31.12.2010

2010'un en iyi filmleri


Bir şekilde bu listeleri yapıyoruz hepimiz. Amaç geride kalan yıla dair bir kayıt bırakmak, hepsi bu. Aşağıda 2010 yılında Türkiye'de vizyona giren ve benim izleyebildiklerim arasından en çok beğendiğim 10 filmi bulacaksınız. Bir de vizyona henüz girmeyen ama festivallerde ya da başka mecralarda izlediğim filmlerden yapacağım eklemeler de var, ama onları 10 filmlik listeye almadım elbette.


10 - Moon - Duncan Jones

Hemen heryerde David Bowie'nin oğlu olarak anılıyor Duncan Moon. Ama iş sinemaysa babasıyla hiç alakası yok ve son derece umut vaat eden bir yönetmen bence. Kubrick göndermeleri bir yana, bunca yalnızlığı bu kadar ilginç kılan az film vardır herhaşde. Tabii Sam Rockwell'in ustaişi performansı ve sesiyle bile farkını belli eden Kevin Spacey'i unutmamak lazım.


9 - Bal - Semih Kaplanoğlu

Ne yazık ki listemdeki tek Türk filmi Bal. Ne Kosmos'u izledim bu yıl, ne de Çoğunluk'u. Belki  onları da Bal kadar, hatta belki daha çok sevebilirdim, bilemiyorum. Öte yandan Kaplanoğlu'nun artık bambaşka bir şeyler çekmesini de umuyorum doğrusu. Bir de diyaloglar daha iyi yazılıp, daha iyi söylenebilirmiş sanki.


8 - Bakjwi - Park Chan-wook

Vampir filmlerinin romantize edildiği son yıllarda türe farklı katkılar yapan yönetmenler de yok değil allahtan. Park Chan-wook'un her köşesi incelikle dokunmuş hikayesi de yılın en iyilerinden biriydi bence. İçi boş bir romantizm yerine, izleyenin içinin ürperdiği, tedirgin olduğu bir aşk hikasiydi Bakjwi. Zor ama iz bırakan bir filmdi.


7 - A Serious Man - Coen Brothers

Coen Kardeşler uzun yıllar sonra ilk kez alışıldık kadrolarının dışına çıktılar ve galiba iyi de ettiler. John Turturro, Steve Buscemi ya da John Goodman'ın olduğu bir kadroyla da anlatabilirlerdi belki A Serios Ma'i ama bu şekilde izleyiciyi daha uyanık olmaya zorladılar ve farklı bir ufuk tasviri yaptıklarını hatırlattılar. Kariyerlerinin en Yahudi filmiydi bir yandan da. Michael Stuhlbarg ise büyük bir keşif oldu herkes için.


6 - Das Wiesse Band - Michael Haneke

Siyah beyaz Haneke'ye yakıştı, hem de çok. Avusturyalı ustanın provoke etmeyi boşverip de sakin sakin hikayesini anlattığı filmleri ben daha çok seviyorum galiba. İlk söylediğime örnek Funny Games elbette, diğeriyse Code Inconnu. Cannes'da Altın Palmiye alan Das Weisse Band kesinlikle ikinci gruba giriyor ve Nazi Almanya'sınınnerelerden geçip geldiğini anlatıyor. Aklınızda kalan, kaldıkça sizi daha da etkileyen bir film olmuş.


5 - Precious: Based on the Novel "Push" by Sapphire - Lee Daniels

Yılın bağımsız harikası Precious idi elbette. Herşeyden önce oyunculukları ve senaryosuyla öne çıkan bir filmdi ama Lee Daniels'in duygu sömürüsüne yüz vermeyen anlatımı filmin aslı başarısı olsa gerek. Mariah Carey ve Lenny Kravitz gibi yıldızların cameo performansları ise işin kremasıydı.


4 - Looking For Eric - Ken Loach

"Solcu" nitelemesini hak eden sinemacılar gitgide azalıyor ama neyse ki Ken Loach sapasağlam yerinde. Ondan gelecek bir futbol filmi de ancak bu kadar şık olurdu herhalde. Geçtiğimiz günlerde anti kapitalist çıkışlarıyla medyada yer alan Eric Cantona'nın filmin esas adamı proleter Eric'e ilham kaynayklığı edişi Ken Loach'un meseleye ne kadar hakim olduğunun da bir göstergesi aynı zamanda. Cantona'nın unutamadığı anın da bir gol değil, bir pas oluşuna ne demeli peki? 10 numara.


3 - El Secreto de Sus Ojos - Juan Jose Campanella

Arjantin ve Türkiye arasında aslında ne çok benzerlik var ama bizden böyle bir film çıkmadı henüz, ne yazık. Ama El Secreto de Sus Ojos sadece siyasi cinayetleri deşen politik bir film olmanın da ötesine geçiyor elbette. Mizah, hüzün, aşk, gerilim ve futbol. Herşey olağanüstü bir ustalıkla dengelenmiş ve hiç bi,r yerinden sarkmayan bir hikaye çıkmış ortaya.


2 - Let The Right One In - Tomas Alfredson

Bakjwi çok iyiydi ama yılın en etkileyici filmlerinden biri olan Let The Right One In daha da iyiydi. İkisini adını aynı cümle içinde geçirmemin sebebi ikisinin de vampir filmi olması elbette. Gece yağan karlarla başlayan Let The Right One In dondurucu soğğu kanın sıcaklığıyla eriten bir film. Romantizm ise burada yerini bir türlü adlandıramadığınız bir yakınlığa ( dostluk, birliktelik, yoldaşlık? ) bırakıyor. İnsanı erinden etkileyen, uzun uzun pencereden baktıran bir film Let The Right One In.


1 - The Cove - Louie Psihoyos

Yılın filmi bence bir belgesel. Ama dramatik bir filmde yer almasını istediğiniz hemen her şeyi barındıran bir belgesel. Japonya'nın Taiji kasabasında katledilen yunusları özgürlüğe kavuşturmak için hayatının gidişatını değiştiren Ric O'Barry'nin macerasını anlatan film sinemayı da yeniden gözden geçirten bir film bana sorarsanız. Bir şeyleri değiştirmek mümkün sinemayla. The Cove'u benim için listenin tepesine yerleştiren şey de bu işte.  Herkesin mutlaka izlemesi gereken, hayatınız değilse bile bazı konulara bakışınızı tamamen değiştirecek bir film.

30.12.2010

Günün Afişi


İçinize fenalık geldi mi bilmem, ama Star Wars afişleri bitmek bilmiyor. Tyler Stout'un orijinal üçleme için tasarladığı bu afişler Star Wars koleksiyoncuları için kaçırılmayacak parçalar herhalde.

Haneke'nin yeni filmi: Love


Das Weisse Band yılın en iyi filmlerinden biriydi gerçekten de. Biraz geç izledim ama, olsun, iyi ki izlemişim. İyi bir Haneke filmi ( ki örneğin Code Inconnu bence hala en iyi Haneke filmidir ) izlemek kolay kolay üstesinden gelinebilecek bir deneyim değildir. Tabii bu benim fikrim. Gelelim konumuza, Michael Haneke'nin Şubat ayında çekmeye başlayacağı yeni filmi Love adını taşıyor. Hemen belirteyim, bu filmin adı kısa bir süre öncesine kadar These Two idi, ama değişti. Tabii Haneke'nin filmlerini hangi dilde adlandırmak gerektiği de ayrı bir tartışma konusu. Örneğin Fransız oyuncuların ağırlıkta olduğu filmlerini fransızca ( Code Inconnu, La Pianiste, Caché gibi ); Alman ağırlıklı olanları almanca ( Das Weisse Band mesela ), Amerikan yapımı olanları da ingilizce ( Funny Games ) adlandırmak gerek. Bu anlamda Love yanlış olur kanaatindeyim, L'Amour demek daha doğru sanki. Neden derseniz filmin başrollerinde Isabelle Huppert ve Jean-Louis Trintignant var. Huppert daha önce de Haneke ile çalışmıştı ( La Pİaniste ) ama doğrusu uzun zamandır yeni filmini görmediğim Trintignant ilk kez çalışacak ve onu izlemek ayrıca güzel olacak. Tahminen senye Venedik veya Toronto'da prömiyer yapacak film. Biraz sabır yani.

29.12.2010

Pixar pulları güzelmiş


Bu gidişle Pixar çok da uzak olmayan bir gelecekte En İyi Film Oscar'ını kapıverecek. Bu yılın en sevilen, eleştirmenler tarafından en çok övülen filmlerinden biri olan Toy Story 3 bu dalda Oscar'a aday gösterilirse hiç şaşırmayacağım. Bu arada, Amerikan Posta Servisi Pixar kahramanlarını pullarına taşımaya karar vermiş ve yukarıda gördüğünüz seriyi yaratmış. 19 Ağustos'ta satışa çıkacak seride 20 farklı pul olacak ve üzerinde "sonsuza dek" geçerli olduğu ibaresi yer alacak.

Son durum: Capa


Michael Mann'ın dünyaca ünlü fotoğrafçı Robert Capa'nın hayatını anlatan bir film çekebileceğini duyurmuştum geçen yıl. Geçen süre zarfında bu ihtimal gerçeğe dönüştü ve Michael Mann işe koyuldu. Şimdi de oyuncularla ilgili detaylar netleşmeye başladı. Bu arada hemen düzelteyim, film Capa'nın hayatından ziyade Capa ile Gerda Taro arasındaki aşkı anlatıyor ve başrolleri de Andrew Garfield ve Gemma Arterton üstleniyor. Film Susana Fortes'in Waiting For Robert Capa adlı kitabından uyarlanacak.

Günün Afişi


Bir Star Wars afişi daha diyorsunuz, değil mi? Ama Rob Jones'un tasarladığı bu afişin ilginç olduğunu da kabul etmeniz gerek sanırım. 20. yüzyılın en ikonik imgelerinden biri olan Darth Vader'in güzel bir yorumu olmamış mı?

27.12.2010

Son durum: Argento'nun Dracula'sı


Bir süre önce Dario Argento'nun bir Dracula filmi çekeceğini duyurmuştum. Aslında bu konuda çok yeni bir haber yok, sadece çekim tarihleri daha bir kesinleşmiş görünüyor. 10 milyon Euro civarında bir bütçeyle ve 3D çekilecek filmin motor tarihi Mart 2011 olarak açıklandı. Yukarıdaki videoda biraz daha fazla bilgi ve ayrıntı bulabilirsiniz.

24.12.2010

Korku filmi mi, komedi mi?


Başlıktaki soru Kevin Smith'in yeni filmi Red State ile ilgili. Haksız bir soru da değil anlaşılan. Bugüne kadar çektiği tüm o alaycı filmler sayesinde Smith sağlam bir şöhret edindi kendisine ve şimdi kimse gerçekten bir korku filmi çektiğine inanmıyor. İnanmak isteseler de inanmıyorlar hatta. Ben bile emin olamıyorum. Keşke dört başı mamur bir korku filmi çekmiş olsa. Bakın kendisi bile ne demiş,,

           "Bazıları filmimin satirik bir komedi ya da korku komedisi olduğunu söylüyor ama değil. Üç yıldır söylüyorum bunu, Red State bir korku filmi. Anlaşılan kimse bana inanmıyor."

Herneyse film Sundance'de görücüye çıktığında herşey açıklığa kavuşacak. Bu arada sanal ortama düşen teaser hiç fena değil ve gerçek bir korku filmi izlenimi veriyor ama kimbilir?


23.12.2010

Soderbergh emekliliğe mi hazırlanıyor?

Matt Damon'a sorarsanız öyle. Gerçi bundan iki yıl kadar önce Esquire'a verdiği bir röportajda şunları söylemişti Soderbergh

      "Şu anda 45 yaşındayım. 51 yaşıma gelince 25 yıl olacak. Ve bu da tek bir şeyi yapmak için uzun bir süre. Toplam 30 kadar film çekmiş olacağım. Bu kadar yeter. Düşüş yaşamak istemiyorum Abbey Road ile bitirmek istiyorum."

Emeklilik için ilk sinyalleri işte bu laflarla vermişti ünlü yönetmen. Şu sıralar başrolünü Matt Damon'ın üstlendiği Contagion adlı filmi çekiyor. Ardından da Haywire gelecek. Geçenlerde Damon ile yapılan bir söyleşide ünlü oyuncu gelecek yıl Soderbergh ile Liberace'yi çekeceklerini, ardından yönetmenin Clooney ile başka bir film çekeceğini söyledi ve sonrasında muhtemelen emekli olacağını belirtti.

       "Soderbergh resim yapmak istiyor ve yeni bir kariyer yapmak için henüz genç olduğuna inanıyor. Biçeme dair herşeyden fena halde sıkılmış durumda. Hikaye anlatmayı sevmiyor. Sinema onu sadece biçem açısından ilgilendiriyordu ve o da bitti artık. Omuz üzerinden çekilmiş bir sahne daha görmeye tahammül edemeyeceğim diyordu."


Damon'ın bahsettiği Clooney'li film The Man Fron U.N.C.L.E. olabilir. tabii Soderbergh gerçekten o filmin ardından sinemayı bırakır mı bilemiyorum, ama sanki bırakmasa daha iyi olabilirmiş gibi geliyor bana. Hikaye anlatmayı sevmemesi onun sinemadaki güçlü yanlarından biri aslında. Onu farklı kılan şeylerden biri yani. Ne anlattığından önce nasıl anlatacağıyla ilgileniyor ki, günümüzde çoğu zaman iyi filmler bu bakış açısıyla çalışan isimlerden geliyor. Hayırlısı diyelim.

22.12.2010

Günün Afişi


Berlinale, yani Berlin Film Festivali'nin bu yılki afişi görücüye çıkmıştır. Afişin neredeyse tatmını kaplayan "B" harfinin Berlin'i ve Berlinale'yi temsil ettiğini söylemek gereksiz herhalde.

21.12.2010

Bret Easton Ellis ve köpekbalıkları


Favori yazarlarımdan Bret Easton Ellis yeni bir senaryoyla gündemde. Ellis'in yazdığı ve muhtemelen Jonas Pate'in yöneteceği Bait adlı film köpekbalığı dehşetine maruz kalan bir grup gencin başından geçenleri anlatıyor. İşin içinde Bret Easton Ellis gibi bir isim olunca durup düşünmek gerek tabii, nasıl bir film çıkacak diye. Jaws ya da Piranha'dan farklı olur herhalde ( umarım ).

Günün Afişi


 Olly Moss'un Star Wars üçlemesi için yaptığı yeni tasarımlar yine bir harika olmuş. Buyrun seyreyleyin.


Luc Besson sette: The Lady


Bu aslında ilginç bir sürpriz oldu benim için. Gerçi filmi izlemeden yorum yapmak ne kadar doğru bilmiyorum ama Luc Besson'un nihayet daha olgunlaşmış bir sinemaya döndüğünü görmek heyecan verici. Besson şu sıralar çekimlerini bitirmek üzere olduğu The Lady adlı son filminde uzun süre ev hapsinde tutulan Burmalı muhalif lider Aung San Suu Kyi'nin hayatını anlatıyor. Tabii tüm hayatını değil, 1988 ile 1999 yılları arasındaki dönemi konu ediniyor Besson'un filmi. Aung San Suu Kyi'yi Michelle Yeoh'un ( kocasını da David Thewlis oynuyor ) canlandırdığı film ülkesi ile aşkı arasında kalan bir kadının hikayesi daha çok. Yani hemen her Besson filminde olduğu aşk vurgusu ön planda. Açıkçası ben de Besson sinemasında bu vurguyu gitgide daha sıkıcı bulanlardanım. Leon'da ya da Le Grand Bleu'de iyidi ama The 5th Element'den bu yana aşka dair yaklaşımı bana fazla geliyor biraz. Bakalım bu kez işin siyaset yanına biraz olsun daha fazla ağırlık verecek mi? Keşke.

Cafer Panahi cezaevinde


Olacağı bu muydu? Yani onca gürültü patırtının ardından yine Panahi'ye hapis yolu gözüktü bir şekilde. Üstelik tam 20 yıl boyunca film çekmesi yasak usta sinemacının. Akılalmaz değil mi? Ama bunlar gerçekten yaşanıyor ne yazık ki. Hem de burnumuzun dibinde. Guardian'ın haberine göre Cafer Panahi hükümetin resmi onayı olmadan film çektiği gerekçesiyle ( ve muhalifliği sebebiyle elbette ) 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Rejime karşı propaganda yaptığı öne sürülen yönetmenin senaryo yazması, seyahat etmesi gibi en doğal hakları da tamamen kısıtlandı. Oysa daha geçenlerde Berlin Film Festivali'nin jürisine davet edilmişti. Bu durumda katılımının hayal olacağını söylemek yanlış olmaz herhalde. Ne garip bir dünyada yaşıyoruz, değil mi?

17.12.2010

Günün Afişi


 Eric Tan yine döktürmüş gördüğünüz gibi. Üstte Tron'un ( 1982 ), alttaysa Tron;legacy'nin Eric Tan tarafından tasarlanmış afişlerini görüyorsunuz. Ben çok beğendim doğrusu.

Blake Edwards: 1922 - 2010


Onu Peter Sellers'dan ayrı düşünemiyoruz nedense. Oysa Blake Edwards 1950'li yıllarda başladığı sinema kariyerinde Peter Sellers'lı filmlerine gelene kadar birçok önemli yapıma imza atmıştı. Bunların en ünlüsü hiç şüphesiz başrolünün Audrey Hepburn'ün oynadığı ve bugün artık Hollywood klasikleri arasında sayılan Berakfast At Tiffany's idi. Truman Capote'nin aynı adlı novellasından uyarlanan film aynı zamanda Audrey Hepburn'ü de bir stil ikonu haline getirmişti. Hem de ne ikon. Bugün hala stil denince akla gelen en belirgin üç beş imgeden biridir Holly Golightly.

Erken dönem Blake Edwards filmleri içinde ( ki bu dönem de çoğunlukla komedi ve müzikal komedilerle doludur ) en ilginçlerinden biri de Mister Cory'dir. 1957 yapımı filmin başrolünde Tony Curtis vardır ve Hollywood'dan pek takdir görmese de Jean Luc Godard gibi dev bir ismin övgülerini kazanmıştır.

Blake Edwards'ın komedi olmayan ender filmlerinden biri de yine bu döneme aittir. Jack Lemmon ve Lee Remick'in başrollerini oynadığı Days of Wine and Roses her ikisi de alkolik olan bir karı kocanın bağımlılığa karşı verdikleri çaresiz mücadeleyi anlatır. Çocukluğumda TRT'de izlediğim bu film o zamanlar beni çok etkilemişti hatırlıyorum. Bugün hala bazı fotoğraflar gözümün önündedir doğrusu. Başroldeki Remick ve Lemmon'a oyuncu dallarında Oscar adaylığı getiren film toplamda 5 Oscar'a aday gösterilmiş ve En İyi Şarkı ( Mancini & Mercer ) dalında zafere ulaşmıştır. Aslına bakarsanız Edwards'ın drama türünde de ne kadar başarılı olduğunu gösteren bu film aklıma hep neden acaba komedinin dışına daha fazla çıkmadı sorusunu getirmiştir hep.


Ve 1960'lı yıllarda Peter Sellers gelir. Birlikte ilk filmleri 1963 tarihli Pembe Panter'dir. Bugün kime sorsanız en sevdiği komedi filmlerinin arasında en az bir tane Pembe Panter filmi sayar. Bunda Edwards ve Sellers ikilisinini müthiş uyumunun büyük payı var elbette. İkilinin ilişkilerine dair bazı ipuçlarını başrolünü Geoffrey Rush'ın oynadığı TV filmi The Life and Death of Peter Sellers'da bulmak mümkün. İzlemediyseniz kaçırmayın derim.


Öte yandan, ikilinin bence en başarılı filmi 1968 tarihli The Party'dir. Burada hem sinema sektörüne muhteşem bir hiciv vardır hem de sınıfsal manzalanın ustalıkla çizildiği birinci sınıf bir toplumsal eleştiri. Ya da bütün bunları ben bir tarafımdan uyduruyorum. Sadece Sellers'ın bir türlü ölmek bilmediği giriş sekansı bile kahkahadan ölmenize yeter kanımca ve önemli olan da bu.

Edwards'ın 1980'lerde Victor Victoria ve Micki + Maude gibi akıllarda yer eden bazı filmleri dışında kariyerinin inişe geçtiğini söylemek çok da yanlış olmaz herhalde. Değişen ve gitgide kabalaşan mizah anlayışı ( bkz Airport, Top Secret ve giderek Dumb & Dumber vs ) Edwards'ın tarzını eskisi kadar kavrayamayan yeni bir izleyici kuşağının da doğmasına yol açmış ve usta sinemacı eski popülaritesini kaybetmiştir. Bruce Willis ile çektiği Blind Dtae kimilerince beğenilse de aslında Edwards sinemasının dibe çöktüğü filmlerden biridir. Zaten son filmini de 1993 yılında Roberto Benigni ile ( The Son of the Pink Panther ) çekecek ve ölmüne kadar geçen 17 yıl boyunca ortalıkta görünmeyecektir. 2004 yılında kendisine verilen Onursal Akademi Ödülü kazandığı ilk ve son Oscar'dır ve ne ilginçtir, teşekkür konuşmasında Peter Sellers'ın adını hiç anmamıştır.



15.12.2010

Seyfi Teoman Berlin'de


61. Berlin Film Festivali'nde yarışacak filmler belli olmaya başladı. Bu yıl Altın Ayı için mücadele edecek yapımlar arasında bir de Türk filmi var: Bizim Büyük Çaresizliğimiz. İlk filmi Tatil Kitabı ile yurtiçinde ve dışında çeşitli ödüller alan Seyfi Teoman'ın 2. filmi olan Bizim Büyük Çaresizliğimiz kadrosunda İlker Aksum, Fatih Al, Güneş Sayın, Baki Davrak, Taner Birsel, Mehmet Ali Nuroğlu gibi isimleri barındırıyor. Seyfi Teoman'a Berlin'de başarılar dilerim. Oscar ödüllü oyuncu Ralph Fiennes'in ilk yönetmenlik denemesi olan Coriolanus festivalde yarışma dışı gösterilecek. Wim Wenders'in Pina ( Pina Bausch'un anısına ) adlı filmi de yarışma dışı gösterilecek yapımlardan.

14.12.2010

Jim Morrison'ın son günleri


Rock müziğinin en önemli efsanelerinden Jim Morrison ölümünün üzerinden neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen enigmasını koruyan isimlerden. Hakkında yazılmış makale, anı, araştırma ve kitabın haddi hesabı yok. Onu anlatan film sayısı çok fazla değil ama her zaman bir yerlerde hayata geçmeyi bekleyen bir Jim Morrison filmi projesi vardır. 1991 yılında Oliver Stone'un çektiği The Doors birçoklarına göre Morrison'a yeterince hakkaniyetli davranmayan bir filmdi ama bir hayli ses getirmişti yine de. Şimdi yeni bir proje var Morrison hakkında. The Last Beat adlı film Morrison'ın hala büyük bir gizem taşıyan ölümünü anlatıyor. Morrison'ın hayatının son günlerinin anlatıldığı filmde Fransız sinemasının güzel yıldızı Virginie Ledoyen de rol alacak. Malum, Morrison hayatının son günlerini Paris'te geçirmiş ve belki de sırf bu yüzden şairlerin, yazarların, ünlü düşünürlerin yattığı Pere Lachaise mezarlığına gömülmüştü. Bu arada şunu da belirtmekte yarar var, The Last Beat bir Morrison biyografisi değil tam olarak, film Morrison'dan esinlenilen bir rock yıldızının, Jay Douglas'ın hikayesini anlatacak. Vizyon tarihi de Morrison'ın 40. ölümyıldönümüyle denk düşürülmeye çalışılacak.

 

İki Pamuk Prenses, İki Kötü Kraliçe


Hollywood'da çok rastlanan bir durumdur aslında, aynı yıl içinde, aynı konuda birden fazla film çekmek. Tıpkı Dante's Peak - Volcano'da olduğu gibi. Ya da Armageddon - Deep Impact örneğin. Bu sefer de aynı sıralarda iki Pamuk Prenses projesi gündemde. Birini Universal çekecek, diğerini Relativity Media. Universal'ın filminin adı Snow White and the Huntsman olacak gibi duruyor ve başrollerden birini de Michael Fassbender'in oynaması muhtemel. Diğer filmse The Brothers Grimm: Snow White adını taşıyacak ve Tarsem yönetecek. Filmlerde kötü kraliçe rolünü oynayacak isimler de birbirinden iddialı. İlk filmde bu rolü Charlize Theron'un oynaması düşünülüyor. Diğerinde üzerinde durulan isimse Julia Roberts. Henüz anlaşmalar kesinleşmiş değil anladığım kadarıyla ama her ikisi de Oscar ödüllü bu oyuncuları sıkı bir rekabet bekliyor gibi. Siz olsanız hangisini tercih ederdiniz?

13.12.2010

AFI 2010'un en iyilerini seçti


AFI, yani American Film Institute 2010'un en iyilerini belirledi. AFI her yıl anlatı tarzında ve yaratıcı nitelikli Amerikan filmlerini değerlendirmeye alıyor. Buna göre AFI'nin 2010'da seçtiği 10 film, alfabetik olarak, şöyle sıralandı.

Black Swan
The Fighter
Inception
The Kids Are Allright
127 Hours
The Social Network
The Town
Toy Story 3
True Grit
Winter's Bone

Bu listeden izleyebildiklerim arasında benim en beğendiğim film Winter's Bone oldu doğrusu. Ama genel olarak güçlü bir seçki gibi duruyor. Bu arada AFI her zaman yapmadığı bir şeyi yaptı ve İngiliz filmi The King's Speech ile belgesel film Waiting for Superman'e de özel ödül verdi. AFI'ye göre yılın en iyi TV yapımlarıysa şöyle sıralandı:

The Big C
Boardwalk Empire
Breaking Bad
Glee
Mad Men
Modern Family
The Pacific
Temple Grandin
30 Rock
The Walking Dead

Haftanın ödül raporu

  
Bu hafta ağırlıklı olarak Film Eleştirmenleri örgütlerinin ödülleri var raporda. Boston Film Eleştirmenleri Birliği Yılın En İyi Filmi olarak The Social Network'ü seçti. Film Boston'dan tam 5 ödül almış: En İyi Yönetmen ( David Fincher ), En İyi Erkek Oyuncu ( Jesse Eisenberg ), En İyi Senaryo ( Aaron Sorkin ) ve En İyi Müzik Kullanımı ( Trent Reznor ve Atticus Ross ). Black Swan'daki rolüyle Natalie Portman En İyi Kadın Oyuncu seçilirken, Christian Bale The Fighter ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu, Juliette Lewis ise Conviction ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu oldu. Kısaca sıralamak gerekirse; En İyi Belgesel: Marwencol, En İyi Yabancı Film: Mother ( Bong Joon-ho ), En İyi Görüntü Yönetimi: True Grit ( Roger Deakins ), En İyi Animasyon: Toy Story 3.

Gelelim New York Film Eleştirmenlerine. En İyi Film yine The Social Network. En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo da yine aynı filme gitti. Natalie Portman New Yorklu eleştirmenlerden de En İyi Kadın Oyuncu dalında ödül alırken, Black Swan En İyi Görüntü ( Matthew Libatique ) ve En İyi Müzik ( Clint Mansell ) ödüllerini de aldı. The Fighter'daki rolleriyle Christian Bale ve Melissa Leo yardımcı dallarda ödüle uzanırken; Noomi Rapace ( The Girl With The Dragon Tattoo ) yılın en iyi çıkış yapan oyuncusu seçilmiş. En İyi Belgesel: Exit Through the Gift Shop, En İyi Yabancı Film: I Am Love ( İtalya ), En İyi Animasyon: Toy Story 3 olarak sıralandı New York'ta.


Sırada Los Angeles var. LA Film Eleştirmenleri Birliği'nin de favorisi The Social Network. En İyi Senaryo ve En İyi Yönetmen ödülleri de aynı filme giderken, LA'daki eleştirmenler Fincher'a verdikleri ödülü Olivier Assayas ile paylaştırmışlar ( ki çok da iyi yapmışlar, Carlos gerçekten çok iyi zira ). King's Speech ile Colin Firth En İyi Erkek Oyuncu seçilirken; Güney Kore yapımı Mother'daki rolüyle Kim Hye-ja En İyi Kadın Oyuncu ünvanını aldı Los Angeles'dan. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülü Jackie Weaver'a ( Animal Kingdom ), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ise Niels Arestrup'a ( Un Prophete ) gitti. En İyi Görüntü:  True Grit, En İyi Belgesel: Last Train Home, En İyi Yabancı Film: Carlos, En İyi Animasyon: Toy Story 3. Yani The Social Network ve Toy Story 3 kendi dallarında herkesein tercihi olurken, diğer ödüller çeşitlilik gösteriyor gördüğünüz gibi.

Son durum: HBO'nun yeni dizileri


Malum, HBO'nun dizileri ve TV filmleri artık çoğu Hollywood yapımından çok daha kaliteli ve sağlam işler. Uzun uzun örnekler saymak istemiyorum ama Angels in America ve The Wire gibi az sayıda örnek bile tezimi kanıtlamaya yeter sanıyorum. Ben de haliyle ara ara HBO'nun yeni yapımlarıyla ilgili gelişmeleri aktarmaya çalışıyorum. Daha önce Six Feet Under ve True Blood gibi dizilerle adını duyuran ( tabii American Beauty'yi unutmamak lazım ) Alan Ball'un yapımcılığını Judd Apatow ile üstleneceği yeni dizisi All Signs of Death bu yapımlardan biri. Ama hemen belirteyim HBO diziyi yayınlamayı düşünmüyor. Bu da tabii "neden acaba?" sorusunu getiriyor akla. Benim tahminim Apatow yüzünden açıkçası. Kendisi son yılların dahi komedyeni gibi görülse de bence son derece sıradan bir zekaya ve çapsız bir mizah anlayışına sahip. Alan Ball'un seviyesini de aşağı çekmiş olabailir.

Bir süredir beklenen Luck ile ilgili de yeni bir gelişme var. At yarışları dünyasının görünmeyen içyüzünü anlatan dizinin başrolünü Dustin Hoffmann üstleniyordu hatırlarsanız. Michael Mann'ın çektiği diziye son katılan isimse Michael Gambon olmuş. Gambon 1989 tarihli The Cook, The Thief, His Wife and Her Lover'dan bu yana dikkatle takip ettiğim olağanüstü bir oyuncu. Yani kadroya katılması tam isabet olmuş.

10.12.2010

Günün Afişi


Darren Aronofsky'nin son filmi Black Swan'ın bu afişi basit ama çok güzel bir uygulama olmuş. Bakalım film nasıl?