30.01.2014

Rotterdam'ın gözdesi "Hard To Be a God"



22 Ocak'ta başlayan Rotterdam Film Festivali'nde Rus yönetmen Alexei German'ın filmi Hard To Be a God şimdiden büyük bir etki yaratmış durumda. Ama o etkiye geçmeden önce filmin aslında bir hayli trajik olan çekim öyküsünden bahsetmek gerek herhalde. Kimi Amerikalı eleştirmenlerin "anlamaya imkan yok" şeklinde niteledikleri Hard To Be a God yaklaşık 10 yılda çekilen ve aslında hiç bir zaman da tamamlanacağına inanılmayan bir filmdi. Üstelik 2013'ün Şubat ayında bir kalp krizi sonucu german hayata veda etmiş ve film de post prodüksiyon aşamasında takılıp kalmıştı. Ancak German'ın eşi Svetlana Karmalita ve oğlu Alexey Jr. yılmadılar ve filmi bitirdiler. 177 dakikalık süresi ve monokrom siyah beyaz görüntüleriyle izlemesi bir hayli zor olan film ilk kez Roma Film Festivali'nde izleyiciyle buluştu ve birçoklarınca anlaşılmaz bulundu. Oysa tam aksi fikirde olanlar da yok değil. Kimileri de filmi modern sinemanın zirvelerinden biri olarak görüyor ve German'ın konvansiyonel anlatımları reddeden, geleneksel dramatik yapıyı dikkate almayan tavrını alkışlıyor. Film tıpkı bizimkine benzeyen ama 800 yıl geriden gelen bir gezegeni araştırmak üzere yola çıkan bir grup bilimadamının tanık oldukları olayları anlatıyor. Kabaca bu kadarla özetlenebilecek filmin süresini hatırlarsak ( 177 dakika !), aslında detaylarda çok daha derinlikli bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu tahmin etmek zor olmasa gerek. Rotterdam Film Festivali'nde şimdiden diğer tüm filmleri gölgede bırakan Hard To Be a God ( Tanrı Olmaz Zor İş desek yanlış bir tercüme olmaz herhalde ) hangi festivalde karşımıza çıkar bilemiyorm ama İKSV'nin dikkatine sunmakta yarar var sanki.


Günün trailer'ı: Blood Ties



Biz daha çok oyuncu olarak tanısak da Guillaume Canet 1996'dan beri yönetmenlik de yapıyor. İlk uzun metrajlı filmini ( Mon Idole ) 2001'de çeken Canet'nin geçen yıl Cannes'da yarışma dışı olarak gösterilen son filmi Blood Ties yakında vizyona girecek. Gerçi Türkiye'de vizyona girip girmeyeceği konusu henüz karanlık ( Başka Sinema ? ) ama belki festivale gelir. kadrosu bir hayli zengin görünen Blood Ties'ın senaryosunda James Gray'in de imzası var, ki kendisi Cannes'da sevilen bir başka sinemacıdır malum.

29.01.2014

Günün Kısası: Heart Stop Beating



Jeremiah Zagar'ın yukarıda gördüğünüz mini belgeseli Heart Stop Beating 2012'de Sundance'te gösterilmişti. İnsan kalbinin yerine geçecek ve kalp atışı denen o hayati sinyali devreden çıkaracak bir yöntem geliştiren iki doktorun hikayesini anlatan film kısacık sürede ne kadar çok şey anlatılabileceğinin etkileyici bir örneği.

28.01.2014

İstanbul Film Festivali'nin afişi İnci Eviner'den


33. İstanbul Film Festivali'nin yukarıda gördüğünüz afişi ressam ve güncel sanatçı İnci Eviner'in figürleri ve el yazısı kullanılarak her zamanki gibi Bülent Erkmen tarafından tasarlandı. Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz yılki festivalin afişinde de Nuri Bilge Ceylan'ın el yazısı kullanılmıştı. İKSV anlaşılan bu afiş işini gelenekselleştirmeye kararlı görünüyor, ki bence de hiç fena fikir değil.

İlk bakışta !f 2014



Sevdiğim festivallerden biri olduğuna şüphe yok !f İstanbul'un. Her yıl çok sağlam bir programla çıkıyor izleyici karşısına ve bir sonraki yıl daha da güçleniyor program. Bunun için de başta Serra Ciliv ve Pelin Turgut olmak üzere tüm festival ekibine teşekkür etmek gerek. Bu yılın programına gelecek olursak, ilk bakışta benim için öne çıkan filmleri kısaca sıralayayım, ileride ayrıntılara gireriz.


Festivalin en özgün bölümü elbette Keş!f, yani uluslararası yarışma bölümü. Jürisinde Mehmet Günsür, Michael Hausman, Dennis Lim, Phillipe Falardeau ve Christoph Terhechte'nin bulunduğu Keşif'te hemen her film bir keşif niteliğinde elbette ama The Selfish Giant ve Manakamana ilk bakışta benim dikkatimi çeken yapımlar oldu.

Jonathan Glazer imzalı Under The Skin festivalin dikkat çekenlerinden
Digitürk Galaları bölümü daha popüler yapımların yer aldığı bölüm elbette. Burada da Under The Skin ( Jonathan Glazer ), Is The Man Who Is Tall Happy ? ( Michel Gondry ) ve Sex, Drugs and Taxation ( Christopher Boe ) diğer popüler filmlerin yanında gözlerden kaçmasın derim. Tabii ki Lars von Trier imzalı Nymphomaniac, Oscar adayı We Steal Secrets: The Story of Wikileaks, Wong Kar Wai'ın son filmi The Grandmaster, bir başka Oscar adayı, Hayao Miyakazi imzalı animasyon The Wind Rises, yılın indie gözdelerinden Dallas Buyers Club ( Jean-Marc Vallée ) ve eleştirmenlerin çok beğendiği The Double ( Richard Ayoade ) gibi filmleri de atlamayacağınızdan eminim.

Plympton'ı sevenler ve tanışmak isteyenler için: Cheatin'
Müzik bölümündeki tüm filmleri ( zaten 5 tane ) görmenizi tavsiye edip benim en sevdiğim bölümlerden birine geçelim: Play / Oyun. Animasyonun özgün ismi Bill Plympton'ın yine tamamını elle çizdiği Cheatin' adlı film bu bölümün kaçmazlarından. Quentin Dupieux imzalı Wrong Cops, yıllar önce Fasulye adlı filmiyle tanıyıp sevdiğimiz Boray Tekay'ın yeni filmi Böcek ve çok tartışılan Escape From Tomorrow ( Randy Moore ) bu bölümden özellikle tavsiye edeceklerim.


Aşk ve Başka bi' Dünya bölümünde ilk bakışta dikkatimi çekenlerden biri Yönetmenler Birliği'nin belgesel dalında en iyi yönetmen seçtiği Jehane Noujiam'in Oscar'a da ady gösterilen filmi The Square oldu. Aynı bölümde yer alan Let The Fire Burn ( Jason Osder ) adlı yapım da mutlaka göreceklerim arasında.

John Waters'ın fetiş oyuncusu Divine festivalin de yıldızı elbette
I Am Divine ( Jeffrey Schwarz ) hiç şüphesiz Gökkuşağı bölümünün yıldızı. Öte yandan ses mühendisi Joaquim Pinto'nun 20 yıldır süren HIV mücadelesini anlatan What Now? Remind Me de göz ardı edilmemesi gereken filmlerden.


Sanat Hayat İçindir başlıklı bölümde yer alan belgesellerin hepsi birbirinden ilginç, hepsi mutlaka izlenmeli. Benim özellikle öncelik vereceklerim ise Tim's Vermeer ( Teller ), Inside Out: The People's Art Project ( Alasdair Siddons ) ve Shirley: Visions of Reality ( Gustav Deutsch ) olacak.


Ev bölümü birçok güzel keşif içerebilir doğrusu ama ben özellikle kolektif bir çalışma olan ve Gezi Parkı protestoları etrafında dönen Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda adlı filmi kaçırmayacağım.




Karanlık ve Köşeli bölümündeki filmleri kimileri izlenmesi zor bulur, ben bulmam. Bu bölümdeki 5 filmin tümünü izlemek niyetindeyim elbette ama seçmem gerekirse L'Etrange Couleur Des Larmes De Ton Corps ( Helene Cattet ve Bruno Forzani ) ile her yaptığını sevmesem de bakmadan edemediğim Takeshi Miike'nin The Mole Song: Undercover Agent Reiji adlı filmini öne koyarım sanki.


Kısa filmlerin de görebildiğiniz kadarını görmeye çalışın diyor ve The Night of the Hunter'ın özel gösterimini sakın ola kaçırmayın diyorum.


Günün trailer'ı: The Zero Theorem



Terry Gilliam son filmi The Zero Theorem ile bir kez daha akıllarımızı alt üst edecek, zihinlerimizi reset edecek gibi duruyor. yani umarım öyle olur. Brazil hala izlediğim en müthiş filmlerden biri olarak duruyor belleğimde. Başrolünde Christophe Waltz'un yer aldığı The Zero Theorem'in oyuncu kadrosunda ayrıca Melanie Thierry, David Thewlis, Matt Damon, Tilda Swinton ve Lucas Hedges gibi isimler de var. Biz ne zaman izleriz derseniz, bir ihtimal İstanbul Film Festivali derim ( madem ki !f'te yok ).

Yönetmenler Alfonso Cuaron dedi


Klişe bir başlık daha! Ama yeri geldi, dayanamadım, kusura bakmayın. Şaka bir yana Yönetmenler Birliği yılın en iyilerini ödüllendirdiği gecede Oscar için bir ışık daha yakmış oldu. Gravity ile En iyi Yönetmen ödülünü Alfonso Cuaron'a veren Yönetmenler Birliği böylece Oscar ödüllerinde bu dalda kimin yarışı önde bitireceğine dair çok büyük bir ipucu verdi. Tabii farklı bir sonuç da çıkabilir, belli olmaz. Yine de hatırlatalım, 1948'den bu yana sadece 7 kez bu ödül farklı yönetmenlere gitti. İşte Yönetmenler Birliği ödüllerinde öne çıkanlar:

En İyi Yönetmen - Sinema: Alfonso Cuaron ( Gravity )
En İyi Yönetmen - TV Filmi / Mini Dizi: Steven Soderbergh  ( Behind the Candelabra )
En İyi Yönetmen - TV Dizi( Drama ): Vince Gilligan - Breaking Bad
En İyi Yönetmen - TV Dizi ( Komedi ): Beth McCarthy-Miller - 30 Rock
En İyi Yönetmen - Belgesel: Jehane Noujaim - The Square

22.01.2014

Günün trailer'ı: The Raid 2



Son yılların en soluksuz filmlerinden biriydi The Raid. Bunu iyi anlamda söylüyorum elbette. Sadece dövüş sahneleri değil tüm film ustaişi bir yönetmenlik gösterisiydi ve genel anlamda filmin gerilimi bir hayli güçlüydü. Şimdi Gareth Evans filmin devamıyla karşımızda. Mart ayında gösterime girecek olan film ilki kadar ses getirecek mi, göreceğiz.

Günün Kısası: Burger



Yine bu yıl Sundance'de yarışan kısa filmlerden biri var karşınızda: Burger. Norveçli sinemacı Magnus Mork'un imzasını taşıyan film bir hamburgercide yolları kesişen farklı sosyal gruplardan insanların başlarından geçenleri anlatıyor.

21.01.2014

Günün afişi


İran asıllı çizer ve sinemacı Marjane Satrapi'nin ilk gösterimi Sundance'de yapılan son filmi The Voices ünlü isimlerden kurulu oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Konuşan bir kediyle, konuşan bir köpeğin de yer aldığı hikaye fantastik unsurlar içeren psikolojik bir gerilim. Bakalım hangi festivalde izleyeceğiz?

Oscar'da sürpriz yok, çekişme var


Yapımcılar Birliği'nin tercihi sonucunda yazdım yukarıda gördüğünüz cümleyi. Oscar'da En İyi Film ödülü genellikle Yapımcılar Birliği'nin seçtiği filme gider. Bu anlamda bu ödül Oscar için son derece hayati bir ipucudur. Bu yıl da öyle olacaktı ama Yapımcılar Birliği'nden ilginç bir karar çıktı ve Gravity ile 12 Years A Slave eşit sayıda oy alarak ödülü paylaştılar. Zaten Oscar'ı da bu iki filmden birinin alacağı hemen hemen kesin. Yani bu anlamda sürpriz yok, ama görüldüğü kadarıyla müthiş bir çekişme var.

Yapımcılar Birliği'nin ödüllerinde öne çıkanlar şunlar:

En İyi Film: Gravity - 12 Years A Slave
En İyi Animasyon: Frozen
En İyi TV Filmi: Behind the Candelabra
En İyi Belgesel: We Steal Secrets: The Story of Wikileaks


16.01.2014

Berlin'de bir Türk filmi daha


Berlin Film Festivali'nin programı peyder pey açıklanmaya devam ediyor. Bugün Forum bölümünde yer alacak filmler de açıklandı ve gördük ki aralarında Melisa Önel imzalı Kumun Tadı da var. Dünya prömiyerini Berlin'de yapacak filmde Mira Furlan, Timuçin Esen ve Ahmet Rifat Şungar gibi isimler rol alıyor. selanik Film Festivali'nde Work In Progress ödülü alan filmin senaryosunda Feride Çiçekoğlu ve Melisa Önel'in imzaları var.

Günün Kısası: Best



Günün kısa filmi Sundance'den. Sundance Londra'da kısa film dalında ödül alan ve bugün başlayan "hakiki" Sundance'te de ABD prömiyerini yapacak olan Best'in yönetmeni William Oldroyd. Adam Brace'in yazdığı film evlenmek üzere olan bir adamla sevgilisinin hikayesini anlatıyor. Hikaye demek çok doğru olmaz elbette ama iki sevgilinin hayatlarına dair çok önemli bir anın yaşandığı kesin. Oldroyd daha önce Hamburg Kısa Film Festivali'nde gösterilen Christ's Dog adlı filmiyle dikkat çekmişti.

15.01.2014

Berlin Jürisinde James Schamus başkan


Tuhaf bir şekilde bu yılki Berlin Film Festivali'nin jürisi bir hayli geç açıklandı. Vardır bir hikmeti diyelim. Belki de asıl istedikleri isimleri ikna edemeyip ya da anlaştıkları ismi ellerinden kaçırıp son ana kadar başkanlık koltuğunu dolduramamaışlardır. Bilindiği gibi bu gibi festivallerde önce jüri başkanı açıklanır, bir süre sonra da jürinin diğer üyeleri. Bu kez hepsini bir seferde açıkladılar. Gerçi jürinin kompozisyonu hiç fena değil, ona bir sözüm yok. Genellikle ünlü bir yönetmene verilen başkanlık görevi ( geçen yıl Wong Kar Wai idi örneğin ) bu yıl herkesin bilmediği bir yapımcıya, James Schamus'a verildi ama sektörü bilenler için bir hayli önemli birisidir kendisi. 1990'lı yılların başında şahlanan amerikan bağımsız sinemasının önemli figürlerinden birisidir ve bir anlamda yönetmen Ang Lee'yi Ang Lee yapan isimlerden de biridir. Tabii bu ilişkinin iki yönlü olduğunu, yani Schamus kariyerinde de Ang Lee'nin önemli bir yeri olduğunu atlamamak lazım. Lee'nin ilk filmlerinden itibaren kurdukları ortaklık her ikisini de önemli yerlere getirmiştir. Brokeback Mountain ile Schamus'un Oscar ve The Wedding Banquet ile de Berlin'de Altın Ayı aldığını hatırlatalım ve jürideki diğer isimleri sıralayalım.


Bond filmlerinin yapımcısı Albert Broccoli'nin yine kendisi gibi yapımcı olan kızı Barbara Broccoli ( ki Skyfall için İstanbul'a gelmişti ), Frances Ha ile hem oyuncu hem de senarist olarak kalbimizi kazanan Greta Gerwig, Danimarkalı oyuncu Trine Dyrholm ( A Royal Affair'de oynamıştı ), fransız sinemacı, yarı dahi / yarı çocuk Michel Gondry, Oscar ödüllü aktör Christophe Waltz, İranlı sinemacı ve ressam Mitra Farahani ve Wong Kar Wai, John Woo gibi ustaların filmlerinden hatırladığımız, uzakdoğunun en büyük film yıldızlarından Tony Leung bu yılki jürinin diğer üyeleri.


Günün Kısası: Monster



Bu da yeni bölümümüz olsun: Günün Kısası. İlk filmimiz de 16'sında başlayacak Sundance Film Festivali'nde uzun metrajlı filmi gösterilecek olan Jennifer Kent'den gelsin: Monster. Yukarıdaki filmi izlediğinizde göreceksiniz ki Kent'in Sundance gösterilecek The Babadook adlı filmi de benzer bir içeriğe sahip. Her ikisi de bir anneyle küçük oğlunun korku (!) yüklü hikayesini anlatıyor. Kent'in Lars von Trier imzalı Dogville'in reji kadrosunda yer aldığını da belirtelim.

8.01.2014

Berlinale'ye doğru


Gördüğünüz gibi 6 - 16 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek Berlin Film Festivali'nin afişi görücüye çıktı. BOROS adlı ajans tarafından tasarlanan Berlin ayısı motifinin yer aldığı afiş çarpıcı renklerden oluşuyor. festival direktörü Dieter Kosslick artık tam bir Berlin maskotuna dönüşen ayının önümüzdeki günler boyunca şehrin birçok yerine yerleştirileceğini de belirtti. Festivalle ilgili bir kaç not daha vereyim oldu olacak.


* Bu yıl dünya sinemasının yaşayan en önemli ustalarından İngiliz yönetmen Ken Loach'a özel bir saygı sunulacak ve bir Onur Ödülü verilecek. Festivalde yönetmenin 50 yılla yaklaşan kariyerinden seçilen 10 film gösterilecek.

* Açılış filmi Wes Anderson'ın Grand Hotel Budapest adlı son filmi olacak.


* Lars von Trier'nin son filmi Nymphomaniac'ın uzun ve kasilmemiş versiyonunun dünya prömiyeri de festivalin programında yer alıyor. Danimarkalı sinemacının Cannes'da yarışmayacağını şimdiden söyleyebiliriz herhalde.

* George Clooney'nin filmi The Monuments Men de festival programında yer alıyor.

* Panorama bölümünde Kutluğ Ataman'ın The Lamb adlı filmi de gösterilecek.

Hollywood'da son sözü yapımcılar ve yönetmenler söyleyecek


Son söz derken elbette Oscar ödüllerinden bahsediyorum. Bir kaç hafta önce başlayan ödül sezonu Oscar ödüllerinin dağıtılmasıyla sona erecek bu yolda meslek gruplarının tercihleri bir hayli belirleyici olacak. Açıkçası sanıldığının aksine Altın Küre ödüllerinin Oscar için kesin bir işaret olduğunu düşünmüyorum. Altın Küre ödüllerini bildiğiniz gibi Hollywood'daki yabancı basın mensupları veriyor ve "aklın yolu bir" prensibinden hareketle iki ödül arasında çakışmalar oluyor ama Oscar'da aslen meslek birlikleri daha belirleyici oluyor. Son yılların Oscar tercihlerine bakarsanız büyük bir oranda meslek birliklerinin ödülleriyle denk düştüğünü görürsünüz. Bu yıl da öyle olacaktır muhtemelen. Bu bağlamda geçtiğimiz günlerde adaylarını açıklayan Yapımcılar Birliği ve Yönetmenler Birliği gibi grupların seçimlerini dikkatle takip etmek gerekir. İşte adaylar:


Yapımcılar Birliği

En İyi Film adayları
American Hustle
Blue Jasmine
Captan Phillips
The Dallas Buyers Club
Gravity
Her
Nebraska
Saving Mr. Banks
12 Years A Slave
The Wolf of Wall Street

En İyi Animasyon Film adayları
Croods
Despicable Me 2
Epic
Frozen
Monsters University


Yönetmenler Birliği

En İyi Yönetmen adayları
Alfonso Cuaron - Gravity
Paul Greengrass - Captain Phillips
Steve McQueen - 12 Years a Slave
David O. Russell - American Hustle
Martin Scorsese - The Wolf of Wall Street


6.01.2014

Günün trailer'ı: The Grand Budapest Hotel



Wes Anderson'ın yeni filmi Berlin'de açılış gecesi görücüye çıkacak. En kısa zamanda İstanbul'da da gösterilmesi umuduyla diyelim.. Yukarıda ve aşağıda filmin yeni yayınlanan iki farklı trailer'ını bulacaksınız.

3.01.2014

2013'ün en iyileri, bu kez bana göre


Yeni yıla, adet olduğu üzre, bir önceki yılın en çok dikkat çeken filmlerini hatırlayarak giriyorum. Aşağıda göreceğiniz ve 10 filmle sınırladığım listenin geçtiğimiz yıl ülkemizde vizyona giren ve benim izleyebildiklerim i,çinden derlenen bir liste olduğunu hatırlatmak isterim. maalesef çok istediğim halde göremediğim filmler oldu ve onları zaman içinde DVD'den izlemeyi de yeni yıl kararlarım arasına eklemiş bulunmaktayım. Ayrıca festivallerde izlediğim ( ya da festival harici, screenerlarını izlediğim ) kimi filmler için de ayrıca bir değerlendirme yapmak niyetindeyim. Başlayalım bakalım.



1.
Sen Aydınlatırsın Geceyi
Onur Ünlü

2013'ün filmi budur bana sorarsanız. Sadece Türkiye sineması adına değil, dünya sineması adına da eşine az rastlanır bir film olduğunu düşünüyorum ve Onur Ünlü'ye en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Yıllardır izlediğimiz süper kahraman filmlerine ait kimi klişeleri alabildiğine yerel bir çerçevede ele alan ve "süper güç" kavramına yeni bir tanım getiren filmde sıradan hayatlar yaşıyor gibi görünseler de her biri farklı bir süper güçle donatılmış kasaba tiplemeleri üzerinden yarı fantastik yarı arabesk bir hikaye anlatıyor Ünlü. Ali Atay'ın olağanüstü oyunculuğunun özellikle altını çizmekle beraber Demet Evgar'ın mümkünse daha zor bir rolün altından takdire şayan bir maharetle kalktığını da belirtmek isterim. Nadir Sarıbacak, Ercan Kesal, Tansu Biçer gibi oyuncuların da ( ki bu isimler son yıllarda "iyi" olarak nitelenebilecek hemen tüm filmlerde karşımıza çıkan isimler olsa gerek ) rol aldığı filmde özel bir takdir de tanınmamayı başaracak denli güçlü bir performans sergileyen Ayşenil Şamlıoğlu'na gidiyor. Senaryo matematiği son derece sağlam çatılmış, kurgusundan kadrajlarına her aşamada incelikle ele alınmış bir film var karşımızda. Siyah beyaz görüntüleri, sınırlı ama çarpıcı müzik kullanımı gibi özellikleriyle de hafızalarımızdan çıkmayan Sen Aydınlatırsın Geceyi tıpkı gönderme yaptığı Shakespeare dizesi gibi şairane bir film kanımızca. Aşkı, tutkuyu, acıyı ve ihaneti ele alışındaki koyu melankolik ton ise filmin herhalde ruhlarımızı en çok dağlayan yanı.



2.
Kutsal Motorlar - Holy Motors
Leos Carax

Önce !f İstanbul'un açılışında, ardından vizyonda gösterilen Kutsal Motorlar uzun bir aranın ardından film çeken Leos Carax'ın formundan hiçbir şey kaybetmediğini hatta mümkünse daha da ustalaştığını gösteriyordu. David Lynch'in düşsel sahnelerinden birini andıran ve Freud'un "Düşler bilinçaltımızın anahtarlarıdır" saptamasına gönderme yapan bir açılış sekansıyla ( ki sigarası ve gözlüğüyle Leos carax'tan başkası değildir bu sahnenin öznesi ) başlayan film büyük ölçüde Carax'ın fetiş aktörü ve alter-egosu Denis Lavant'ın maharetli oyunculuğuyla akıp gidiyor. Her zamanki gibi Alex Oscar adıyla ( hemen her filminde bu adı kullanır malum ve aslında yönetmenin adının bir anagramıdır ) karşımıza çıkan ve film boyunca 12 farklı tipe bürünen Lavant herhalde son 30 yılın kıymeti en bilinmemiş oyuncularından. Onun özellikle -daha önce Tokyo'da Carax'ın segmentinde de canlandırdığı - Monsieur Merde ( Bay Bok ) tiplemesinin sinema tarihinin en tuhaf ve en unutulmaz kişileri arasına gireceğini düşünüyorum. İnanılmaz bir beden plastiği olan Lavant'ın yaşlı ve kambur bir dilenci kadın kılığına girdiği sahneyle, modern dansla bilim-kurgu/aksiyon estetiğinin çarpıcı bir harmanı olan motion capture sevişme sahnesinin başka bir oyuncuyla aynı etkide çekilebileceğini sanmıyorum. Öte yandan kendi eski filmlerinden tutun da, Eyes Without Face gibi sinema klasiklerine birçok filme yaptığı göndermelerle de Leos Carax'ın bir başyapıta imza attığına şüphe yok. Yanlış anlaşılmasın, gönderme yaptığı için değil elbette, bu göndermelerle kendince bir sinema tarihi yazımına giriştiği ve bu öznel tarihle kendi sineması arasında bir köprü kurabildiği için. Chapeau, Monsieur Carax!



3.
Hayat Avcısı - The Imposter
Bart Layton

Frederic Bourdin'in hikayesi tam da "hayat kurmacadan daha tuhaf" cümlesini doğru çıkaracak cinsten bir hikaye ve bu yüzden de bir belgesel olarak sinemaya aktarılması son derece isabetli. Dünyanın en usta yönetmeni dahi olsa bu hikayeyi bir kurmaca olarak daha çarpıcı bir şekilde anlatamazdı herhalde. Filmi izlememiş olanlar için hemen "spoiler" uyarısı yapayım ve yazıyı daha fazla okumadan bir sonraki maddeye geçemelerini tavsiye ederek devam edeyim. ABD'de 13 yaşındayken ortadan kaybolan ve yıllarca bulunamayan Nicolas Barclay'in ailesi günün birinde İspanya'da bir gencin bulunduğu ve bu gencin kendi oğulları olabileceği haberiyle heyecanlanr. İşin doğrusu bulunan genç fiziksel özellikleri itibariyle kendi oğullarına benzememekte ve üstelik doğru dürüst ingilizce bile konuşamamaktadır. Ama Barclay ailesi bulunan gencin kendi oğulları olduğunu kabul eder ve adının daha sonra Frederic Bourdin olduğu anlaşılacak kişiyi evlerine alırlar. Ecnebilerin "the plot thickens" ( "işler çatallanıyor" diye çevrilebilir herhalde ) dediği durum tam da budur işte, zira Bart Layton'ın belgeseli kimi ilginç soruları da getiriyor beraberinde: Barclay ailesi kendi çocukları olmadığı bu kadar aşikar birini neden evlerine aldılar, kendi çocuklarına aslında ne oldu, ailenin gizlediği karanlık bir sır ve hatta bir suç mu var? Film bu sorulara yanıt vermiyor belki ama izleyici kesinlikle şunu merak ediyor: hayatını farklı karakterlere bürünerek geçiren Bourdin'in hikayesi mi daha tuhaf, yoksa tamamen iç ürpertici şüpheler uyandıran kimi karanlık sebepler yüzünden onun hikayesini benimseyen Barclay ailesinin hikayesi mi? Şimdi yazının girişinde söylediklerimi yalanlayacağım belki ama kimlik, varoluş, suç gibi kavramlar etrafında dönen bu filmi ancak Antonioni ya da Herzog gibi biri bu kadar etkileyici bir şekilde anlatabilirdi. Belki. Bu kadarı da henüz ilk sinema filmine imza atan Bart Layton'a yeter herhalde.



4.
Frances Ha
Noah Baumbach

2013'ün aklımda kalan bir diğer filmi de Noah Baumbach ve Greta Gerwig işbirliğinin ürünü olan Frances Ha. Gerwig'in adını özellikle zikrettim, zira filmin başrolünü de üstlenen oyuncu hem senaryoya katkıda bulunmuş, hem de açıkçası Baumbach kadar ( belki de daha fazla ) filmi sahiplenmiş. Her şeyden önce bir kadın filmi bu ve beklendik, alışıldık kadın filmi klişelerinden ırak, bu anlamda yenilikçi ve iddialı bir film. Hele de Hollywood için. Umarım Oscar ödüllerinde hak ettiği görünürlüğü bulur ( En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve özellikle de En İyi Kadın Oyuncu dallarında aday gösterilemsi gerekir bence ) diyerek sözlerimi kısa keseyim ve meraklısı için filme dair kritiğime buradan ulaşılabileceğini hatırlatayım.



5.
Tepelerin Ardında - Dupa Dealuri
Cristian Mungiu

2007 yılında Cannes'da Altın Palmiye'yi alan 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün ile dünya sinemasında kendine önemli bir isim edinen Cristian Mungiu bu kez bir manastırda geçen ve inanç meselesini ele aldığı son filmi Tepelerin Ardında ile yılın en iyi işlerinden birine imza attı. Gerçi bu listedeki birçok film gibi bu da aslında 2012 yapımı bir film ama bizde 2013'te ancak vizyona girdi malum. Süresi de bir hayli uzun olan Tepelerin Ardında çok sağlam sinematografisi olan ve ele aldığı meseleyi olanca çarpıklığıyla gözler önüne seren bir yapım. Mungiu'nun bol miktarda deep focus kullandığı ve yer yer tablovari sahnelerin ( ki filme ikonografik ve hatta ikonoklast bir hava veriyor bu ) meydana geldiği film farklı bir coğrafyada ( örneğin ABD'de ) dört başı mamur bir korku filmine de dönüşebilirdi pekala. Öte yandan  Mungiu'nun doğrudan bir taraf tutmadığını ve inanç körlüğünün kendi parçası olduğu coğrafyada cehalet, fakirlik ve türlü yoksunluklarla atbaşı gittiğinin de farkında olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Ama tüm bunların ötesinde bir şey var ki filmde onu asıl önemli ve unutulmaz kılan şey de bu. Tepelerin Ardında bir aşk filmi. İki genç kız arasında yaşanan ve tarafların farklı uçlara ( ya da yönlere demeli belki ) savrulduğu, unutmanın ihanete denk düştüğü bir aşk öyküsü aslında bu. Bu noktada isterseniz Tanrı aşkıyla bir karşıtlık ya da koşutluk da kurabilirsiniz, çok tuhaf olmaz. Ya da din ve inanç meselelerini, ahlaki baskıların toplumsal hayatla kesiştiği ya da çeliştiği noktaları görüp filmi başka bir düzlemde de okuyabilirsiniz. Mungiu tüm bunları izleyiciye aktaracak ustalıkta bir yönetmen ve Tepelerin Ardında bu yüzden unutulmaz bir film.



6.
Bir Şarkının Peşinde - Searching For Sugar Man
Malik Bendjelloul

Bu yılın en iyileri arasına soktuğum ikinci belgesel olan Bir Şarkının Peşinde ( Searching For Sugar Man ) yine ancak belgesel olarak etkisini koruyabilecek filmlerden. The Imposter için yaptığım spoiler uyarısını burada da yapayım müsaadenizle. Filmin öznesini teşkil eden müzisyen Sixto Rodriguez'in adını ilk kez duyacaklar için çok önemli bir sürpriz var filmde ve bu sürpriz filmin ele aldığı temel meseleleri doğrudan etkilemiyor belki ama seyir keyfi açısından hayati bir değeri var bence. Güney Afrika'da tüm zamanların en çok satan plaklarından biri olan Cold Fact ile 70'li yıllarda küçük çaplı bir efsaneye dönüşen Sixto Rodriguez'in kim olduğunu nedense kimse bilmemektedir. Bu durum müzisyenin hayranlarından Cape Town'lı bir radyo dj'inin kafasını fena halde meşgul eder ve bir araştırma yapmaya başlar. Elinde sadece bir plak vardır ve Rodriguez'in yıllar önce sahnede kendini ateşe vererek yaktığına dair bir şehir efsanesi. Bir arkeolog titizliğiyle başladığı araştırmaya bir müzik yazarı da destek çıkınca ilginç gerçeklere ulaşmaya başlarlar ve Rodriguez'in Amerikan müzik endüstrisinin ikiyizlü çarkları arasında nasıl harcandığına dair akla hayale sığmayacak bir hikaye şekillenir. Bir yandan sıkı bir detektiflik hikayesi gibi ilerleyen film bir yandan da izleyiciye başarı ve başarısızlık gibi kavramlar üzerinden sanatın işlevi, müzisyen/dinleyici ilişkisi, varoluşun öznel ve toplumsal tanımları gibi meseleleri düşündürtüyor. Hayatta seçtiğimiz yollar ile önümüze konan seçenekler arasında nasıl bir alaka var örneğin? Bir müzisyenin sesini duyuramadığı bir ortamda başarısız addedilmesi, öte yandan hiç ummadığı bir yerde sesinin yankı bulmasını nasıl ele almak gerekir? Son kertede gerçekliği bile sorgulatan bir film var önümüzde ve bu da insanların yaşamlarına dokunan bir şey, mesele budur işte.



7.
Yozgat Blues
Mahmut Fazıl Coşkun

İtiraf edeyim Yozgat Blues'u izledikten hemen sonra kendi kendime "Sinemamızın taşraya dair söyleyecek sözü kalmamış" dedim ve bunu da olumsuz bir anlamda yorumladım. Oysa yanılmışım, aradan vakit geçtikçe anlamaya başladım bunu. Şurası bir gerçek gerçi, sahiden de sinemamızın taşraya dair söyleyecek bir lafı kalmamış ama taşra kalmamış ki zaten. Daha doğrusu taşra başka bir şeye dönüşmüş, büyümüş, işgal etmiş. Yozgat'ta geçen ama kente dair doğru dürüst bir planın bile yer almadığı film aslında bu tavrıyla her şeyden önce bunu ileri sürüyor aslında: her yer Yozgat, her yer taşra. Film Yozgat'ta mı geçiyor, İstanbul'un Zeytinburnu semtinde mi, anlamak zor. Farketmiyor da. Bu anlamda karakterlerin taşrayla ilişkisi de önemini yitiriyor ve doğrudan doğruya hayatla olan hesaplaşmaları ön plana çıkıyor. Gerçi bu hesaplaşmanın sonunda da öyle büyük cümleler kurulmuyor, önemli çıkarımlara varılmıyor; sadece hayat nasıl sinsice hep galip geliyor onu görüyoruz. Filmin en akılda kalıcı yanıysa oyunculuk performansları olsa gerek. Joe Dassin'in ölümsüz şarkısı L'Eté Indien'i film boyunca kendine has üslubuyla yorumlayan Ercan Kesal'dan tutun da nereye giderse gitsin sosyal hayatta kendine kendince bir yer bulmayı başaran Ayça Damgacı'ya; happeninglerin efendisi olarak tanıdığımız ama burada pavyon işletmecisi olarak karşımıza çıkan Adnan Tönel'den, pastane köşelerinde kendine eş arayan Tansu Biçer'e kadar unutulmaz karakterlere imza atmış oyuncular var filmde. Ama galiba en çok akılda kalanı iflah olmaz romantik, Ahmet Kaya ile Ahmet Selçuk İlkan arasında gidip gelen ( teşbihlerimi mazur görünüz ) ve girdiği her ortamı kendi meşrebince domine eden radyo dj'i rolündeki Nadir Sarıbacak olsa gerek. Filmin oyunculukları yılın en iyileri arasında muhakkak ama Sarıbacak gerçekten parlıyor, hakkını teslim edelim.



8.
Mavi En Sıcak Renktir - La Vie D'Adele: Chapitres 1 & 2
Abdellatif Kechiche

Tunuslu sinemacı Abdellatif Kechiche 2013'te Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'ye uzandı ama jürinin tavrından da görüldüğü gibi filmin başarısında neredeyse onun kadar etkili iki kişi daha vardı: filmin başrol oyuncuları Adele Exarchopoulos ve Lea Seydoux. ılın en uzun filmlerinden biri olan Mavi En Sıcak Renktir aslında bir grafik roman uyarlaması ve okuyanların söylediğine göre bir hayli de sadık bir uyarlama ama Kechiche'in neredeyse tamamını yakın planlarla çektiği ve büyük ölçüde Adele'in yüzüne odakladığı film izleyicide hipnotik bir etki yaratıyor ki, bunun romanda böyle olmadığını tahmin etmek zor değil. Aslında ilginç bir şekilde yine bu listede yer alan ve yine uzunluğuyla dikkat çeken Tepelerin Ardında ile bu film arasında bir akrabalık kurmak mümkün. Her iki film de iki genç kadın arasında geçen aşkı anlatıyor ve her iki film de anlatım açısından tavizsiz filmler. Mungiu filmin neredeyse bütününde deep focuslar kullanarak objektif bir anlatıma yönelirken ( ki bu belirli bir mesafe ve soğukluk da sağlıyor ), Kechiche alabildiğine yakın plan çalışarak izleyiciyi karakterlerle yaklaştırıyor, ki iki filmin yolları burada tam olarak ayrılıyor. Ama ilginç bir şey yapıyor Kechiche, filmin uyarlandığı grafik romanın adını da hatırlatırcasına ( Mavi En Sıcak Renktir ). Bilindiği gibi kırmızı sıcak bir renktir ama mavi soğuktur aslında. Mavini sıcaklığı aslında hikayede mavi saçlarıyla karşımıza çıkan Emma'dan geliyor. Öte yandan izleyiciyi karakterlere alabildiğine yaklaştıran yakın planlar hiç de sanıldığı gibi karakterlere ( özellikle de filmin her sahnesinde yer alan Adele'e ) bir sempati duymamızı sağlamıyor ve ilişki soğuk kalıyor. Daha net konuşursak, anlatımı sebebiyle sıcak olması gereken ilişki soğuk kalıyor ve soğuk bir renk olarak tanımlanan mavinin sıcaklığındaki gibi bir zıtlık kurulmuş oluyor. Bunda Adele Exarchopoulos'un oyunculuğunun ( ve oyunculuğu şekillendirdiğini tahmin ettiğimiz Kechiche'in ) da etkisi büyük elbette. Dikkat ederseniz başına gelen olayların ( aşk, cinsellik, ihanet, dışlanma vs ) hemen hiçbirinde Adele'in yüzünden duygularını okumak mümkün değil. İnanılmaz bir disiplin isteyen bu bastırma hali ( ki Emma ile olan büyük kavga sahnesinde biraz kırıldığını görüyoruz bu durumun ) filmdeki soğuk duygunun da en önemli sebeplerinden biri aslında. Cannes'da yönetmenle birlikte oyuncuların da ödüllendirilmesi bu yüzden işte: onlar ( onların teslimiyeti ) olmasaydı bambaşka bir film olabilirdi bu.



9.
Şimdiki Zaman
Belmin Söylemez

Uzunca bir zamandır kısa ve uzun belgeselleri ve kısa kurmaca filmleriyle tanıdığımız Belmin Söylemez ilk uzun metrajlı kurmaca filminde bir kadın hikayesi anlattı ve adını yılın en iyileri arasına yazdırdı. Aslında Şimdiki Zaman kimi yönleriyle akla Frances Ha'yı da getiriyor. Başrollerini Sanem Öge, Şenay Aydın ve Ozan Bilen'in paylaştığı film ele aldığı özneye yaklaşımı açısından Frances  Ha'yı andırıyor ve benzer bir şekilde alışılageldik klişelere sığınmadan kuruyor hikayesini. Bizimki gibi coğrafyalarda kadının yaşadığı sıkıntıların çok daha büyük ölçekli olduğunu ve tüm bunların ne yazık ki çok daha sıradan görüldüğünü düşünürseniz filmin kolaya kaçmayan tavrının aslında ne kadar erdemli bir tavır olduğunu da takdir edersiniz. Evet doğru, bizim ellerde kadın fiziksel şiddetin en acımasızıyla yüzyüzedir ve baskıların en büyüğüne maruz kalmaktadır ama sadece bu değil ki. Kadın şiddet ve baskı görmediğinde dahi varolmak için ciddi bir mücadele vermek zorunda ve hayatı hiçbir zaman dilediği gibi "şimdiki zaman" içinde yaşayamaz. Başkalarına baktığı kahve fallarında hep kendi özlemlerini dile getiren Mina'nın açmazı da buradadır belki: sürekli kurgulayarak şekillendirdiği ve gerçeğe dönüştürmeye çalıştığı geleceğinin her baktığı falla kendisinden biraz daha kaçmasıdır onun dramı. İşte bu anlamda Frances Ha ile zıt noktalara savrulduğunu görüyoruz filmin. Noah baumbach'ın filminde Frances Ha bir şekilde kendi potansiyelini gerçekleştirmenin bir yolunu bulurken, Söylemez'in filminde Mina bunu bir türlü başaramaz. Yıkadığı kahve fincanlarındaki telveler gibi kayıp gider ellerinden zaman. Borges haklıdır belki de, şimdiki zaman diye bir şey yoktur, sadece geçmiş ve gelecek zaman vardır, hatta bazen onlar bile yoktur.



10.
Zafere Hücum - Rush
Ron Howard

Hollywood sistemi içinde çalışan en iyi senaristlerden biri Peter Morgan. Bir kere her ne kadar Hollywood için çalışsa da Britanyalı ve üstelik tiyatro yazarlığı var. Dramatik yapı kurmayı, karakter oluşturmayı ve karakterler arası ilişkileri biçimlendirmeyi çok iyi biliyor. Frost/Nixon, Damned United ve The Queen gibi senaryolarında bunu kanıtlamıştı zaten ve Ron Howard tarafından filme aktarılan son senaryosu zafere Hücum ( Rush ) ile bunu bir kez daha gösterdi. Biyografi ve dönem filmi denince yine akla gelen ilk senaristlerden biri kendisi ve Formula 1'in unutulmaz rekabetlerinden birini anlattığı Rush da tam bu tanımları karşılayan bir film. Açıkçası spor dramaları zordur. Bir kere sporun kendine özgü bir draması vardır ve bunu kurmaca bir eserde vermek, aynı duyguyu yaşatabilmek hemen hemen imkansızdır. O yüzden dikkat edin akıllarda kalan spor dramalarının hemen hepsi geri planda başka bir çekişmeyi de anlatırlar. Doğrusu da budur muhakkak ama örneğin benzer bir hikayeyi anlatan Driven bugün hemen hemen kimse tarafından hatırlanmazken, Niki Lauda ve James Hunt arasındaki dramatik rekabeti anlatan Rush'ın gelecek yıllarda klasik bir spor filmi olarak anılacağına ben şahsen eminim. Birçok yönden tipik bir Hollywood filmi belki hem izleyiciyi mükemmel bir şekilde angaje ediyor hem de basit gibi görünen bir rekabet hikayesi üzerinden önemli cümleler kurup, sağlam sorular sormayı başarıyor. Bugün kaç Hollywood filminden bu tatminle çıkıyorsunuz ki?