Korku sineması kadar klişelere yaslanan bir tür olmasa gerek. Ne de olsa korkutmanın formülleri belli, matematiği açık. Kolay iş değil elbette, "Ben korkmam kardeşim" diye iddialı bir ruh haliyle koltuğa oturan izleyiciy alt etmek. Yine de banyo dolabının kapağını kapatıp da aynada duran maskeli katili görünce koltuğunda zıplamayan yoktur herhalde. Bu yüzdendir ki benzer klişeleri kullanan çokça film çekilir ve bir süre sonra birbirinin taklidi filmler yüzünden iş parodiye dönüşür, türün gerçek meraklısı başka taraflara bakınmaya başlar. İster slasher olsun, ister doğaüstü, her anayol bir süre sonra kalabalıklaşır ve izleyici küçük patikalardan medet ummaya başlar. İşte böyle zamanlarda ortaya çıkan kimi filmler çölde vaha misali mutlu eder korku tutkunlarını. Tıpkı 2008 tarihli Let the Right One In ( Tomas Alfredson ), 2009'da izlediğimiz The House of the Devil ( Ti West ) ya da geçen yıl büyük sükse yapan Babadook ( Jennifer Kent ) gibi. Bu yılın bombası da
It Follows ( Peşimdeki Şeytan ) oluverdi işte.
David Robert Mitchell'in geçen yıl ilk kez Cannes Film Festivali'nde Eleştirmenler Haftası kapsamında izleyiciyle buluşan filmi nerede, nasıl başladığı belli olmayan ama cinsel yolla bulaşan bir lanetin izini sürüyor. Henüz ilk sahnede günün batıp akşama dönüştüğü saatlerde sakin bir banliyö mahallesinde buluyoruz kendimizi ve evlerin birinden fırlayan yarı çıplak, yüksek topuklu ayakkabılarıyla koşarak kaçan genç kızı gördüğümüzde filmin tonu da aşağı yukarı kendini belli ediyor. Film boyunca birkaç kez daha karşılaşacağımız 360 derecelik kamera hareketi hem tehlikenin her yerden gelebileceği hissini yüreğimize ekerken hem de izleyiciyi bir anda her şeyin ortasına çekiveriyor. Kanlı bir şekilde biten açılış sekansı boyunca izleyiciyi tehlikenin ne olduğunun hala tam anlamıyla farkında değil ama dehşet içinde arkasına bakarak kaçan genç kızın yanı başında beklerken neredeyse onun kadar korktuğu, en azından endişeyle karışık bir tedirginlik hissine teslim olduğu inkar edilmez. Yılın en sarsıcı korku filmine hazır mısınız?
Film, sonradan Detroit olduğunu anlayacağımız kentin yine benzer bir banliyö mahallesindeki bir başka genç kızı odağına alarak devam ediyor ve biz artık kendimizi Jay için endişelenir bir halde buluyoruz. Yeni çıkmaya başladığı Hugh ile ilk kez seviştiği gece Jay için felaketin başladığı gece oluyor bir anlamda. Kendini bir tekerlekli iskemleye kıskıvrak bağlanmış olarak bulduğunda Hugh ona ( ve bize ) her şeyi anlatıyor ve hatta gösteriyor. "Herhangi bir yerde çıkabilir karşına. Tanıdığın biri ya da ilk kez gördüğün biri olabilir. Bazen sırf acı vermek için sevdiğin birinin görünümünde gelir. Dosdoğru sana doğru yürüyecektir. Onu fark ettiğin anda kaçmalısın. Seni asla yakalamasın. İkinci bir çıkış kapısı olmayan yerlere girme sakın. Ve sen de benim yaptığımı yap, biriyle yatarak laneti ona geçir."
Şu ana kadar elimizde sevişen gençler, cinsellikle bulaşan bir lanet, tekinsiz banliyö evleri ve ölümcül bir tehlike var. Buna bir de terk edilmiş gibi duran endüstriyel Detroit'i de eklemek lazım elbette. Bu haliyle alt-metinden geçilmiyor gibi gelebilir size ama hiç biri rahatsız edici bir alenilikle göze batan göndermeler değil doğrusu, hakkını teslim edelim. Ama filmi izlerken, özellikle de film boyunca karşımıza çıkan, ağır adımlarla yürüyen ( ki kimileri sıradan, zararsız insanlar, sonradan anlıyoruz ) korkutucu tipleri gördükçe aklımıza John Carpenter'ın aynı tempoda yürüyen canisi Michael Myers gelmiyor değil. Üstelik aynı banliyö evleri, aynı "yaramaz" gençler...
Gençler dedik de, burada biraz duralım mı? Hatırlarsanız 70'lerin halloween ve benzeri korku filmlerinde gençler ekseriyetle sorumsuz, işe yaramaz ve toplumun geleceğine dair hiç bir umut ışığı vaad etmeyen bireyler olarak resmedilirlerdi. Dönemin korku sineması handiyse "bu hiç bir halta yaramaz çocuklar yaşamasa da olur" diyor gibiydi. teker teker hepsi vahşice can verir, sona kalan tek bir kız ise sanki yaşadıklarını anlatsın ve diğerlerine ibret olsun diye sağ kalırdı. Final girl ( Sona kalan kız ) tabir edilen bu kız bir yandan da soyun/türün devamı için mecburen sağ bırakılırdı sanki. Şimdiyse, It Follows'a da bakarsak hele, iş tersine dönmüş gibi görünüyor. Jay'in otomobilin camından boş gözlerle süzdüğü Detroit'in terk edilmiş fabrikalarının da bize gösterdiği gibi, bu gençlerin hiç bir geleceği yok aslında. Sorumsuz değil, çaresizler. Aralarında oynadıkları oyunlarda bile bir başkasıyla hayat değiştokuş etmeyi hayal ediyor, hatta en baştan başlamak istiyorlar. Geleceğe dair besledikleri hiç bir umut yok, sadece dayanışma kalmış ellerinde. Gelecek onlar için, ağır adımlarla üzerlerine yürüyen ve adeta kulaklarına "Ölümlerden ölüm beğen bakalım" diye fısıldayan lanetten farksız. Şunu da düşünmeden edemiyor insan: Halloween ve benzeri filmlerin "Bunlardan bir bok olmaz, gelecek yok bunlarda" diyerek önümüze attığı 70'li, 80'li yılların gençleri, gerçekten de bugünün gençlerine yaşanabilir bir gelecek bırakamamış belki de, kimbilir.
It Follows'un izleyene derinlemesine nüfuz eden etkisinde ezberden uzak kamera kullanımı ( Jay'in Hugh ile seviştikten sonra arabanın arka koltuğunda yatıp bışa çıkan hayallerini anlattığı plandaki açı hele, unutulmaz ) kadar önemli bir unsur varsa o da müzik bence. 80lerin synth ağırlıklı armonileriyle bezenmiş, son derece tedirgin edici ama tuhaf bir şekilde zaman zaman da huzur veren ( tanıdıklığıyla yakınlık sağlayan ) müzikler daha çok Disasterpeace ( hem felaket, hem huzur ) adıyla tanınan Rich Vreeland'e ait. Sonuç olarak karşımızda, korkutmak için yırtınmayan, ama gençliğin geleceğe dair korkularını mükemmelen aktarmayı bilen; oyunculuğundan müziğine, ışığından çerçevelerine ve çevre tasarımına dek etkileyici bir bütünlük arz eden dört dörtlük bir film var. Finalde hem izleyiciyi, hem de filmdeki karakterleri teslim alan belirsizlik duygusu ise şüphesiz işin bir diğer çarpıcı boyutu, tabuta çakılan son çivi misali. Allah vere de şu sıralar yayılmaya başlayan devam filmi dedikoduları gerçekleşmese ve bu büyü bozulmasa.