24.05.2015

Cannes: Altın Palmiye Jacques Audiard'ın oldu

Altın palmiye fransız sinemacı Jacques Audiard'ın oldu
12 gün süren heyecan sona erdi ve 68. Cannes Film Festivali'nde ödüller az önce sahiplerini buldu. Fransız sinemacı Jacques Audiard'ın Dheepan adlı filmi Altın palmiye ödülüne layık bulundu. Audiard ödülünü adet olduğu üzre jüri başkanının elinden, yani Coen Biraderler'den aldı. Sunuculuğunu Lambert Wilson'un üstlendiği gecede Fransız sinemasının yaşayan efsanelerinden Agnes Varda'ya bir Onur palmiyesi sunuldu.

Ödel dağılımı söyle şekillendi:

Kısa Film Altın Palmiye: Waves '98 ( y: Ely Dagher )
Altın Kamera: La Tierra y la Sombre ( y: Cesar Acevedo )
En İyi Senaryo: Chronic - Michel Franco
Jüri Ödülü: The Lobster ( y: Yorgos Lanthimos )
En İyi Kadın Oyuncu: Rooney Mara ( Carol ) ve Emmanuelle Bercot ( Mon Roi )
En İyi Erkek Oyuncu: Vincent Lindon ( La Loi du Marché )
En İyi Yönetmen: Hou Hsiao-Hsien ( The Assasin )
Büyük Ödül: Son of Saul ( y: Laszlo Nemes )
Altın Palmiye: Dheepan ( y: Jacques Audiard )

Cannes: Türk sinemacıya ödül



Bu yıl Cannes Film Festivali'ne Türkiye sinemasından bir katılım ya da katkı olmadı ama Fransa adına festivale katılan Türkiye doğumlu bir sinemacı ilk uzun metrajlı filmiyle son derece olumlu bir etki uyandırdı, hatta ödül aldı. deniz gamze Ergüven'den ve filmi Mustang'den bahsediyorum. Açıkçası Ergüven'in adını ilk kez duyduğum için biraz kendimden utandım ama bundan sonra çok daha sık duyacağımızı düşündüğüm için de kıvanç duydum. Fransa'nın ünlü sinema okulu FEMIS'ten mezun olan Ankara doğumlu Ergüven filmini Türkiye'de çekmiş. Konusu da bir hayli ilginç ve tabii bir o kadar da tanıdık. Hayatları hızla cehenneme dönüşen 5 genç kızın hikayesini ( aile ve çevre baskısı, zorla gelen evlilikler vb. ) anlatan Mustang kadına karşı şiddetin alabildiğine arttığı ülkemizde aslında çok önemli bir meseleye parmak basıyor. Bu gibi önemli konularda izleyiciye parmak sallayan, öğretme zorbalığına soyunan filmlerin ne kadar hayal kırıklığı yarattığını biliyoruz. Ama açıkçası Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde Europa Cinemas Label Ödülü'nü kazanan filmin böylesi bir tuzağa düşmediğini düşünüyor ve bir an evvel ülkemizde vizyona girmesi için dağıtımcılarımızın harekete geçmesini umuyorum. Tebrikler bir kez daha Ergüven'e.


Bande-annnonce de Mustang Quinzaine des... paylaşan: Telerama_BA

Cannes: Eleştirmenlerin tercihi Son Of Saul oldu



Bu gece Cannes Film Festivali sona erecek ve Altın Palmiye dahil tüm ödüller sahiplerini bulmuş olacak. Coen Biradeler'in başkanlığını yaptığı jürinin hangi film, sinemacı ve oyuncuları ödüllerndirdiğini saatler sonra öğreneceğiz ama diğer jüriler kararlarını açıkladılar ve ödüllerini verdiler bile. Bunlardan biri de FIPRESCI jürisi. Eleştirmenler ve sinema yazarlarından oluşan FIPRESCI bu yıl ana yarışmada yer alan filmler arasından Son Of Saul'u ödüle layık bulduğunu açıkladı. macar sinemacı Laszlo Nemes'in adı festivalin ilk günlerinden beri yüksek sesle söyleniyordu zaten ve ödüle yakın olduğu da aşikardı. Bana sorarsanız ( filmi izlemeden, genel bir tecrübeye dayanarak söylüyorum elbette ) Nemes'in filmi Altın Palmiye jürisinden büyük bir ödül alacak, örneğin Jüri Ödülü ya da Jüri Özel Ödülü ve hatta En İyi Yönetmen ödülü gibi. FIPRESCI ayrıca Un Certain Regard bölümünden Masaan ( y: Neeraj Ghaywan ) ve Eleştirmenlerin haftası bölümünden de Paulina'yı ( y: Santiago Mitre ) ödüle layık buldu. Paulina'nın Eleştirmenlerin Haftası bölümünün büyük ödülünü aldığını da ayrıca hatırlatayım.

Cannes: Un Certain Regard'ın ödülü Rams'e gitti


Cannes'ın yan bölümleri arasında en çok öne çıkan uzun yıllardır Un Certain Regard'dır. Belirli Bir Bakış olarak dilimize çevrilen bu bölüm genellikle yeni keşiflerin, tokat gibi çarpan filmlerin, gelecekte adlarını sıkça duyacağımız muhtemel sinemacıların buluştuğu bölümdür. Steve McQueen'in Hunger, Yorgos Lanthimos'un Dogtooth, Alain Guiraudie'nin Stranger By The Lake ve Ruben Östlund'un Force Majeure gibi filmleri hep Un Certain Regard'da görücüye çıkan yapımlardandı. Bu yıl bu bölümde yarışan 19 filmin içinde de yine keşfe değer çok önemli filmler olduğuna şüphem yok, henüz izleyemediysem de. Dün yapılan törende başkanlığını Isabella Rossellini'nin üstlendiği ve Nadine Labaki, Tahar rahim ve Haifaa Al-Mansour'dan oluşan Jüri Büyük Ödülü Rams adlı filme verdiğini açıkladı.  İzlandalı sinemacı Grimur Hakonarson henüz 2. uzun metrajlı filmiyle bu ödülü alarak adını izlenmesi gereken yönetmenler listesine yazdırmış oldu. Rakipleri arasında Corneliu Porumboiu, Brillante Mendoza, Apichatpong Weerasethakul ve Naomi Kawase gibi isimler olduğunu da hesabe katmak lazım tabii. Un Certain Regard'da tam ödül dağılımı şöyle oldu:

Bu yılın ödül sahibi: Grimur Hakonarson

Büyük Ödül: Rams ( y: Grimur Hakonarson - İzlanda )
Jüri Ödülü: The High Sun ( y: Dalibor Matanic - Hırvatistan )
En İyi Yönetmen: Kiyoshi Kurosawa ( Journey To The Shore ile - Japonya )
Gelecek Vaat Eden Sinemacı Ödülü: Neeraj Ghaywan ( Hindistan ) ile Ida Panahandeh ( İran )
Belirli Bir Yetenek Ödülü: Corneliu Porumboiu ( The Treasure ile - Romanya )


17.05.2015

Altın Palmiye yarışında son durum

Son of Saul'un yönetmeni Laszlo Nemes ( ortada ) ve film ekibi Cannes'da
68. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye yarışında 3 gün geride kaldı. Bu üç gün boyunca 6 film gala yaptı ve jüri karşısında sınav verdi. Sadece jüri değil, sinema yazarları, eleştirmenler de izledi filmleri ve çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Örneğin Gus Van Sant'in The Seaof Trees adlı filminin basın gösteriminde yuhalandığını biliyoruz. Peki Ya diğerleri. Cannes'da festival sırasında günlük olarak yayınlanan dergilerden Screen International her sayısının son sayfasını yıldız tablosuna ayırır ve meraklılar bu tabloya bakarak hangi filmlerin beğenildiğini, kimlerin ödül için avantajlı olduğunu takip eder. Bu tabloyu oluşturan isimler arasında Sight & Sound'dan Nick James, Positif'ten Michel Ciment, Liberation'dan Julien Gester ve Didier Peron, The Village Voice'tan Stephanie Zacharek gibi eleştirmenler var. Buna göre ilk üç günün ortalamasında sıralama şöyle oluşmuş:

Son of Saul ( y: Laszlo Nemes ) - 2.8
My Mother ( y: Nanni Moretti ) - 2.6
Our Little Sister ( Y: Hirokazu Kore-eda ) - 2.5
The Lobster ( y: Yorgos Lanthimos ) - 2.4
Tale of Tales ( y: Matteo Garrone ) - 2
The Sea of Trees ( y: Gus Van Sant ) - 0.6

En yüksek notun 4 olduğunu hatırlatalım ve Gus Van Sant hariç hemen herkesin şimdilik yakın gittiğini belirtelim. Tabii ki Macar sinemacı Nemes'in diğerlerinden bir adım önde alduğunu kabul etmek gerek. zaten Cannes gibi son derece üst düzey isimlerin yarıştığı bir festivale adı neredeyse hiç duyulmamış bir sinemacının ( hem de ilk filmiyle ) davet edilmesi için muhteşem bir film yapmış olması gerektiğini takdir edersiniz. Yani Nemes'in filminin bu denli beğenilmesi boşuna değil. Zaten her festival yeni ve müthiş bir sinemacıyı keşfetmek için can atmaz mı?

16.05.2015

Gus Van Sant Cannes'da yuhalanınca


En son 2012'de Promised Land adlı filmiyle izleyiciyle buluşan ve birçoklarına hayal kırıklığı yaşatan Gus Van Sant anlaşılan bir kez daha hayranlarını üzdü. Son filmi The Sea OF Trees ile yarışmaya katılan Gus Van Sant filminin dün düzenlenen basın gösteriminde eleştirmenler tarafından fena halde yuhalanmış. "Mış" diyorum zira Cannes'da değilim ve çeşitli internet yayınları üzerinden uzaktan festivali takip etmeye çalışıyorum. Yine okuduğuma göre yönetmen filme dair sadece tek bir eleştiri okuduğunu söylemiş ve aklına 2003'teki Elephant'ın sebep olduğu tartışmaların geldiğini eklemiş. Hemen hatırlatalım, 003 yılında festivalde yarışan Elephant tam manasıyla eleştirmenleri bölmüş ve hatta bu konuda kavgalar çıktığı haberleri gelmişti. Sonuçta film hem Altın Palmiye'yi hem de En İyi Yönetmen ödülünü kazanmıştı. Filmde başrollerden birini oynayan Matthew McConaughey basın toplantısında yönetmeni bir anlamda savunmaya soyunmuş ve "İsteyen herkes yuhalamakta veya alkışlamakta serbesttir" demiş.

Woody Allen Cannes'da: Irrational Man



Amerikalı usta sinemacı Woody Allen bu yılki filmini ilk kez Cannes'da görücüye çıkardı. Yarışma dışı olarak festivalde gösterilen filmde yine sağlam kadrosu var elbette ve bu kadronun öne çıkan ismi de galada tüm gözlerin üzerine çevrildiğini anladığımız Emma Stone. Film varoluşsal bir kriz yaşayan bir felsefe profesörüyle ilişkiye girdiği genç öğrencisi arasında geçen bir Woody Allen komedisi. Allen'ın bu seferki yansıması ise Joaquin Phoenix olmuş. 79 yaşındaki sinemacı bir süredir filmlerinde oynamayı bıraktı ( ya da daha ufak ve iddiasız roller üstleniyor ) ve hemen her filminde canlandırdığı kafası karışık, nevrotik entelektüel tiplemesini de ( ya da bu tiplemenin bir versiyonunu ) farklı farklı oyunculara oynatmaya başladı. Bakalım Joaquin Phoenix nasıl bir iş çıkarmış bu rolde? Tahminim FilmEkimi'nde izleriz. Siz şimdilik trailer'ıyla idare edin.

Kritik: Mad Max: Fury Road



Mad Max: Fury Road'un hemen başında 20 - 30 saniye süren durağan bir sahne var. Bu sahne sırasında yerinize oturdunuz oturdunuz, yoksa bir daha başınızı perdeden çevirmeye bile vaktiniz olmayacak, inanın. George Miller'ın son Mad Max filminden 30 yıl sonra önümüze getirdiği film o denli hızlı ve nefes nefese.


Aslına bakarsanız Miller neredeyse 15 yıldır yeni bir Mad Max filmi için uğraşıyor ama kelimenin tam anlamıyla şansı yaver gitmiyordu. İlk salvo 11 Eylül saldırılarıyla geldi. Bir anda ABD doları Avustralya doları karşısında o kadar değer kaybetti ki, bütçe inanılmaz şekilde şişti ve iş yattı. O zamanlar hala mel Gibson vardı sahnede. Sonra 2009'da neredeyse motor deniyordu ki ( bu kez Tom Hardy çıkmıştı sahneye ) 15 yıldır olmayan şey oldu ve çekimlerin yapılacağı Avustralya çölüne yağmur yağdı. Öyle bir yağdı ki hem de, 2 yıl kurumadı bölge. Proje bir kez daha rafa kalktı tabii. Ve nihayet 2015'te, hem de birbirinden iddialı aksiyon filmlerinin olduğu bir sezonda, son yıllarda izlediğimiz en dört başı mamur aksiyon filmi olarak perdeye düşmüş oldu Mad Max: Fury Road.


Postapocalyptic ( Kıyamet-ertesi ) bir dünyada, su, taze sebze meyve ve bilumum gıdanın altın değerinde olduğu bir zamanda ( ki aslında yakın gelecekte bir ortaçağ karanlığı sunuyor bize ), "kavimler" arası ilişkilerin belirli çıkarlar ve ticari ilişkiler üzerine kurulduğu bir gelecek tasviri var filmde. King Immortan ( Ölümsüz Joe ) hükümdarlığı altında nadiren onlara bahşedilen suya hasret binlerce insan sefalet içinde yaşarken, War Boys tarafından yakalanan ve kan grubunun uygunluğu yüzünden Evrensel Kan Verici olarak yaftalanan Max belirsiz bir geçmişte yitirdiği karısı ve kızının hayaliyle çöllerde avare avare dolaşan bir sürücüden başkası değildir aslında. Tutsaklığı Imperator Furiosa'nın ( Charlize Theron ) isyanıyla bir anda sona erecek ve Max bir kan torbası olarak savaşçı çocuklardan birinin, Nux'un ( Nicholas Hoult ) otomobilinin önünde asılı bir halde, bir av partisinde aksesuar haline dönüşecektir.


Filmi yaklaşık 2 saat süren bir takip sahnesi olarak nitelemek yanlış olmaz. Bu argüman filmin sıkıcılığa mahkum olabileceği endişesini de taşıyor beraberinde, kabul, ama izleyince göreceksiniz ki, hiç de öyle değil. Miller son derece ustalıklı bir rejiyle ve minimal düzeyde CG ile çektiği filmde hemen hiç bir fazlallığa yer vermemiş ve derdini de mükemmelen anlatmayı becermiş. Bu anlamda film tam bir kurgu harikası. Hemen her kare üzerinde çok kapsamlı bir ön çalışma yapıldığı ve hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı açık. Aksiyonun doruğa çıktığı sahnelerde izleyici olan bitenin içinde kaybolmak yerine kendini her şeyin tam ortasında hissediyor. Arkasında dev bir ses duvarıyla ilerleyen ve savaşçılara gaz veren gitarist ise biraz daha fazla karede kalsa izleyiciye head bang yaptırmaya başlayacak, o kadar iyi. Bunların ötesinde filmin görsel tasarımı, çölden ilham alan renk skalası, gelecek vizyonunu muhteşem şekilde öne çıkaran kostümleri ve elbette bakmaya doyamacağınız güzellikteki makina ( otomobiller, tırlar, motorsikletler vs ) tasarımları da takdire değer.


Mad Max: Fury Road aslında köleliğe başkaldıran Furiosa ve kadınların hikayesi. Topu topu 20 - 30 kelime konuşan ve nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen Max bu macerada izleyici için bir çıpa görevi görüyor büyük ölçüde. Zaten son derece hızlı akan filmde karakterlerin hiç biriyle tam bir özdeşlik kuramıyor ama hemen hepsiyle belli noktalarda empati bağları oluşturuyorsunuz. Örneğin, ilk başta Nux'un saçma sapan şehadet arzusu aşırı gelirken, aşkla tanıştıktan sonra ölüm tehlikesiyle karşılaştığında yaşadığı duygusal çelişkiyi Miller çok güzel aktarıyor izleyiciye. Yanlış anlamanızı istemem bu arada, filmde bir çok süper kahraman hikayesinde bile karşımıza çıkan hamasi söylemlerden eser yok. Elbette Ölümsüz Joe bu tip söylemleri tebasına karşı kullanıyor ama bu palavraları izleyici yutmuyor asla ve bu vahşi dünyada yaşanan acımasız kavganın bir diktatörün devrilmesiyle bitmeyeceğini kavrıyor. Öte yandan filmin ana omurgasını oluşturan isyanda çok sağlam bir feminist damar da mevcut ve bu da Mad Max: Fury Road'un önümüze getirdiği gelecek tasviri açısından son derece önemli ve çarpıcı. John Lennon'ın yıllar önce söylediği gibi, "Kadın dünyanın zencisidir" ve her ne olacaksa ancak onlar başkaldırdığında olacaktır.


11.05.2015

Venedik'te jüri başkanı Alfonso Cuaron


Meksikalı sinemacı Alfonso Cuaron önümüzdeki Eylül ayında venedik Film Festivali'nin jüri başkanlığını üstlenecek. En son Gravity adlı filmiyle venedik Film Festivali'ne katılan ( ki o zaman yarışma dışı gösterilmişti Gravity ) Cuaron 72. kez düzenlenecek festivalin yabancısı değil. Daha önce 2001 yılında Y Tu Mama Tambien ve 2006'da da Children of Men ilk göstermlerini Venedik'te yapmış filmlerdi. Gravity ile Oscar da alan Cuaron'un jürisinde başka hangi isimlerin yer alacağı ise henüz belirlenmiş değil. Venedik Film festivali bu yıl 2 - 12 Eylül tarihleri arasında düzenlenecek.

9.05.2015

Kritik: It Follows ( ya da Gençliğin Kuruyan Gözyaşları )



Korku sineması kadar klişelere yaslanan bir tür olmasa gerek. Ne de olsa korkutmanın formülleri belli, matematiği açık. Kolay iş değil elbette,  "Ben korkmam kardeşim" diye iddialı bir ruh haliyle koltuğa oturan izleyiciy alt etmek. Yine de banyo dolabının kapağını kapatıp da aynada duran maskeli katili görünce koltuğunda zıplamayan yoktur herhalde. Bu yüzdendir ki benzer klişeleri kullanan çokça film çekilir ve bir süre sonra birbirinin taklidi filmler yüzünden iş parodiye dönüşür, türün gerçek meraklısı başka taraflara bakınmaya başlar. İster slasher olsun, ister doğaüstü, her anayol bir süre sonra kalabalıklaşır ve izleyici küçük patikalardan medet ummaya başlar. İşte böyle zamanlarda ortaya çıkan kimi filmler çölde vaha misali mutlu eder korku tutkunlarını. Tıpkı 2008 tarihli Let the Right One In ( Tomas Alfredson ),  2009'da izlediğimiz The House of the Devil ( Ti West ) ya da geçen yıl büyük sükse yapan Babadook ( Jennifer Kent ) gibi. Bu yılın bombası da It Follows ( Peşimdeki Şeytan ) oluverdi işte.



David Robert Mitchell'in geçen yıl ilk kez Cannes Film Festivali'nde Eleştirmenler Haftası kapsamında izleyiciyle buluşan filmi nerede, nasıl başladığı belli olmayan ama cinsel yolla bulaşan bir lanetin izini sürüyor. Henüz ilk sahnede günün batıp akşama dönüştüğü saatlerde sakin bir banliyö mahallesinde buluyoruz kendimizi ve evlerin birinden fırlayan yarı çıplak, yüksek topuklu ayakkabılarıyla koşarak kaçan genç kızı gördüğümüzde filmin tonu da aşağı yukarı kendini belli ediyor. Film boyunca birkaç kez daha karşılaşacağımız 360 derecelik kamera hareketi hem tehlikenin her yerden gelebileceği hissini yüreğimize ekerken hem de izleyiciyi bir anda her şeyin ortasına çekiveriyor. Kanlı bir şekilde biten açılış sekansı boyunca izleyiciyi tehlikenin ne olduğunun hala tam anlamıyla farkında değil ama dehşet içinde arkasına bakarak kaçan genç kızın yanı başında beklerken neredeyse onun kadar korktuğu, en azından endişeyle karışık bir tedirginlik hissine teslim olduğu inkar edilmez. Yılın en sarsıcı korku filmine hazır mısınız?


Film, sonradan Detroit olduğunu anlayacağımız kentin yine benzer bir banliyö mahallesindeki bir başka genç kızı odağına alarak devam ediyor ve biz artık kendimizi Jay için endişelenir bir halde buluyoruz. Yeni çıkmaya başladığı Hugh ile ilk kez seviştiği gece Jay için felaketin başladığı gece oluyor bir anlamda. Kendini bir tekerlekli iskemleye kıskıvrak bağlanmış olarak bulduğunda Hugh ona ( ve bize ) her şeyi anlatıyor ve hatta gösteriyor. "Herhangi bir yerde çıkabilir karşına. Tanıdığın biri ya da ilk kez gördüğün biri olabilir. Bazen sırf acı vermek için sevdiğin birinin görünümünde gelir. Dosdoğru sana doğru yürüyecektir. Onu fark ettiğin anda kaçmalısın. Seni asla yakalamasın. İkinci bir çıkış kapısı olmayan yerlere girme sakın. Ve sen de benim yaptığımı yap, biriyle yatarak laneti ona geçir."


Şu ana kadar elimizde sevişen gençler, cinsellikle bulaşan bir lanet, tekinsiz banliyö evleri ve ölümcül bir tehlike var. Buna bir de terk edilmiş gibi duran endüstriyel Detroit'i de eklemek lazım elbette. Bu haliyle alt-metinden geçilmiyor gibi gelebilir size ama hiç biri rahatsız edici bir alenilikle göze batan göndermeler değil doğrusu, hakkını teslim edelim. Ama filmi izlerken, özellikle de film boyunca karşımıza çıkan, ağır adımlarla yürüyen ( ki kimileri sıradan, zararsız insanlar, sonradan anlıyoruz ) korkutucu tipleri gördükçe aklımıza John Carpenter'ın aynı tempoda yürüyen canisi Michael Myers gelmiyor değil. Üstelik aynı banliyö evleri, aynı "yaramaz" gençler...



Gençler dedik de, burada biraz duralım mı? Hatırlarsanız 70'lerin halloween ve benzeri korku filmlerinde gençler ekseriyetle sorumsuz, işe yaramaz ve toplumun geleceğine dair hiç bir umut ışığı vaad etmeyen bireyler olarak resmedilirlerdi. Dönemin korku sineması handiyse "bu hiç bir halta yaramaz çocuklar yaşamasa da olur" diyor gibiydi. teker teker hepsi vahşice can verir, sona kalan tek bir kız ise sanki yaşadıklarını anlatsın ve diğerlerine ibret olsun diye sağ kalırdı. Final girl ( Sona kalan kız ) tabir edilen bu kız bir yandan da soyun/türün devamı için mecburen sağ bırakılırdı sanki. Şimdiyse, It Follows'a da bakarsak hele, iş tersine dönmüş gibi görünüyor. Jay'in otomobilin camından boş gözlerle süzdüğü Detroit'in terk edilmiş fabrikalarının da bize gösterdiği gibi, bu gençlerin hiç bir geleceği yok aslında. Sorumsuz değil, çaresizler. Aralarında oynadıkları oyunlarda bile bir başkasıyla hayat değiştokuş etmeyi hayal ediyor, hatta en baştan başlamak istiyorlar. Geleceğe dair besledikleri hiç bir umut yok, sadece dayanışma kalmış ellerinde. Gelecek onlar için, ağır adımlarla üzerlerine yürüyen ve adeta kulaklarına "Ölümlerden ölüm beğen bakalım" diye fısıldayan lanetten farksız. Şunu da düşünmeden edemiyor insan: Halloween ve benzeri filmlerin "Bunlardan bir bok olmaz, gelecek yok bunlarda" diyerek önümüze attığı 70'li, 80'li yılların gençleri, gerçekten de bugünün gençlerine yaşanabilir bir gelecek bırakamamış belki de, kimbilir.


It Follows'un izleyene derinlemesine nüfuz eden etkisinde ezberden uzak kamera kullanımı ( Jay'in Hugh ile seviştikten sonra arabanın arka koltuğunda yatıp bışa çıkan hayallerini anlattığı plandaki açı hele, unutulmaz ) kadar önemli bir unsur varsa o da müzik bence. 80lerin synth ağırlıklı armonileriyle bezenmiş, son derece tedirgin edici ama tuhaf bir şekilde zaman zaman da huzur veren ( tanıdıklığıyla yakınlık sağlayan ) müzikler daha çok Disasterpeace ( hem felaket, hem huzur ) adıyla tanınan Rich Vreeland'e ait. Sonuç olarak karşımızda, korkutmak için yırtınmayan, ama gençliğin geleceğe dair korkularını mükemmelen aktarmayı bilen; oyunculuğundan müziğine, ışığından çerçevelerine ve çevre tasarımına dek etkileyici bir bütünlük arz eden dört dörtlük bir film var. Finalde hem izleyiciyi, hem de filmdeki karakterleri teslim alan belirsizlik duygusu ise şüphesiz işin bir diğer çarpıcı boyutu, tabuta çakılan son çivi misali. Allah vere de şu sıralar yayılmaya başlayan devam filmi dedikoduları gerçekleşmese ve bu büyü bozulmasa.


8.05.2015

Zeki Alasya 1943 - 2015


Zeki Alasya denince aklıma en çok Aslan Bacanak, sonra elbette Köyden İndim Şehire, Nereye Bakıyor Bu Adamlar, Salak Milyoner, Petrol Kralları; 80'li yıllarda VHS kasetleri elden ele dolaşan Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar; ve elbette tontonluğu, ağzı dolu dolu konuşması, mahçup ama unutulmaz gülümsemesi gelir. Aile fertlerimizden biri gibidir o bizim için, uzun zaman görmesek de sevgisinden, içtenliğinden, yakınlığından kuşku duymadığımız. Ne yazık ki erken sayılacak bir yaşta kaybettik Alasya'yı. Başımız sağolsun.


Fark ettim ki 72 yaşında hayata veda eden usta oyuncuyu hiç sahnede izlememişim. Sanırım 80'li yıllarda tiyatro benim için anlamını çok da çözemediğim "yüksek" bir sanattı ve Brecht, Çehov, Shakespeare gibi yazarların yanına ancak Ferhan Şensoy gibi yenilikçi ( ve Galatasaraylı elbette, ne de olsa gelenek bir ölçüde önemliydi hala ) isimleri koyuyordum. Alasya'nın sahne üzerinde faal olduğu yılları ıskalamam nasıl açıklanabilir ki yoksa? Ama bir çok filmini sinemada izledim ( ya da TV'de, TRT'de ) ve hatta kimilerini defalarca. Ne kadar gülerdim, anlatamam. Elbette Zeki Alasya dediğimizde ardından hemen Metin Akpınar adını eklediğimiz zamanlardı o yıllar. Onlar bizim has ikilimizdi. Hem ortaoyunu geleneğinden gelen "Kavuklu ile Pişekar"ın beyazperdedeki modern izdüşümüydüler hem de Laurel ve Hardy, Abbott and Costello gibi dünyaca ünlü beyazperde ikililerinin yerli versiyonuydular. İzleyenler ( ki izlememiş olan yoktur herhalde ) bilir, hiç aşağı kalır yanları da yoktu ecnebi benzerlerinden. 70'li ve 80'li yıllarda Türk sinemasının itici gücü olan komedi filmlerinin en büyük yıldızlarındı Alasya - Akpınar ikilisi. Böyle ikililerde adet olduğu üzre oyunculardan biri kahkahayı getirecek esprileri patlatan kişi olurken ( ki burada Metin Akpınar olurdu o kişi ) diğeri de ona çanak tutan, esprinin öncesini hazırlayıp altını dolduran kişi olur ( yani Zeki Alasya ). Bu durum yıllar sonra birlikte rol aldıkları Hastane dizisinde de değişmemişti. Doğrusunu isterseniz izleyici her zaman Metin Akpınar'a daha çok gülmüştü hep ( o golleri atan yıldız oyuncu gibiydi ), ama bence asıl zor olan Zeki Alasya'nın yaptığıydı. Bence Alasya sinemamızın gördüğü en iyi asist oyuncusuydu. Onun pasları doğru yerlere gitmese o toplar gol olmaz, seyirci de hiçbir şeye gülmezdi.


Filmlerinde kılıktan kılığa girmişti gerçi gerçi ama mukallit bir aktör değildi Zeki Alasya. Komedi kadar dramda da güçlü bir oyuncuydu, hamurunda vardı. Ne yazık ki değerinin tam olarak bilinmediğini düşünüyorum. Topu topu bir tane Altın Portakal ( Onur Ödülü ) kazanmış kariyeri boyunca. Yönetmen olarak da çokça emek verdiği Yeşilçam'dan ne kadar para kazanmıştır bilemem ( hepsi helal olsun ) ama hayata veda ettiğinde ardından düzülen övgülerin yaşarken kendisinden biraz esirgenmiş olduğunu düşünüyorum açıkçası. Ruhu şad olsun büyük ustanın.


1.05.2015

Wes Anderson sinemasında şiddet

Wes Anderson's Violence from Dávid Velenczei on Vimeo.

Wes Anderson'ı seviyoruz ( değil mi? ). Bir kere kendine özgü ve neredeyse ilk bakışta ayırt edilebilecek bir üslubu var. Mizah, duygu ve zekanın son derece dengeli bir biçimde harmanlandığı ve alabildiğine kontrollü bir görsellikle buluştuğu özgün bir üslup bu. Yukarıdaki kısa videoda David Velenczei almış eline makası ( Final Cut'ı desek daha doğru olur belki ) ve Anderson filmlerindeki şiddet içeren sahneleri kendi meşrebince birleştirmiş. Orteye da eğlenceli bir kolaj çıkmış. Yeni bir Wes Andersen filmi gelene kadar idare edeceğiz artık.