23.06.2016

Cannes tarihinin en iyileri (eleştirmenlere göre)

Lindsay Anderson'ın muhteşem filmi If... kaçıncı sırada dersiniz?
Geçen mayıs ayında düzenlenen 69. Cannes Film Festivali sırasında ilginç bir anket yapılmış. Festival süresince günlük olarak yayınlanan ve festivalin nabzını tutan The Hollywood Reporter dergisinde yayınlanan bu ankette eleştirmenler (THR eleştirmenleri) tüm Cannes tarihinin en iyi Altın Palmiye ödüllü filmleri sıralanmış ve ortaya 69 filmlik şu liste çıkmış. Sondan başlayarak:

69. The Best Intentions - Bille August ( 1992)
68. The Long Absence - Henri Colpi (1961)
67. Keeper of Promises - Anselmo Duarte (1962)
66. The Hireling - Alan Bridges (1973)
65. Yol - Yılmaz Güney ve Şerif Gören (1982)
Yol için şöyle denmiş dergide: "Türkiye'nin ilk Altın Palmiye kazanan filminin hikayesi (1980 askeri darbesinden sonra geçen film ülkede 1999'a kadar yasaklıydı) filmin kendisinden daha ilginç: Yol, o sıralar hapiste olan Güney'in direktifleriyle Şerif Gören tarafından çekilmiş ve Güney filmi Fransa'ya kaçtıktan sonra montajlamıştı."

Yol eleştirmenlerden fazla yüksek not alamamış ve 65. sıraya girmiş

64. Chronicle of the Years of Fire - Mohammed Lakhdarhamina (1975)
63. The Working Class Goes to Heaven (1972)
62. A Man and A Woman - Claude Lelouche (1966)
61. Pelle The Conqueror - Bille August (1988)
60. The Son's Room - Nanni Moretti (2001)
59. Fahrenheit 9/11 - Michael Moore (2004)
58. The Go-Between - Joseph Losey (1971)
57. Dancer In the Dark - Lars Von Trier (2000)
56. The Wind That Shakes the Barley - Ken Loach (2006)
55. The Child - Jean-Pierre & Luc Dardenne (2005)
54. Dheepan - Jacques Audiard (2015)
53. The Mission - Roland Joffe (1986)
52. The Pianist - Roman Polanski (2002)
51. Kış Uykusu - Nuri Bilge Ceylan (2014)
Kış Uykusu için denilenler: "Birçokları yavaş hikaye anlatıcılığının Türk ustasının 2011'de yarışan epik polisiye filmi Bir Zamanlar Anadolu'da ile kazanması gerektiğini düşünüyordu (Jüri Büyük Ödülü'nü paylaştı ama Altın palmiye'yi Terrence Malick'in Tree of Life'ına kaptırdı) ama ona büyük zaferi getiren 3 saati aşan bu domestik drama oldu."

Nuri Bilge Ceylan'ın filmi Kış Uykusu listenin 51. sırasında
50. The Silent World - Jacques Cousteau & Louis Malle (1956)
49. The Knack... and How To Get It - Richard Lester (1965)
48. Signore E Signori - Pietro Germi (1966)
47. The Class - Laurent Cantet (2008)
46. Underground - Emir Kusturica (1995)
45. Scarecrow - Jerry Schatzberg (1973)
44. Paris, Texas -Wim Wenders (1984)
43. Wild At Heart - David Lynch (1990)
42. Farewell My Concubine - Chan Kaige (1993)
41. Friendly Persuasion - William Wyler (1957)
40. Barton Fink - Coen Biraderler (1991)

Coen Biraderlerin en sevdiğim filmlerinden Barton Fink listede 40. sırada

39. Blue Is the Warmest Color - Abdellatif Kechiche (2203)
38. Secrets & Lies - Mike Leigh (1996)
37. Missing - Costa Gavras (1982)
36. Uncle Bonmee Who Can Recall His Pat Lives - Apichatpong Weerasethakul (2010)
35. The Tree of Life - Terrence Malick (2011)
34. Eternity and A Day - Theo Angelopoulos (1998)
33. The Eel - Shohei Imamura (1997)
32. The White Ribbon - Michael hank (2009)
31. M*A*S*H - Robert Altman (1970)
30. Black Orpheus - Marcel Camus (1959)
29. Marty - Delbert Mann (1955)

Cannes tarhinin ilk Altın Palmiye'sini alan Marty o yıl 4 de Oscar almıştı

28. 4 Months, 3 Weeks and 2 Days - Cristian Mungiu (2007)
27. Elephant - Gus Van Sant (2003)
26. When Father Was Away On Business - Emir Kusturica (1985)
25. The Ballad of Narayama - Shohei Imamura (1983)
24. The Piano - Jane Campion (1993)
23. Sex, Lies and Videotape - Steven Soderbergh (1989)

Amerikan bağımsız sinemasını yeni bir atağa kaldıran Soderbergh şüphesiz Cannes'a çok şey borçlu

22. Amour - Michael Haneke (2012)
21. Man of Iron - Andrej Wajda (1981)
20. The Mattei Affair - Francesco Rosi (1972)
19. The Tree of Wooden Clogs - Ermanno Olmi (1978)
18. Rosetta - Jean-Pierre & Luc Dardenne (1999)
17. Under The Sun of Satan - Maurice Pilat (1987)
16. All That Jazz - Bob Fosse (1980)
15. If... - Lyndsay Anderson (1869)
14. Padre Padrone - Paolo & Vittorio Taviani (1977)

Taviani kardeşlerin en iyi filmlerinden Padre Padrone listede 14. sırada

13. The Tin Drum - Volker Schlöndorff (1979)
12. Pulp Fiction - Quentin Tarantino (1994)
11. Apocalypse Now - Francis Ford Coppola (1979)
10. Kagemusha - Akira Kurosawa (1980)
9. Taste of Cherry - Abbas Kiarostami (1997)
8. The Conversation - Francis Ford Coppola (1974)

Şimdiye dek 2 Altın Palmiye alan tek Amerikalı sinemacı Coppola oldu.

7. Viridiana - Luis Bunuel (1961)
6. The Cranes Are Flying - Mikhail Kalatozov (1958)
5. The Umbrellas of Cherbourg - Jacques Demy (1964)
4. Blow-Up - Michelangelo Antonioni (1966)
3. Taxi Driver - Martin Scorsese (1976)
2. La Dolce Vita - Federico Fellini (1960)
1. The Leopard - Luchino Visconti (1963)

İtalyan sinemasını Cannes'da zirveye taşıyan film The Leopard... İtirazı olan?


Liste böyle. İlk 10'a bakacak olursak İtalyan ve Amerikalı sinemacılar bir adım önde görünüyor. Üç İtalyan (ilk 5'te üstelik üçü de) ve 2 Amerikalı (11. sıradaki filmi sayarsak üç hatta) var. Ayrıca ilk 10 filmin 5'i 60'lı yıllardan. Ama sonuçta her liste gibi biraz (bir hayli hatta) öznel bir seçki var karşımızda. Siz olsanız...??

12.06.2016

Martin Scorsese'den film önerileri



Amerikan sinemasının öncü isimlerinden Martin Scorsese her sinema tutkununun, özellikle de bu işe profesyonel olarak gönül vermiş gençlerin izlemesi gereken filmleri sıralamış. Yukarıdaki listede Scorsese'nin önerdiği "yabancı" filmler yer alıyor. Listede dünya sinemasının sağlam bir özeti olduğunu söylemek çok yanlış olmaz herhalde. Fritz Lang ile başlayıp Werner Herzog ile biten listede aralarında Bisiklet Hırsızları, 400 Darbe, Nosferatu, Blow-Up, Yedi Samuray, Serseri Aşıklar gibi başyapıtların bulunduğu 39 film yer alıyor. Her biri hararetle tavsiye edilir elbette. Yukarıdaki listenin yan tarafında elle yazılmış nottan bu listenin Colin adında birine hazırlandığını görüyoruz. Notu yazan Scorsese'nin asistanı. Bir kısa film çeken ve bu filmle bir de ödül alan Colin Levy yaklaşık 10 yıl önce Scorsese ile bir araya gelip sohbet etmiş ve sonrasında da bu notu almış. Çok şanslı bir kişi olduğu tartışılmaz Colin Levy'nin. Ona bu şansı tanıyan kısa filmi de aşağıya bırakıyorum, izlemek isteyenlere.

16.05.2016

Ödüllü bir kısa film: Supervenus



Avrupa Fantastik Film Festivali'nin En İyi Kısa Film ödülünü alan Supervenus esprili ama bir o adar da karanlık bir animasyon. Frederic Doazan'ın imzasını taşıyan film günümüz estetik faşizminin sağlam bir eleştirisini yapıyor, hiç lafı dolandırmadan (zaten laf dolandıracak süresi de yok). Mutlaka izleyin derim.

Cannes fısıltıları: Midnight Express'in dönüşü

Bill Hayes (sağda) ve Midnight Express'de onu canlandıran Brad Davis
Cannes'dan gelen haberler arasında bizi de dolaylı yoldan ilgilendiren ilginç bir belgesel haberi var. Senaryosunu Oliver Stone'un yazdığı, yönetmenliğini Alan Parker'ın üstlendiği ve Trükiye'de en çok nefret edilen film olarak tarihe geçen Geceyarısı Ekspresi (Midnight Express) ile ilgili bir belgesel bu yıl Cannes'da görücüye çıkıyor. Hatırlanacağı üzre Parker'ın filmi Bill Hayes'in başından geçen gerçek olaylardan hareketle çekilmiş ve sonrasında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri tehlikeye sokacak denli tepki almıştı. 17 Mayıs'ta Cannes'da ilk gösterimini yapacak Midnight Returns: The Story of Bill hayes and Turkey (Geceyarısı Dönüyor: Bill Hayes ve Türkiye'nin Hikayesi) adlı film Sally Sussman'ın imzasını taşıyor ve, sıkı durun, Bill hayes'in Türkiye'ye dönüşünün hikayesini anlatıyor. Belki duyanlar olmuştur (ben duymamıştım), bu belgeselin çekimleri için Bill Hayes kaçak olarak Türkiye'ye giriş yapmış ve Sussman ile birlikte ülkede gezmiş. Bill Hayes'in başına gelenlere rağmen Türkiye'yi çok sevdiği de haberin yayınlandığı Screen International'da yer alan notlardan biri. Hayes'in bu son seyahatinde, Midnight Express'de de görülen (tabii ki filmde gerçek hapishane yoktu), hapishaneye ve akıl hastanesine de gittiği söyleniyor. merakla bekliyoruz doğrusu.

12.05.2016

Cannes'dan ilk fotoğraflar


Festivalin açılış filmi Cafe Society'nin ekibi kırmızı halıda
Dün geceki açılış töreniyle başlayan festivalden birçok fotoğraf düşüyor ajanslara. Ben de bunlardan bazılarını sizler için derledim, bir nebze Cannes havası alalım, atmosferi koklayalım diye.

Açılışta müthiş üçlü: Julianne Moore, Susan Sarandon, Naomi Watts

Cafe Society'nin oyuncularından Blake Lively

Cafe Society ekibinden Kristen Stewart

Cafe Society photocall'unda Blake Lİvely ve Kristen Stewart

Kristen Stewart kendisini çeken basın mensuplarını çekiyor

Jüri başkanı George "Mad Max" Miller

Jüri üyelerinden Kirsten Dunst

Jessica Chastain açılış galasında
Catherine Deneuve açılış töreninde aktör Laurent Lafitte'e ilgi gösterirken!







Cannes fısıltıları: Kapital sinemaya aktarılıyor


Bugün şansımız Cannes'dan açıldı. Normal, ne de olsa dünyanın en önemli sinema festivali başladı ve tüm sinema aleminin gözü kulağı da orada. Devamlılık Hatası da -2012'den beri gidemesem de- Cannes'ı radarına almış durumda ve uzaktan da olsa her türlü ilginç haber ve gelişmeyi sizinle paylaşıyor. Bugünün bir başka ilginç haberi de Thomas Piketty'nin tüm dünyada 3 milyondan fazla satan kitabı Kapital'in belgesel bir filme dönüştürüleceği haberiydi. Karl marx'ın aynı adlı eserinden mülhem kitabında günümüzün kapitalist sisteminin kapsamlı bir analizini ve eleştirisini yapan fransız ekonomist Piketty son yılların en gözde isimlerinden biri. Tam adı Capital in the 21st Century ( 21. Yüzyılda Kapital) olan kitabı belgesele dönüştürecek kişiyse daha önce The Golden Hour filmini yöneten Justin Pemberton olacak. Şöyle demiş Piketty: Kitap çok güzel bir film olur bence, çünkü kitaptaki hikaye son derece görsel. Endüstri devriminden bu yana ulusların içindeki ve birbirleri arasındaki eşitsizliğin hikayesini anlatıyor kitap. Tabii bu eşitsizliğin kültürel izdüşümleri ve siyasi kavgalar da var." Merakla bekliyoruz.

Cannes fısıltıları: Terry Gilliam, Don Kişot'tan vazgeçmiyor


Modern çağların en uzun süreli bitmeyen projesi hiç şüphesiz Terry Gilliam'ın Don Kişot uyarlamasıdır. The Man Who Killed Don Quixote adlı filmi 1998 yılında çekmek için harekete geçen Gilliam türlü aksaklık yüzünden işi bitirememiş ve projeyi askıya almıştı. O zamanlar başrol için Johnny Depp'i düşünüyordu. Don Kişot rolündeyse fransız aktör Jean Rochefort vardı. Aradan geçen yıllarda Gilliam pes etmedi ve yeniden girişimlerde bulundu. 2008'de bu kez Robert Duvall'in Don Kişot rolünü üstlendiği bir oluşumla yola çıktı. Johnny Depp yine kadrodaydı ama bir süre sonra çekildi ve yerini Ewan McGregor'a bıraktı. Sonrasındaysa bütçe denkleştirilemedi ve 2010'da proje bir kez daha rafa kalktı. Kasım 2014'te bu kez John Hurt ve Jack O'Connell ile birlikte çekimlerin başlanacağı duyuruldu ama bir süre sonra John Hurt'ün kanser olduğu anlaşılınca yeniden iptal edildi. Şimdiyse, bu bir Cannes dedikodusu, bir kez daha çekimlerin başlaması ihtimali doğduğu haberi düştü Devamlılık Hatası'na. Star Wars'un yeni halkasında Kylo Ren rolünü üstlenen Adam Driver'ın kadroda yer aldığı söylenen filmde Don Kişot rolünü ise eski Monty Python ekibinden Michael Palin canlandıracak. Umarız Cannes pazaralıkları yolunda gider ve Terry Gilliam yaklaşık 20 yıldır çekmeyi hayal ettiği filmini çeker.

Cannes fısıltıları: Deniz Gamze Ergüven'in yeni filmi


Malum, Cannes Film Festivali başladı. Woody Allen'ın yarışma dışı olarak gösterilen Cafe Society adlı filmiyle açılan festivalde bu yıl jüri başkanlığı görevini Mad Max filminin (filmlerinin desek daha doğru) yönetmeni George Miller üstleniyor. Festivalin ana yarışmasında, resmi seçkide bizden bir film yok ama Eleştirmenler Haftası bölümünde Mehmet Can Mertoğlu imzalı Albüm gösterilecek. Merakla bekliyoruz doğrusu, hem Cannes tepkilerini, hem de filmi izlemeyi.


Öte yandan festivalin başlamasıyla birlikte fısıltılar da başladı. Cannes'da dünyanın en önemli film marketlerinden biri de düzenlendiği için bu fısıltıların bir kısmı ciddi haber niteliği taşıyor. Mesela bu yılın ilk önemli haberlerinden biri de geçen yıl Mustang ile büyük ses getiren Deniz Gamze Ergüven'in yeni projesiyle ilgili. Alınan duyumlara göre deniz Gamze Ergüven çok yakında Los Angeles isyanlarını konu alan bir filme başlayacak ve filmin başrollünde de Halle Berry yer alacak. Filmin adı bile belli: Kings. Rodney King'in polis şiddetine maruz kalmasının ardından başlayan ve tüm kenti bir yangın yerine çeviren Los Angeles isyanlarını anlatan filmde Halle Berry olayların başladığı mahallede oturan bir anneyi canlandıracak. Oyuncu kadrosu halen şekillenmekte olan filmi ne zaman izleyeceğimiz ise henüz meçhul. daha doğrusu Cannes'da yapılan pazarlıklar ve bütçe araryışları bittikten sonra belli olacak. Ergüven'e şimdiden iyi şanslar ve başarılar dileriz.

3.05.2016

Cameron Crowe'dan Roadies geliyor



Sık sık izlediğim ve her defasında aynı keyfi aldığım filmlerden biri de Almost Famous'dur. Cameron Crowe'un kendi gençlik anılarından yola çıkarak yazıp yönettiği film genç bir müzik yazarının ünlü bir rock grubunun turnesi sırasın da yaşadıklarını anlatır. Eğlenceli, hüzünlü, sahici ve görkemli bir filmdir. Hayatı bir rock grubunun peşinde dolaşarak tanıyan genç William'ın turne otobüsünde yanındaki güzel groupie'ye dönüp de "Eve gitmek istiyorum" dediği sahneyi hiç unutamam mesela. Penny Lane adındaki groupie ona döner ve "Şşş, evindesin zaten" der. Müthiştir.



İşte şimdi aynı Cameron Crowe yine benzer bir konuyu bu kez televizyona taşıyor. Yanında da zamanımızın Spielberg'ü olarak alkışlanan (ne derece önemli bir övgü bu, o da tartışılır ya) J.J. Abrams var. Oyuncu kadrosunda benim favori kadınlarımdan Carla Gugino'nun yanı sıra Luke Wilson, Imogen Poots, Ron White gibi isimler var. Roadies adındaki dizi bir rock turnesinin sahne arkasında yaşananları ve o gösterişli dünyayı var eden ama gölgede kalan karakterleri anlatıyor. Haziran sonunda ABD'de yayınlanmaya başlayacak diziyi umarız biz de izleme fırsatı buluruz.

Günün trailer'ı: Three



Uzun uzun konuşmaya gerek yok: Johnnie To'nun yeni filmi Three ufukta göründü. Meraklılarına duyurulur.

28.04.2016

Günün afişi



Mondo'nun The Hateful Eight için yaptığı illüstrasyon diğer Mondo afişleri gibi yine bir hayli gösterişli. Jason Edmiston tarafından yapılan illüstrasyon filmin havasına çok güzel uyduğu gibi, 70'lerden kalma bir tarz getirmiş sanki.

Günün trailer'ı: Cafe Society




Woody Allen'ın yeni filmi Cafe Society bu yılki Cannes Film Festivali'nin açılış filmi olarak buluşacak izleyiciyle. Yine kalabalık ve kalburüstü isimlerden oluşan bir kadro var elbette: Steve Carrell, Jesse Eisenberg, Kristen Stewart, Blake Lively, Parker Posey... "Hayat sadist bir komedi yazarı tarafından yazılmış bir komedi" diyor bir yerinde filmin Jesse Eisenberg. Umarız Woody Allen arada bir gösterdiği o eski dehasına ait filmlerden birini çekmiştir.

1.03.2016

Siyahi adayların yokluğu Oscar ratinglerini de etkiledi



Nielsen'in verilerine göre 88. Oscar Ödülleri canlı yayını son 8 yılın en kötü izlenme oranlarını tutturdu. Daha önceki yıllardan bilinen bir gerçek var ki, siyahi izleyiciler yayını izlemek için TV karşısına geçtiğinde Oscar'ın izlenme oranları yükseliyor. Bunun için de elbette siyahi adayların ödül kazanma ihtimallerinin olması gerekiyor. İlginç ama yadsınamaz bir realite.



Gene Nielsen'in verilerine göre geçtiğimiz 10 yılda Oscar yayınlarını izleyenlerin sayısı 5 kez 40 milyon barajını geçmiş ve bunların her birinde de siyahi adayların etkisi gözlenmiş. 2007'de örneğin Forest Whitaker, Eddie Murphy, Djimon Honsou, Will Smith ve Jennifer Hudson'ın aday olduğunu ve bunların ikisinin ödül aldığını görüyoruz. Sonra 2013'te Denzel Washington ve Quvenzhane Wallis adaylar arasındaydı ve 2014'te de 12 Years A Slave'in zafer gecesi yaşanmıştı. Steve McQueen ve Lupita Nyongo'nun ödül aldığı o geceki yayın 10 yılın zirve noktası olmuştu izlenme oranları açısından. En yüksek ikinci rating ise 2005'te gelmiş, ki o yıl töreni sunan isim yine Chris Rock olmuş. Ayrıca aynı yıl, yani 2005'te Ray ile Oscar'ı alan Jamie Foxx'ın iki farklı dalda aday olduğunu (az rastlanır bir durum) ve Don Cheadle, Morgan Freeman ve Sophie Okonedo'nun da adaylar arasında bulunduğunu görüyoruz. Üstelik o yıl Hotel Rwanda'nın da En İyi Senaryo dalında aday olduğunu unutumayalım. İşte tüm bunlar siyahi izleyicilerin izlenme oranlarına olan etkisinin bariz kanıtları. Demek ki işin bir de böyle maddi yanı olduğunu hesaba katması gerekiyor sektörün, yoksa tepetaklak çakılıyorsun işte böyle.


29.02.2016

Beyaz Oscar'a siyah makyaj

Bu yıl aday bile olmayan Lupita Nyongo'nun afişte kullanılması çok manidar, değil mi?

88. Oscar ödülleri saatler önce sonlanan bir törenle sahiplerini buldu. Uzun ve sosyal mesajlarla dolu sıkıcı ve sürprizi az bir törendi, son 10-15 yıldır olduğu gibi. Bu yılın yaygın tartışma konusu ise hiç bir siyahi oyuncunun aday gösterilememsinden hareketle başlayan "Oscar'da çeşitlilik noksanlığı" idi. ve törende de bu durum bir hayli gündeme geldi.

En İyi Film Oscar'ını alan Spotlight bir de Orijinal Senaryo dalında ödül aldı
Ama önce hızlıca ödüllere göz atalım. Herkesin The Revenant'ın zafer gecesi olacağına inandığı törende Spotlight gecenin belki de tek dikkate değer sürprizini yaparak En İyi Film ödülünü kucakladı. Konusu her ne kadar son derece önemli olsa da, Spotlight ne yazık ki sinemasal melekeleri fazla olmayan, handiyse sıradan bir film. HBO'da ya da Netflix'te bile çok daha iyi çekilmiş filmler buluyoruz artık, bırakın sinemayı. Benim bu ödül için adayım (ki asıl adaylarım örneğin Carol ve 45 Years bu dalda aday bile gösterilmediler) The Big Short idi ve kurgusu, anlatımı ve dahi oyunculuk performansları Spotlight'a göre daha dikkat çekiciydi. Keza Mad Max Fury Road yine bu adaylar içinde bence daha iyi bir film olarak öne çıkıyordu ama onu da teknik ödüllerle geçiştirdiler. Sonuçta Boston'da çocukları taciz eden rahiplerin ve onlara göz yuman Katolik Kilisesi'nin kirli içyüzünü ifşaya soyunan bir grup gazetecinin hikayesi yılın en popüler öd
ülünü kapmış oldu.

Nihayet aldı da rahata erdi, tabii biz de
Yılın muhtemelen tek bankosu Leonardo DiCaprio idi. The Revenant ile yıllardır beklediği heykelciğe nihayet kavuşmasında bu yıl karşısında çok da dişli bir rakip olmamasının payı büyüktü bence. DiCaprio "İklim değişikliği gerçek ve şu anda yaşıyoruz bunu" diyerek çevreci bir mesaj verdi kabul konuşmasında. En İyi Kadın Oyuncu dalında ise maalesef hala izleyemediğim Room filmindeki rolüyle Brie Larson aldı, ki bu ödül de beklenen ödüllerden biriydi. Yine de Charlotte Rampling ve Cate Blanchett gibi iki büyük oyuncunun performanslarını nasıl gölgede bıraktı, meraktayım doğrusu.

Etti mi iki?
Geçen yılın başarısını bu yıl da tekrarlayan Alejandro Gonzalez Inarritu üstüste ikinci Oscar'ını alarak nadir bir listeye dahil oldu. Ondan bu dubleyi yapabilen John Ford (Gazap Üzümleri ve Vadim O Kadar Yeşildi ki) ve Joseph L. Mankiewicz (A Letter To Three Wives ve All About Eve) olmuştu. İşin doğrusu bu dalda da Lenny Abrahamson (Room'u izlemedim ama Abrahamson sağlam bir sinemacı), George Miller (Mad Max Fury Road ciddi bir yönetmenlik başarısı bence) ve Adam McKay de ödülü alabilirdi belki ama Inarritu öylesine etkileyici bir iş yapıyor ki insanlara sihirbazlık gibi geliyor. Oscar'da da böyle gösterişli işler hep daha çok dikkate alınıyor. Şaşırtıcı değil yani.

The Danish Girl ile Oscar alan Vikander geleceği parlak isimlerden
Yardımcı Erkek Oyuncu dalında en büyük sürpriz aslında Idris Elba'nın aday bile gösterilememesiydi, ki SAG ödüllerinde ipi o göğüslemişti malum. Onun yokluğunda diğer adayların herhangi biri ödülü alabilirdi ve öyle de oldu. Belki 40 yıldır görmezden gelinen (en son Rocky ile aday olmuştu) Stallone'nin alacağına inanalar vardı ama sonuçta bu dalda ödül en tecrübeli adaya, Mark Rylance'a gitti. İşin ilginç yanı İngiliz tiyatrosunun en büyük isimlerinden biri olan Rylance'ın The Bridge of Spies ile ilk kez Oscar'a aday gösterimesiydi. Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ise yılın en çalışkan oyuncularından Alicia Vikander ipi göğüsledi, ki bu da beklenen sonuçlar arasındaydı. Yine de Jennifer Jason Leigh alsa daha çok sevinebilirdim.

Bırak artık kamerayı Lubezki!
Oscar'ı en çok hak eden isim kimdi diye sorsanız hiç düşünmeden Emmanuel Lubezki derim. The Revenant'ın etkisinin aslen Lubezki'nin olağanüstü görüntü yönetiminden geldiğine ikna olmuş durumdayım. Kendisinin yönetmen olarak imza atacağı bir filmi heyecanla beklemekteyim. Olmadı, başka yönetmenleri parlattığı filmleriyle de yetinebilirim.

Yılın en iyilerinden Son Of Saul Oscar'ı da aldı elbette
Yabancı Dilde En İyi Film dalında bir an için bile Mustang'in kazanacağı yanılsamasını yaşamamış bir olarak Son of Saul'un bu ödülü hak ettiğini söyleyebilirim. Bu kadar sağlam anlatılmış, böyle dirençli çekilmiş film azdır herhalde. Alkışlamak dışında yapılacak bir şey yok. En İyi belgesel dalı ise tüm dalların en güçlü olanıydı. Her aday film ayrı güzeldi ama ipi Amy göğüsledi. Akademi için beklenen bir tercihti ama The Look of Silence elbette gönüllerin şampiyonu oldu.

Gecenin hak edilmiş ödüllerinden biri, bence tabii
Senaryo dallarında The Big Short'a (Uyarlama Senaryo) sevindim, Spotlight'a sevinmedim. Orijinal Senaryo dalında Inside Out ve Straight Outta Compton gibi daha ilginç adaylar vardı zira. Inside Out sadece En İyi Animasyon Oscar'ıyla ayrıldı geceden, ki muhakkak hak ediyordu ama benim gönlüm yine en az onun kadar hak eden Anomalisa'dan yanaydı.

Ennio Morricone ödülünü Quincy Jones'un elinden aldı
En İyi Film Müziği dalında beklendiği gibi efsane besteci Ennio Morricone (The Hateful Eight) Oscar'ı alırken; En İyi Şarkı dalında son Bond şarkısı The Writing On The Wall zafere ulaştı, nedense?

6 Oscar alan Mad max Fury Road daha fazla da alabilirdi aslında ama Akademi sevmiyor işte bu tür filmleri
En İyi Kurgu dahil toplam 6 dalda ödül alan Mad Max Fury Road gecenin en çok heykelcik alan filmi olurken, En İyi Görsel Efekt ödülünü Ex Machina'ya kaptırdı.

Biz de yedik!
Gelelim başlıktaki "beyaz Oscar'a siyah makyaj" meselesine. Herhalde son yıllarda (belki de tarihte) bu kadar çok siyahinin bir vesileyle sahneye çıkarıldığa başka tören olmamıştır. Uzun zamandır görmediğimiz oyunculardan tutun da (Louis Gossett Jr. mesela), çeşitli müzisyenlere kadar (Quincy Jones, Pharrell Willimas vs) bir çok siyahi geldi geçti sahneden. Biz de yedik! yayının en doğru tesbitini daha önce düzenlenen özel bir törenle ödülünü alan Spike Lee sarfetti yine: "Bir siyahinin ABD Başkanı olması bile stüdyo yöneticisi olmasından kolaydır". Bilmem anlatabildik mi?

15.02.2016

BAFTA'da zafer The Revenant'ın


İngiliz sinema ve TV sektörünün en prestijli ödülü olan BAFTA'lar sahiplerini buldu. Gecenin kazananı yılın en çok ses getiren filmlerinden The Revenant oldu. Toplamda 5 ödül kazanan yapım şu dalların galibi oldu: En İyi Film, En İyi Yönetmen: Alejandro Inarritu, En İyi Erkek Oyuncu: Leonardo DiCaprio, En İyi Görüntü Yönetmeni: Emmanuel Lubezki ve En İyi Ses.


Diğer oyunculuk dallarında ödüller şöyle dağıtıldı: En İyi Kadın Oyuncu: Brie Larson (Room), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance (Bridge of Spies ), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kate Winslet (Steve Jobs).


Orijinal Senaryo dalında Spotlight ödüle uzanırken; En İyi Uyarlama Senaryo Ödülü The Big Short adlı filme gitti.


En İyi Belgesel için verilen ödül Asif Kapadia imzalı Amy'nin oldu.


En İyi Anmasyon Ödülü ise Inside Out adlı Pixar yapımına verildi.


Yılın En İyi İngiliz Filmi için verilen ödülü güçlü rakiplerinin arasından sıyrılan Brooklyn aldı.


Tarantino'nun yeni filmi The Hateful Eight tahmin edileceği üzere Ennio Morricone sayesinde En İyi Film Müziği Ödülü'nü aldı.

28.01.2016

Günün trailer'ı: The American Dreamer



Nasıl tercüme etmeli The American Dreamer'ı? Amerikan Rüyacısı mı? Düş Gören Amerikalı mı? Elbette şu meşhur "Amerikan Rüyası" ile bir alakası var ama filme konu olan Dennis Hopper'ın tam da Easy Rider sonrası yaşadığı "zafer" sarhoşluğunun etkisiyle düşler aleminde dolandığı da akıllardan çıkmamalı herhalde. Hopper 1971 yılında kendi rüya filmi olan The Last Movie'nin setindeyken Lawrence Schiller ve L.M. Kit Carson da onun belgeseli çekmeye karar verirler ve kolları sıvarlar. İşte The American Dream o filmin (yani The Last Movie'nin) kamera arkasının hikayesidir ve açıkçası fena halde ender bulunan, çok az yerde gösterilmiş bir filmdir. Filmde (aşağıdaki fotoğraflardan da anlaşılabilir belki) kendisine handiyse bir tarikat kuran ve bilumum muhteşem keyif vericilerin etkisiyle bambaşka alemlere dalan bir Dennis Hopper portresi çıkıyor ki (Henüz izlemeden konuşuyorum gerçi ama okuduklarım hep bu yönde) görmeye değer. Son sürprizi de söyleyeyim hemen: The American Dream şubat ayında kimi ecnebi ülkelerde gösterime çıkıyor nihayet. Bu da demek oluyor ki bizim festivallerimizde de görmek nasip olabilir.





19.01.2016

Oscar'larda çeşitlilik tartışması büyüyor


Geçtiğimiz hafta açıklanan Oscar adayları hemen akabinde bir tartışmayı da getirmişti, dikkatli takipçiler fark etmiştir. Bu sayfalarda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi oyuncu kategorilerinde tek bir siyahi ( ya da farklı bir etnik kökenden gelen ) oyuncunun aday gösterilmeyişi Akademi'nin çeşitliliğe hiç önem vermediği ve son iki yıldır alenen "beyaz" bir seçkiyi öne sürdüğü suçlamalarına sebep oldu. Öyle ki, Hollywood'un güçlü siyahi seslerinden Spike Lee kendi Instagram sayfasından bir açıklama yaptı ve töreni boykot etme çağrısında bulundu. Jada Pinkett Smith'in de destek verdiği Spike Lee özetle şunları söyledi: "Sunucu arkadaşım Chris Rock'a, yapımcı Reggie Hudlin'e, Akademi Başkanı Isaacs'e ve Akademi'ye saygıda kusur etmek istemem ama nasıl oluyor da iki yıldır oyuncu kategorilerindeki tüm adaylar beyazlardan oluşuyor?". Hatta gecenin sunucusu Chris Rock da bu konuda bir twit attı ve Oscar'ları "Beyaz BET ödülleri"ne benzetti.


Spike Lee ile aynı gün bir açıklama yapan Akademi Başkanı Cheryl Boone Isaacs de durumdan rahatsız olduğun u gösteren sözler sarf etti. Boone özetle Akademi'de acil bir yenilenme gerektiğini ve bunun için ellerinden geleni yaptıklarını söylerken "60'lı ve 70'li yıllarda da böyle bir değişime gidilmiş ve gençlerin Akademi'ye üye olmaları teşvik edilerek günün şartlarına uyum sağlanmıştı, 2016'da da bunu yapıp cinsiyet, etnisite, ırk ve cinsel yönelime dair çeşitliliği oluşturmalıyız" dedi. Bakalım bu konu 28 Şubat'taki Oscar töreninde nasıl karşılık bulacak ve ne gibi tartışma ve protestolar gelecek?