orçin ve Selen Uçer de rol alıyor.

Saul Bass'a özlem duyanlar için


The Title Design of Saul Bass from Ian Albinson on Vimeo.


"Niye özlem duyalım ki" diyebilirsiniz elbette, ne de olsa Saul Bass'in jeneriklerini yaptığı filmleri alıp izlemek, ya da hatta koleksiyonunu yapmak mümkün. Ama onun gibisinin gelmediğini de kabul etmek lazım. Yukarıdaki kısa derlemeyi Ian Albinson yapmış. İçinde Saul Bass'in klasikleşmiş jeneriklerini göreceksiniz ve eminim bazı filmleri yeniden izlemek gibi bir isteğe kapılacaksınız. Ben mesela The Man With The Golden Arm ya da Anatomy of A Murder'ı gözüme kestirdim.

Werner Herzog mu daha komik, Eddie Murphy mi?


Herzog'a sorarsanız kendi filmleri Eddie Murphy'ninkilerden daha komik. Doğrusunu isterseniz Eddie Murphy'nin mizahı zaten bana hiç komik gelmemiştir. Yani bu konuda Herzog'a hak vermek benim için çok kolay. Bir de kendi ağzından dinlemek isterseniz yukarıdaki videoya bir göz atın.