Hemen heryerde David Bowie'nin oğlu olarak anılıyor Duncan Moon. Ama iş sinemaysa babasıyla hiç alakası yok ve son derece umut vaat eden bir yönetmen bence. Kubrick göndermeleri bir yana, bunca yalnızlığı bu kadar ilginç kılan az film vardır herhaşde. Tabii Sam Rockwell'in ustaişi performansı ve sesiyle bile farkını belli eden Kevin Spacey'i unutmamak lazım.
Ne yazık ki listemdeki tek Türk filmi Bal. Ne Kosmos'u izledim bu yıl, ne de Çoğunluk'u. Belki onları da Bal kadar, hatta belki daha çok sevebilirdim, bilemiyorum. Öte yandan Kaplanoğlu'nun artık bambaşka bir şeyler çekmesini de umuyorum doğrusu. Bir de diyaloglar daha iyi yazılıp, daha iyi söylenebilirmiş sanki.
Vampir filmlerinin romantize edildiği son yıllarda türe farklı katkılar yapan yönetmenler de yok değil allahtan. Park Chan-wook'un her köşesi incelikle dokunmuş hikayesi de yılın en iyilerinden biriydi bence. İçi boş bir romantizm yerine, izleyenin içinin ürperdiği, tedirgin olduğu bir aşk hikasiydi Bakjwi. Zor ama iz bırakan bir filmdi.
Coen Kardeşler uzun yıllar sonra ilk kez alışıldık kadrolarının dışına çıktılar ve galiba iyi de ettiler. John Turturro, Steve Buscemi ya da John Goodman'ın olduğu bir kadroyla da anlatabilirlerdi belki A Serios Ma'i ama bu şekilde izleyiciyi daha uyanık olmaya zorladılar ve farklı bir ufuk tasviri yaptıklarını hatırlattılar. Kariyerlerinin en Yahudi filmiydi bir yandan da. Michael Stuhlbarg ise büyük bir keşif oldu herkes için.
Siyah beyaz Haneke'ye yakıştı, hem de çok. Avusturyalı ustanın provoke etmeyi boşverip de sakin sakin hikayesini anlattığı filmleri ben daha çok seviyorum galiba. İlk söylediğime örnek Funny Games elbette, diğeriyse Code Inconnu. Cannes'da Altın Palmiye alan Das Weisse Band kesinlikle ikinci gruba giriyor ve Nazi Almanya'sınınnerelerden geçip geldiğini anlatıyor. Aklınızda kalan, kaldıkça sizi daha da etkileyen bir film olmuş.
Yılın bağımsız harikası Precious idi elbette. Herşeyden önce oyunculukları ve senaryosuyla öne çıkan bir filmdi ama Lee Daniels'in duygu sömürüsüne yüz vermeyen anlatımı filmin aslı başarısı olsa gerek. Mariah Carey ve Lenny Kravitz gibi yıldızların cameo performansları ise işin kremasıydı.
"Solcu" nitelemesini hak eden sinemacılar gitgide azalıyor ama neyse ki Ken Loach sapasağlam yerinde. Ondan gelecek bir futbol filmi de ancak bu kadar şık olurdu herhalde. Geçtiğimiz günlerde anti kapitalist çıkışlarıyla medyada yer alan Eric Cantona'nın filmin esas adamı proleter Eric'e ilham kaynayklığı edişi Ken Loach'un meseleye ne kadar hakim olduğunun da bir göstergesi aynı zamanda. Cantona'nın unutamadığı anın da bir gol değil, bir pas oluşuna ne demeli peki? 10 numara.
Arjantin ve Türkiye arasında aslında ne çok benzerlik var ama bizden böyle bir film çıkmadı henüz, ne yazık. Ama El Secreto de Sus Ojos sadece siyasi cinayetleri deşen politik bir film olmanın da ötesine geçiyor elbette. Mizah, hüzün, aşk, gerilim ve futbol. Herşey olağanüstü bir ustalıkla dengelenmiş ve hiç bi,r yerinden sarkmayan bir hikaye çıkmış ortaya.
Bakjwi çok iyiydi ama yılın en etkileyici filmlerinden biri olan Let The Right One In daha da iyiydi. İkisini adını aynı cümle içinde geçirmemin sebebi ikisinin de vampir filmi olması elbette. Gece yağan karlarla başlayan Let The Right One In dondurucu soğğu kanın sıcaklığıyla eriten bir film. Romantizm ise burada yerini bir türlü adlandıramadığınız bir yakınlığa ( dostluk, birliktelik, yoldaşlık? ) bırakıyor. İnsanı erinden etkileyen, uzun uzun pencereden baktıran bir film Let The Right One In.
Yılın filmi bence bir belgesel. Ama dramatik bir filmde yer almasını istediğiniz hemen her şeyi barındıran bir belgesel. Japonya'nın Taiji kasabasında katledilen yunusları özgürlüğe kavuşturmak için hayatının gidişatını değiştiren Ric O'Barry'nin macerasını anlatan film sinemayı da yeniden gözden geçirten bir film bana sorarsanız. Bir şeyleri değiştirmek mümkün sinemayla. The Cove'u benim için listenin tepesine yerleştiren şey de bu işte. Herkesin mutlaka izlemesi gereken, hayatınız değilse bile bazı konulara bakışınızı tamamen değiştirecek bir film.