29.10.2010

Günün Afişi

Müthiş! Filmin adı da, afişi de bir harika. İzlemesi ne kadar keyifli olur bilemem ama, buraya aldıklarım yeter herhalde.

Mission Impossible'ın adı değişti


Adı değişti denilince önce Mission: Impossible başlığının tamamen terk edildiğinden şüphelendim ama yanılmışım. Filme ikinci bir başlık eklenmiş. Yani şimdi The Mission: Impossible - Ghost Protocol olmuş filmin adı. The Incredibles ve Ratatouille gibi filmlerini izlediğimiz Brad Bird'ün çekeceği filmde Ethan Hunt rolünü tabii ki yine Tom Cruise canlandırıyor. Daha önceki filmlerden hatırladığımız Ving Rhames de kadroda. Yeni eklenen oyuncular arasındaysa Jeremy Renner ve Michael Nyqvist gibi güçlü isimler var. Fotoğraftaki üçüncü kişiyse Paula Patton. Onu da Precious'daki öğretmen rolünden anımsayacaksınız. Ben hala serinin Brian de Palma imzalı ilk filmini tek geçerim. Bakalım bu seferki nasıl çıkacak?

Çoğunluk'a yeni ödüller


Seren Yüce'nin Venedik ve Antalya'da ödüller alan filmi Çoğunluk bir kez daha güzel haberlerle gündemde. Bana gelen basın bültenini fazlaca değiştirmeden ekliyorum. "Çoğunluk 12. Mumbai Film Festivali’nde En İyi Film ve En Iyi Erkek Oyuncu Ödülleri’ni kazandi. Çoğunluk, başkanlığını ünlü yönetmen Jane Campion’ın yaptığı, Samira Makhmalbaf, Yoon Jeong-Hee, Tanya Seghatchian, Suhasini Maniratnam gibi tamamı önemli kadın sinemacılardan oluşan jüri tarafindan En İyi Film Ödülü'ne layık görülürken, Bartu Küçükçağlayan filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı. Bir kez daha tebrik ediyorum.

28.10.2010

Günün Afişi


Allen Ginsberg'in hayatından kesitlerin anlatıldığı Howl'un afişi var bugün menümüzde. James Franco, Jon Hamm, David Strathairn ve Bob Balaban gibi isimlerin başrollerini paylaştığı filmin yönetmeni Rob Epstein.

Woody Allen Malatya'ya geliyor ( mu? )


Böyle bir davet olduğu bir gerçek. Malatya Film Festivali'nin basın koordinatörü Hüseyin bey bana bu bilgiyi verdi en azından. Onun yalancısıyım yani. Anladığım kadarıyla şu anda Allen cephesinden haber bekleniyor. Malatya'da Woody Allen fikri insana ilginç geliyor elbette. Son yıllarda farklı kentlerde film çekmeyi adet edinen yönetmen Malatya'yı da beğenip bir film çekmeyi düşünür mü acaba? Güzel olur sanki. Bu arada festivak 26 Kasım - 2 Aralık tarihlerinde.

27.10.2010

Darren Aronofsky'den Machine Man


Son filmi Black Swan'ı izlemek henüz kısmet olmadı ama Aronofsky her zaman merakla takip ettiğim isimlerden biridir. Pi'yi aşacak bir film çıkaramadığı halde, o ayrı. Şimdi aldığım bir habere göre, Aronofsky'nin sıradaki projesi Machine Man olacakmış. Tabii önce Wolverine 2'yi çekmesi gerekebilir, onu henüz bilemiyorum. Max Barry'nin bir öyküsünden hareketle çekilecek film kendini yarı robot yarı insan bir yaratığa, yani tam bir makine adama çeviren bir mühendisin yaşadıklarını anlatıyor.Filmin çekimleri konusunda hiçbir şey net değil ama Max Barry geçen yıl öyküsünü online olarak yayınlamıştı, belki okumak ilginizi çekebilir. Hemen buraya tıklayın.

25.10.2010

Günün Afişi


Aslında klasik bir film ama ben afişi çok beğendim ve Günün Afişi köşesine aldım. Peeping Tom 60'lı yılların kült filmlerinden ve bu ilginç afiş de çok güzel gerçekten.

Son durum: The Hobbit


Uzun zamandır girmediğim bir konu The Hobbit zira çok fazla şey söylendi ama somut bir adım atılmadı. Şimdiye kadar. Ama artık bazı noktalar netleşmeye başladı. Bir kere filmi kesinlikle Peter Jackson çekecek. Ayrıca bir değil, iki film olacak. Muhtemelen arka arkaya çekilecek bu filmler ve bütçe de 500 milyon dolar olacak. İşin içinde çok para var gördüğünüz gibi. Peter Jackson bu para Yeni Zelanda'da kalsın istiyor ve filmlerin çekimini orada yapmak için bastırıyor. Warner ise henüz bu konuda son sözünü söylemedi. Hatta geçen hafta Warner'dan bazı yöneticiler Yeni Zelanda'ya gitti. İşe devlet adamları da karıştı haliyle ve Warner'ın yöneticilerini Yeni Zelanda Başbakanı John Key ve başka bazı politikacılar ablukaya aldılar. Öte yandan Peter Jackson filmin oyuncu kadrosuna dair bazı açıklamalarda bulundu. Buna göre Bilbo Baggins rolünü Martin Freeman üstlenecek. Thorin Oakenshield rolünde Richard Armitage, Kili ve Fili rollerinde Aidan Turner ve Rob Kazinsky yer alacak. Dwalin rolünü Graham McTavish, Oin rolünü John Callen, Bombur rolünüyse Stephen Hunter oynayacak.

Paranormal rekor


15bin dolara mal olan ve gişede son yılların en büyük karını getiren Paranormal Activity'nin ikincisi de gösterime girdi ve hemen bir rekor kırdı. Paranormal Activity 2, ABD'de ilk üç gün sonunda 41.5 milyon dolar hasılat toplayarak tarihin en iyi korku filmi açılışını yaptı. Bir önceki rekor 40.5 milyon dolarla Friday The 13th'e ( ilki değil, 2009 tarihli olanı ) aitti. Bu arada hemen belirtelim, Paranormal Activity 2'nin bütçesi de yine düşük bir bütçe. İlki kadar değil elbette ama sadece 3 milyon dolara mal oldu film.

Bunlar da sinemanın divaları


Sinemanın divaları deyişim lafın gelişi elbette. Demek istediğim güçlü bir kadro kurulmuş. Her ne kadar çok sevmesem de Sandra Bullock Oscar almış, takdir gören bir oyuncu. Meryl Streep'i anlatmaya bile gerek yok herhalde. Oprah Winfrey ise dünyanın en güçlü kadınlarından biri konumuda. Üstelik The Color Purple'daki oyunu da müthiştir hakikaten. Şimndi bu üç isim yeni bir film için bir araya geliyor. Filmin yönetmeni ise Sex And The City dizisinin ve filmlerinin yönetmeni Michael Patrick King. Filmin adı ve detayşları belli değil ama komedi olacağı söyleniyor. Şimdilik bu kadar.

Son durum: Robopocalypse


Geçtiğimiz Mart ayında bu konuya girizgah yapmıştım aslında. O sıralar güçlü bir ihtimal olarak söz ediliyordu, şimdiyse kesinleştiği söyleniyor. Steven Spielberg'in sıradaki projesi Robopocalypse olacak. Deadline kaynaklı habere göre, Daniel H. Wilson'ın aynı adlı epik romanından uyarlanacak filmin senaryosu Drew Goddard imzalı ve Spielberg, bir aksilik olmazsa, 2012'nin Ocak ayında çekimlere başlayacak. Vizyon ise 2013'te ancak. Bu arada Spielberg'ün iki filmi var sırada vizyon bekleyen. Önce Tin Tin: The Secret of the Unicorn ( uzun zamandır beklenen Tenten uyarlaması ) 28 Aralık'ta vizyona girecek, ardından, 5 gün sonra da War Horse gösterime çıkacak.

22.10.2010

Ken Loach diyor ki...


Bugünkü Radikal gazetesinde okudum, size de aktarayım istedim. Devrimci sıfatını hak eden nadir sinemacılardan biri olan Ken Loach bundan birkaç gün önce The Guardian için bir makale kaleme almış ve günümüz sineması halkkında ilgiye değer görüşler öne sürmüş. Bir yandan televizyonun yıkıcı etkilerinden de söz eden Loach Amerikan filmlerinin hegemonyasına son vermenin zamanının geldiğini söylüyor. Yazıyı uzun uzun aktarmak niyetinde değilim, merak edenler acilen bir Radikal gazetesi edinip okuyabilir. Boşuna internette aramayın, henüz Radikal'in sitesine girmemiş bu yazı. Bu arada Radikal yazıyı biraz kısaltarak çevirmiş, o yüzden orijinal linkini de, yani The Guardian sayfasını da veriyorum ki, yabancı dili yeterli olanlar bunu okusun.

Bob Guccione sizlere ömür


Penthouse'un kurucusu ve sinema tarihinin en kötü filmleri arasında gösterilen Caligula'nın yapımcısı ( ve bir iddiaya göre yönetmeni ) Bob Guccione Çarşamba günü hayata veda etti. İşin Penthouse kısmı değil ama ( ona da başka bloglar baksın artık ) Caligula kısmı enteresandır hakikaten. Neden derseniz, yönetmenliğini Tinto Brass'ın üstlendiği ( bir yere kadar ) filmde sinemanın en baba oyuncularından bazıları rol almıştır. Tinto Brass ve Helen Mirren adlarını aynı filmde görmek aklınıza gelir mi mesela? Sadece o da değil, Malcolm McDowell ( A Clockwork Orange ), John Gielgud ( 20. yüzyılın en büyük Shakespeare oyuncularından biridir hazret ), Peter O'Toole ( Lawrence of Arabia ) gibi isimler de vardı kadroda. Büyük bir ahlaki çöküşün anlatıldığı Caligula'nın senaryosu ise Gore Vidal ( edebiyat efsaneleri arasındadır o da ve bundan birkaç ay önce İstanbul'a geldiğinde röportaj yapmıştım kendisiyle ) tarafından yazılmıştı. Gerçi sonradan filmi kendisinin yazmadığını söyledi ve Guccione'nin yaptığı değişiklikler hesaba katılırsa haklı da olabilir itirazında. Aynı itiraz Tinto Brass'dan da geldi. Çekimlerin büyük kısmını o yönetti ama sonradan Guccione bazı sahneler ekledi ve filmi bambaşka bir havaya bürüdü. Kimileri filmi porno sınıfına soksa da, aslında bir porno olarak da son derece başarısız bir yapımdır Caligula. Ne olduğu belli değildir aslında, mesele de o galiba. Porno mu, ciddi bir sanat eseri mi, yoksa ne? Süresi konusunda da karışıklı var üstelik. 210 dakikalık bir versiyon da var, 150 dakikalık da, 105 dakikalık da. Çok açık yüreklilikle itiraf edeyim, evde DVD'si olduğu halde 30 dakikasını bile sıkılmadan izleyemedim. O kadar kötü bir film. Ama bunda tüm suç elbette Bob Guccione'nin. Filmi tam anlamıyla piç etmiş. Zaten sinema tarihinin en büyük bataklarından biri olarak bilinir Caligula. Ne diyelim, yolu açık olsun.

20.10.2010

3 boyutlu Cleopatra geliyor


Bilenler bilir, 1963 tarihli Celopatra Hollywood tarihinin en büyük finansal fiyaskolarından biriydi. Başrolünü Elizabet Taylor'un oynadığı film o kadar görkemli bir şekilde batmıştı ki Hollywood'daki bilumum stüdyoların patronları bir daha Cleopatra benzeri tarihi filmlere bulaşmamaya yemin etmişti. Gelgelelim, Ridley Scott'ın The Gladiator'ı türü yeniden diriltti ve hem sinemada hem de televizyonda tarihi epikler yeniden moda oldu. Bu akımın yeni örneklerinden biri de 3 boyutlu çekilecek olan Cleopatra. Çeken kişiyse Hollywood'un kralından başkası değil: James Cameron. Halen Sony ile görüşmelere devam eden Cameron başrol için Angelina Jolie'yi düşündüğünü belirtmiş. "Angeline çok seksi bir Cleopatra olur" demiş hatta. Haksız mı?

18.10.2010

Ahh Marilyn




Hiç bıkmadık değil mi ona bakmaktan? Sadece 20. yüzyılın değil muhtemelen tüm insanlık tarihinin en güzel kadınlarından biri Marilyn Monroe. Gencecik yaşta öldüğü için de hep güzel kalacak galiba. Bundan 48 yıl önce öldü ama hala her yeni fotoğrafı ilgiyle ve merakla karşılanıyor, basında bolca yer buluyor. Burada gördüğünüz fotoğraflar gibi. Bu fotoğraflar da 1953 yılında John Vachon tarafından Look dergisi için çekilmiş. River Of No Return filminin setinde çekilen bu fotoğraflar o gün bugündür ilk kez gün ışığına çıkıyor.

Asya Pasifik ödüllerinde Bal üç dalda aday


Son yıllarda Türk filmleri sık sık Asya Pasifik Ödülleri'nde yer almaya başladı. Bu yılki adaylıklar açıklandığında da gördük ki Semih Kaplanoğlu'nun Altın Ayı ödüllü filmi Bal üç dalda ödüle aday. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Görüntü Yönetmeni ( Barış Özbiçer ) dalında aday olan Bal'ın en büyük rakibi ise 6 dalda ödüle aday gösterilen ( zaten toplam 9 dal var ) Çin yapımı Tangshan dadizheng ( Aftershock ) adlı film. Film 1976'da 240 bin kişinin öldüğü Tangshan depreminin ardından hayatta kalmaya çalışan bir ailenin yaşadıklarını anlatıyor. 

17.10.2010

Altın Portakal'a dair

Biraz geç kaldım belki bu başlığı atmakta ama olsun, yine de üzerinde durulması gereken bir iki ufak tefek mesele olduğunu düşünüyorum. Herşeyden önce bu yıl Antalya'ya gidemediğim için işin sanatsal kısmına dair fazla ahkam kesemeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, Çoğunluk izleyenlerin büyük çoğunluğu tarafından beğenilen bir film ve ödülü almasına da kimse şaşırmadı. Yani jürinin tercihi konusunda herhangi bir sıkıntı, şüphe ya da eleştiri yok. Ancak organizasyonun kötülüğünü anlamak için Antalya'ya kadar gitmek bile gerekmiyor kanımca, sadece kapanış törenini izlemek bile yeter. bana yetti en azından. Tabii ki, festivale giden arkadaşlarımın da anlattıkları var ama onları uzun uzun buraya yazmak niyetinde değilim. Festivali ve gündemi ilk günlerde işgal eden Kusturica krizinin kötü yönetildiğini düşünüyorum. Basit bir protestonun karşılıklı olarak tırmandırılarak büyük bir gerginliğe dönüşmesini hayretle izledim. Bu konuda birçok köşe yazarının yazılar döşenmesini ise siyasi gündemin güdüklüğüne ve bazı köşe yazarlarının fırsatçılığına yoruyorum. Yine de bu hususta bazı güzel yazılar da okumadım değil. Örneğin Necati Sönmez'in Bianet'teki yazısı gibi. Bunun haricinde duyduğum kadarıyla teknik aksaklıklar da festivale bir hayli zarar vermiş. Bu öyle, aksaklık işte, olur böyle şeyler diyerek geçiştirilecek bir şey değil bence. Birçok film ilk kez burada izleyiciyle buluşuyor ve bu buluşmada festival kaynaklı kimi aksaklıkların yaşanması, hem de bunun sık sık yaşanması son derece sinir bozucu. Sinema festivali yapacaksanız öncelikle teknik donanımınızı sağlayacaksınız, sonra içeriğini oluşturacaksınız. Tersi saçmalık olur. Gelelim ödül törenine. Maalesef biz ödül töreni düzenlemeyi bilmiyoruz. Vali, Belediye Başkanı, Milletvekili gibi başlıklar öne çıkarıldığı sürece törenler her zaman amacından sapar. Bu bir. İkincisi tören dediğin şey, hele de televizyondan yayınlanıyorsa eğlenceli olmak zorundadır, sıkıcı değil. Bunun ayarını hala becebilmiş değiliz. Senfoni orkestrasıyla, Özcan Deniz'le falan olmuyor maalesef. Üstelik Ebru Akel gibi yeteneği ve güzelliği kendinden menkul beceriksizlerle hiç olmuyor. Neydi o telefonla Clauida Cardinale'ye bağlanma çabaları allah aşkınıza. Cardinale denmişken, Antalya Film Festivali gibi bir hayli yerel bir festivalde yabancı bir oyuncuya ödül verilmesini de hiç doğru bulmadım. Arkasında bir mana, bir mesaj varsa da ( bu yıl Türk oyuncularda iş yoktu, denmek mi istenmiş? ) anlayamadım. Jürideki bazı isimlere güvenmesem, yalakalık diyeceğim neredeyse. Bütün bunlar bir yana, Çoğunluk'un başarısı asla gölgede kalmamalı bence. Seren Yüce ve ekibine tebrikler, yolları açık olsun.

14.10.2010

Bir bu eksikti


80'ler modasına mı yormalı, yoksa Hollywood'un bitmek bilmeyen remake-reboot-sequel takıntısına mı, bilemiyorum ama sonunda Top Gun'ın da devamını çekmeye karar verdiler. İlki neydi ki, ikincisi ne olsun diyeceğim ama biliyorum ki, Top Gun'ın hastası çoktur aslında. Yani iş yapabilir. Öte yandan Tony Scott son yıllarda birbirinden manasız filmler çekti ve yeni Top Gun'ın eskisini aratması ihtimali çok yüksek bence ama belki de tutturabilirler. Valkyrie ve The Usual Suspects gibi filmlerin senaristi Christopher McQuarrie'nin üzerinde çalıştığı senaryo Paramount tarafından heyecanla bekleniyor. Stüdyonun Top Gun'ın orijinal yapımcı ve yönetmeniyle ( Bruckheimer ve Scott ) çalışmak istediği de aşikar elbette. Bu arada McQuarrie ilk film sayesinde dünyanın en büyük film yıldızlarından birine dönüşen Tom Cruise'u da projeye dahil etmenin bir yolunu bulmuş. Ama hemen söyleyeyim, Cruise'un canlandırdığı Maverick bu kez çok az görünecek filmde.

13.10.2010

Günün Afişi




Günün Afişi köşeseinde bugün aynı filme ait 3 afiş var: "What's The Story?" Morning Glory. Aynı adlı Oasis albümünü anımsayanlara hemen söyleyeyim, filmin onunla bir ilgisi yok.

Eric Stoltz geleceğe döndü



Bundan yıllar yıllar önce, ya da 1985'te, Back To The Future adlı film için genç ve yetenekli bir oyuncuyla anlaşılmıştı. Hatta bu oyuncuyla kimi sahneler çekilmiş ama sonra ( hem de 5 hafta sonra ) filmin yönetmeni senaryonun gerektirdiği komedi kimyasını yeterince yaratamadığı için ondan vazgeçmiş ve başka bir oyuncuyla, Michael J. Fox ile çekimlere devam etmişti. Rolü kaptıran gencin adı mı? Eric Stoltz. İşte yıllar sonra Eric Stoltz'un oynadığı bölümlerden kimi görüntüler halkın beğenisine sunuldu. Ben de sizin beğeninize sunuyorum, bakalım Stoltz'u nasıl bulacaksınız?

12.10.2010

Pacino TV'ye alıştı

Önce Angels in America'da oynamış ve herkesi şaşırtmıştı. Gerçi Angels in America çok özel bir projeydi. Meryl Streep de rol almıştı ve o yıl tüm ödülleri silip süpürmüştü dizi. Al Pacino geçtiğimiz yıl da You Don't Know Jack adlı bir başka HBO yapımı TV filminde rol aldı ve yine övgüler topladı. Doktor Ölüm lakabıyla tanınan Jack Kevorkian'ı canlandırdığı filmle Emmy ödüllerinde beklendiği gibi En İyi Erkek Oyuncu dalında ödül aldı Pacino. Bu son filmden de memnun kalmış olacak ki, Al Pacino bir kez daha HBO ile çalışmaya karar verdi ve Phil Spector'un hayatını anlatan filmde Spector rolünü oynamayı kabul etti. Filmin yönetmeni de en az Pacino kadar heyecan verici benim için: David Mamet. Mamet ve Pacino adları yıllar önce ( 1992? ) Glengarry Glen Ross adlı filmde bir araya gelmişti hatırlarsanız. Gerçi o zaman Mamet sadece senarist olarak yer almıştı filmde ama yine de ortaya çıkan iş birinci sınıftı. Bu sefer de aynı performansı bekliyorum doğrusu.

Ejderha Dövmeli Kız'dan ilk görüntüler

David Fincher'ın Ejderha Dövmeli Kız uyarlaması yılın beklenen filmlerinden. Bu arada Fincher'ın çalışkanlığını da takdir etmek lazım herhalde. The Social Network gösterime girer girmez yeniden sete koştu üstad. Başrollerini Daniel Craig, Rooney Mara, Stellan Skarsgaard, Robin Wright ve Christopher Plummer gibi isimlerin paylaştığı film Aralık 2011'de vizyona çıkacak. Çekimleri Stockholm'de devam eden filmin ilk fotoğraflarından da gördüğümüz kadarıyla Daniel Craih bildiğimiz Daniel Craig gibi görünse de Rooney Mara bir hayli dönüşüm geçirmiş.

Günün Afişi

Cem'in en heyecanla beklediği film.

11.10.2010

Banksy'nin Simpsons yorumu şahane




Bilen bilir, Banksy sokak ressamlarının en namlılarındandır. Graffiti hadisesine yeni bir boyut kazandırmış, işin muhalif yönünü eni konu yeniden biçimlendirmiştir. Yüzünü pek gören de yoktur bu arada. Yukarıdaki kısa video Banksy'nin ünlü The Simpsons dizisi için tasarladığı bir açılış sekansı. Son derece muhalif bir iş çıkarmış Banksy ve kanal yönetimi de yayınlamakta bir sakınca görmemiş. İzleyin ve halimize ağlayın. Ya da ağlamayın ama takdir edin.

8.10.2010

Philip K.Dick deyince



Tam adı Philip Kindred Dick. 1928 Chicago doğumlu Amerikalı yazar topu topu 53 yıl yaşadığı hayatında 120 civarında öykü ve 40'tan fazla roman yayınladı. Bilim-kurgu türünde eserler veren Dick'in yazdığı roman ve öykülerde çoğunlukla distopik bir dünya tasarımı hakim ve yine büyük bir çoğunluğu totaliter rejimlerle yönetilen ülkelerde geçiyor. Karanlık bir gelecek tasavvuru var anlayacağınız. Romanlarından yapılan uyarlamalar da ekseri iyi sonuç veriyor. Benim şahsi sıralamam şöyle bu konuda.



Blade Runner ( 1982 ) Ridley Scott'ın Do Androids Dream Of Electric Sheep? adlı romandan uyarladığı film gerçek bir distopik başyapıt. Karanlık, romantik ve yine karanlık bir film. Yazarın romanlarından yapılan uyarlamalar içinde belki de en varoluşsal olanı. Ridley Scott'ın da muhtemelen en iyi filmi. Bu arada tarihte en çok versiyonu olan filmlerden birisi olsa gerek. Bendeki DVD'si tam 4 disklik bir kutu ( ki 5 DVDlik kutu da var ) ve ufak tefek farklarla ( ama önemli anlamlar ifade eden farklar ) 4 versiyon içeriyor. Toplam 5 versiyonu var filmin yanılmıyorsam. Hepsini izlemek yorucu olabilir tabii ama izlemek lazım.



A Scanner Darkly ( 2006 ) Philip K. Dick'in uyuşturucuyla yaşadığı deneyimlerin ön planda olduğu filmi Richard Linklater çekti. Çekildikten sonra tüm karelerin tek tek yeniden çizildiği film bu haliyle bir asit deneyimini andırıyor ve romanın yaratmak istediği hissi tuhaf bir şekilde yakalıyor. Başrollerde Keanu Reeves ve Robert Downey Jr. gibi isimlerin yer aldığı A Scanner Darkly her ne kadar ironik bir mizahla örülü olsa da yine karanlık bir dünya tasavvuruna sahip.



Minority Report ( 2002 ) Steven Spielberg'ün teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanarak çektiği Minority Report tıkır tıkır işleyen bir makine gibi. Gerilim, aksiyon, ne ararsanız var. Yine distopik bir alem, yine totaliter bir rejim ve yine kendini kurtarmaya çalışırken daha da sıkışan bireyler... Ama dikkat, romanın sonundaki karanlık bakış Spğielberg'ün filminde tersine çevrilmiş. Bu da filmin en büyük falsosu.



Total Recall ( 1990 ) Yazarın We Can Remember It For You Wholesale adlı öyküsünden uyarlanan film yine tüm Philip K. Dick işaretlerini taşıyor. Aslında çok popüler bir film Verhoeven'inki ve hiç de fena değil ama nedense benim en az sevdiğim Philip K. Dick uyarlaması. Belki de Arnie'ye olan alerjimdendir.

Ridley Scott'dan yeni bir Philip K. Dick uyarlaması



Ama bu kez televizyon için. Bilim-kurgu sinemasıyla az çok tanışıklığı olan herkes bilir ki, Ridley Scott'ın kariyerinde Philip K. Dick'in çok önemli bir yeri vardır. Yazarın Do Androids Dream Of Electric Sheep? adlı romanından hareketle uyarladığı Blade Runner bilim-kurgu sinemasının başyapıtlarından biri olarak kabul edilir malum. Blade Runner'dan 28 yıl sonra Scott bir kez daha Philip K. Dick uyarlaması yapmaya karar verdi ve yazarın The Man In The High Castle adlı romanını televizyona uyarlamak üzere kolları sıvadı. Söz konusu uyarlama 4 saatlik bir mini dizi olacak ve Scott BBC ile işbirliği yapacak. Dizi romana ne kadar sadık kalacak bilemiyorum ama The Man In The High Castle 1962 yılında faşist rejimle yönetilen eski ABD'de geçiyor ve anlaşılacağı üzere alternatif bir tarih akışı öneriyor.

Günün Afişi



Leslie Ditto'nun bu afişi biraz karikatüre kaçıyor ama yine de Hunter S. Thompson'a ve Terry Gilliam'a hürmeten menüye aldım.

Kusturica hadisesi



Tepki göstermek herkesin hakkı bence. Yani Semih Kaplanoğlu ve Bal ekibindekiler Kusturica'nın festivale geliyor oluşunu eleştirmek, protesto etmek hakkına tabii ki sahipler. Buna şüphe yok. Ama öte yandan Uğur Vardan'ın bugünkü yazısında dediği de doğru. Kusturica'nın festivale, hem de jüri üyesi olarak katılacağı, haftalar öncesinden belliydi. Keşke Bal ekibi hemen o zaman bu protestoyu yapsalardı ve öncü olsalardı da, başlayan çeşitli protestoların ardına takılarak akıllarda soru işaretleri uyandırmasalardı. Bu işin birinci yönü. Gelelim asıl meseleye. Yani Kusturica'nın festivale katılıp katılmaması meselesine. Benim gözümde Kusturica en hafif deyimle dengesiz bir adam. Bunu filmlerinde de görebilirsiniz aslında. Hatta onu bu kadar başarılı kılan özelliği de dengesizliği bence. Bu dengesizlik sanatta işine yararken, önüne uzatılan mikrofonlara konuşmaya kalktığında onu çuvallatıveriyor besbelli. Üstelik bana sorarsanız tüm filmlerinde de aynı başarıyı sergilediğini düşünmnüyorum. Bazı filmleri çok iyi, ama bazıları da son derece vasat. Dengesiz. Sadece dengesiz değil elbette. Delifişek, romantik, obsesif, tutkulu, manik... Bunlar hep filmlerinden edindiklerim. Favori yönetmenlerimden olmadığı için onu reddetmek çok kolay olabilirdi benim için. Ama yine de festivale çağrılmış olması beni çok rahatsız etmedi. Cannes'a gittiğinde rahatsız olmuyorsak, Antalya'ya geldiğinde neden rahatsız oluyoruz? Bu çok alakasız bir karşılaştırma gibi gelebilir ama gelmesin. Festivalleri milli ya da dini kimliklerine göre değerlendirmeye başlarsak işimiz çok zorlaşır zira. Şuna da karşı değilim bu arada, bir festival falanca yönetmeni falanca sebepten dolayı protesto ettiğini de açıklayabilir ve bu açıklama makul bir çerçeve içinde kalırsa saygı da duyarım. Ama tam tersi yapıldığında da aynı makul çerçeveyi korumak lazım. Antalya Belediye Başkanı Akayaydın'ın "Habur'da teröristlere hoşgörü gösterenler, şimdi neden Kusturica'ya aynı hoşgörüyü göstermiyorlar" lafından söz ediyorum. Bu kadar manasız, mesnetsiz ve "dengesiz" bir açıklama olamazdı herhalde. Festivali temsil eden birisi olarak Akaydın, Kusturica'ya terörist mi demek istiyor acaba diye düşünmedim değil doğrusu. Ama onun kastettiği başka birşey elbette ve çok daha vahim.

7.10.2010

Johnny Depp hangi filmde oynamak istiyor?



Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides'ın çekimlerini tamamlamak üzere olan Johnny Depp önümüzdeki günlerde başrolünü Angelina Jolie ile paylaştığı The Tourist ile gelecek karşımıza. Programı bir hayli yoğun olan oyuncunun ne yapıp edip kadrosuna katılmak istediği filmse Kathryn Bigelow'un çekeceği Sleeping Dogs. Daha önceleri Triple Frontier adıyla anılan suç türündeki film için Tom Hanks'in de istekli olduğu söyleniyor. Öte yandan Bigelow çekimlere Şubat ayında başlamayı planlıyor ve Johnny Depp bu arada bir de Tim Burton'ın yeni filmi Dark Shadows'da rol alacak. Yani nasıl vakit bulacak belli değil.

5.10.2010

Son durum: Superman: The Man Of Steel



Bir muamma daha çözüldü ve Superman'in reboot'unu kimin çekeceği belli oldu. Bir süredir bu konuda hummalı bir arayış vardı biliyorsunuz ve havada bir sürü isim uçuşuyordu. Bu isimlerden biri de Zack Snyder'dı malum ve ihale de onda kaldı. En son Sucker Punch adlı filmi çeken ( Mart ayında gösterime çıkacak ) Snyder adını 300 ile duyurmuştu. Ama ilk filmi oö değildi aslında. Romero'nun klasik korku filmini yeniden çekmiş ve Dawn of the Dead ile kimilerine göre hiç de fena olmayan bir işe imza atmıştı. İşin doğrusu 300'ü çok beğenmemiştim. Görsel olarak çok etkileyici bir filmdi belki ama Frank Miller'ın çizgiyle elde ettiği etkiye yaklaşamamıştı. Bakalım Man of Steel nasıl olacak?

Son durum: The Bourne Legacy



Tahmin edildiği üzere The Bourne Legacy'yi Tony Gilroy yönetecek. Senaryoyu da onun yazdığını daha önce duyurmuştum zaten, ama yönetmen olup olmayacağı belli değildi, artık belli. hala belli olmayan nokta ise Matt Damon'ın geri dönüp dönmeyeceği. Bourne serisinin bu kadar tutmasında önemli payı olduğuna inanıyorum Damon'ın. O yüzden geri dönmesi filmin hayrına olur. Ama dönmezse yerine kimin geleceği sorusu beliriyor ki, bu rol için benim adayım Clive Owen olabilir mesela. Gerçi Owen filmlerden birinde ( The Bourne Identity yanılmıyorsam ) oynamıştı ve o yüzden olmaz, ama onun gibi donuk ifadeyle iyi oyun sergileyen biri olmasında yarar var sanki. Wahlberg? Belki. Javier Bardem? Keşke. Guy Pearce? Ama galiba bu isimlerin yaşları çok uygun değil. Daha genç biri olsa daha doğru sanki. Düşünmek lazım.

3.10.2010

Günün Afişi



Coen Biraderler'in yeni filmi True Grit gün sayıyor. ABD'de Noel tatili sırasında gösterime çıkacak, inşallah bizde de çok gecikmez.

1.10.2010

Arthur Penn 1922 - 2010



Haberi görünce hafızamı tazelemek için internete başvurdum ve Arthur Penn ile aynı sofrada yemek yediğim yılın 1994 olduğunu teyid ettim. O zamanlar nispeten genç bir sinema aşığı idim ve İKSV'nin kadrolu rehberlerinden biriydim. 1994 yılında da jüri rehberliği yapıyordum ve o yılın jüri başkanı Arthur Penn'di. Aynı yıl Arturo Ripstein da jürideydi hatta. O yıldan aklımda kalan fazla birşey yok gerçi ama hep birlikte öğle yemeği yediğimiz o gün belirgin olarak hafızamda. Hatta Penn ile sohbet ettikten sonra "o şiddet dolu filmleri çeken adam, Bonnie & Clyde'ı çeken adam bu muymuş gerçekten" diye sorduğumu hatırlıyorum kendime. O kadar yumuşak huylu, tatlı dilli bir adamdı ki, nedense gçzlerinde o şiddeti görememiştim. Öldüğü haberini alınca üzüldüm doğrusu. Üstelik doğumgününden bir gün sonra ( 27 Eylül'de doğmuş ) kaybetmiş hayatını. Bugün bir Arthur Penn filmi izlemek şart oldu artık.