22.10.2015

Günün trailer'ı: Joy


Yıl sonunda vizyona çıkacak olan Joy oyuncu Jennifer Lawrence ile yönetmen David O. Russell'ın üçüncü ortaklığı. Sadece o da değil, Robert De Niro ve Bradley Cooper'ın da üçüncü çalışmaları Russell ile. İlki Silver Linings Playbook idi hatırlarsınız ve tüm kadro Oscar'a aday olmuş, Jennifer Lawrence heykelciği kapan isim olmuştu. Sonra American Hustle geldi. Ben açıkçası bu filmi daha çok sevmiştim ve yine tüm kadro Oscar'a aday olmuştu ( De Niro hariç ). Şimdiyse Joy var sırada ve yine tüm kadro Oscar'a aday olur mu bilemem ama Jennifer Lawrence'ın adaylığı kesin gibi. Hatta bir kez daha Oscar alabileceğine inananlar var şimdiden. Göreceğiz. Ben hala Lawrence'ın en iyi performansının Winter's Bone'daki oyunculuğu olduğuna inanıyorum ama belli olmaz tabii, daha yükseğe taşıyabilir çıtayı.

19.10.2015

70 yaşın eşiğinde yeni maceralar peşinde bir adam: David Lynch



Düşünüyorum da, ilk hangi filmiyle tanıdım David Lynch'i diye, sanırım Fil Adam ( The Elephant Man ) olmalı. Annemle beraber gitmiştim, muhtemelen 80'li yılların başlarında ve bir hayli fena olmuştum izlerken. O yaşta bir çocuk için ( 13 ? ) zor bir film olduğunu kabul etmelisiniz, ki sonradan anlayacaktım aslında kavranması, içine girilmesi nispeten kolay filmlerinden biri olduğunu. İlk filmi Eraserhead'i yıllar sonra izleyebildim örneğin ve ikisinin arasında dağlar kadar demeyeyim ama orta boy tepeler kadar fark olduğunu gördüm. Tepeler deyince İkiz Tepeler ( Twin Peaks ) geliyor tabii akla hemen. Video kuşağı çocukları ( ya da artık gençleri demeli herhalde ) olarak Freddy'nin son marifetleriyle Re-Animator, Children of Corn gibi gore/horror festivallerinin arasına belki yanlışıkla, belki merak sonucu, belki de arkadaş tavsiyesiyle sıkışan Twin Peaks'i izlediğimizde ( Ercan ve Ali şahidimdir ) ne çarptığını anlamamıştık. Elimizdekinin dizinin kısaltılarak kurgulanmış bir versiyonu olduğunu anlamamız biraz vakit alacak ve tüm dünya gibi kafa gidip geldikten çok sonra yavaş yavaş aymaya başlayacaktık. Şanslıydık bir bakıma, Lynch'in afallatıcı dehasıyla erken bir yaşta, çok da zamanın ruhunu ıskalamadan tanışmıştık. Çocuktuk belki ama salak değildik nihayetinde.


Lafı uzatmayalım, ilerleyen yıllar içinde izleyicisini şaşırtmayı, sersemletmeyi, kafasını karıştırmayı sürdüren Lynch önümüzdeki yıl 70. yaşını kutlayacak. Bir ara meditasyona merak salan ( hala da öyledir, bilmiyorum ), internetteki sitesinden her gün pencereden bakarak hava durumu rapor eden ve arada Isabella Rossellini gibi güzelliği heba eden ( her dahi gibi bir hayli de deli zira ) Lynch emekliliği düşünmediği gibi ilginç bir şekilde Twin Peaks'in yeni bir sezonuyla girecek 70. yaşına. Bırakın tüm bir sezonu, hatta bırakın tüm bir ilk bölümü neredeyse ilk sahnesiyle ( Laura Palmer'ın cesedinin bulunduğu sahne, ilk sahne miydi gerçekten yoksa hafızam oyun mu oynamakta bana? ) TV tarihini değiştiren adam neden yeniden aynı sahile dönmek ister, bilmiyoruz ama aradan geçen 30 yılın Lynch'in zihninde nasıl yankılandığını görmek açısından ilginç bir deneyim olacağı kesin. Meraklısına hemen hatırlatalım, ne yazık ki 3. sezon bölümleri 2017'den önce yayınlanmayacak. Üstelik Log Lady'nin aramızdan ayrılmasıyla ( Catherine E. Coulson 28 Eylül'de hayata veda etti ve Lynch "Bugün en sevdiğim dostlarımdan birini yitirdim" diyerek uğurladı onu ) kadro da eksikli ne yazık ki, ama yine de sabırsızlıkla bekliyoruz.

Sabırsızlıkla beklediğimiz bir başka şey de yine 2017'de kavuşacağımız bir David Lynch kitabı. Lynch ve gazeteci Kristine McKenna'nın birlikte kaleme alacağı kitap bir anı kitabı olacak ve ünlü sinemacının kedi deyişiyle "İnternette hakkında dolaşan türlü saçmalığa bir son verecek". Bir otobiyografi olmayacak ama 90'a yakın kişiyle ( Lynch'in arkadaşları, meslektaşları, iş ortakları ) yapılan söyleşileri içeren bir nevi sözel tarih girişimi olacak. Bu da merakla beklediğimiz kitaplar arasına girdi şimdiden elbette.


Son olarak; geçen seneydi herhalde, Louis C.K.'de olağanüstü komik bir performansını izlemiştim. Bulursanız kaçırmayın. Ayrıca müziğe de gitgide daha fazla merak saldı üstad, albüm falan kaydetti bir sürü ( en son The Big Dream ) onları da dinleyin derim. Duran Duran'ın bir konserini filme almış ( 2011 ) ve üstelik TV2 kanalında yayınlanıyor ara sıra, o da ilginizi çekebilir. Bir de tabii, hangi berbere gidiyorsun usta, nedir o saçların sırrı, demek istiyorum kendisine, sitayiş ve hayranlıkla.


7.10.2015

Filmekimi notları - 1


Filmekimi'ne daha hızlı bir giriş yapmak isterdim ama olmadı ne yazık ki ve şu ana kadar topu topu 4 film izleyebildim. Yine de festival devam ediyor ve önümüzdeki günlerden fazlasıyla umutluyum. Geride kalanlara bakacak olursak, Rumen sinemacı Corneliu Porumboui ( Bükreş'in Doğusu ) imzalı Hazine ( Comoara ) hiç şüphesiz yılın öne çıkan filmlerinden biri. Sinemasında hep mizahi bir damar da barındıran Porumboui bu filminde de minimalist bir üslup tutturmakla beraber kamerasını ve açılarını biraz daha serbest bırakmış ve anlattığı hikayenin içeriğini girift diyaloglarla zorlamadan, hem evrensel ölçekte bir mesel aktarmış hem de karakterleriyle kurduğu mesafeli ama son derece sevecen yaklaşımıyla izleyicinin içini aydınlatacak bir filme imza atmış. Filmin en başında küçük oğlunun onu bir kahraman gibi görmediğinin farkına varan baba ile onu şaibeli bir define avına çıkarmaya ikna eden komşusunun başından geçenler, finalde anlıyoruz ki çağdaş ve minimal bir Robin Hood hikayesi aslında. İşin doğrusu, iki adam gecenin bir vakti kazma kürek toprağa giriştiklerinde bir an Hazine acaba Yılmaz Güney'in Umut filmindeki gibi bir kanalda mı ilerleyecek diye düşünmedim değil. Ama Porumboui değişik ve aslında beklenmedik bir dönüşle ilerlettiği hikayesinde olayları ve durumları dramatize etmeden ( ki buna zemin müsait ) ve mizah dozunu da bir hayli düşük ( ama alabildiğine canlı ) tutarak ( ve üstelik sistem eleştirisini de es geçmeden ) unutulmaz bir iş çıkarmış.


Noah Baumbach'ın Bayan Amerika ( Mistress America ) filmi ise Amerikan sinemasında kendine niş bir yer edinen sinemacının oyuncu ve senarist Greta Gerwig ile kurduğu işbirliğinin yeni ürünü olarak çıkıyor karşımıza. Baumbach - Gerwig ikilisi bir anlamda Hollywood'da ( ve tabii ki dünya sinemasında ) çok sık rastlanan duo'lardan biri elbette ama bir yanıyla da hemen hepsinden farklı aslında. Bu kez hem bir erkek ve kadının bir araya geldiğini görüyoruz, hem de bu ikilinin senaryo gibi kilit bir alanda güçlerini birleştirdiğine ya da belki çarpıştırdığına tanık oluyoruz. Son yılların önemli kadın filmleri arasına giren Frances Ha ile başlayan bu birliktelik ( ki aslında Gerwig daha önce Greenberg'de de oynamıştı, onu da hesaba katmak lazım ve tabii ikilinin sevgili olduklarını da ) Bayan Amerika ile yeni bir ivme kazanmış gibi duruyor. Yine de açıkçası Frances Ha düzeyinde bir film olmadığını ve yer yer Woody Allen'a öykünen bir komediye yeltendiğini düşünüyorum Bayan Amerika'nın. Tabii ki filmin ana ekseninin yine de kadınlar olduğunu ve Baumbach'ın kadın bakış açısını maharetle yansıtan ender erkek sinemacılardan olduğunu teslim edelim.


Cannes'da Altın Palmiye kazanan Dheepan ( Jacques Audiard ) şüpheyle yaklaştığım ( ödül aldığı halde eleştirmenlerin gözdeleri arasında değildi Cannes'da ) ama çıkarken çok etkilendiğimi fark ettiğim bir film oldu. Sri Lanka'daki iç savaştan kaçan ve kaçabilmek için ölen bir ailenin yerine geçen üç kişinin ( Dheepan ya da asıl adıyla Sivadhasan, onun karısı rolünü üstlenen Yalini ve kızları rolünü üstlenen yetim Illayaal ) Fransa'da yaşadıklarına odaklanan film tam da Avrupa'daki göçmenlerin çokça gündeme geldiği şu günlerde zamanın nabzını yakalamış adeta. Sri Lanka'da Tamil Kaplanları olarak bilinen gerillalardan biri olan Dheepan Paris'in banliyölerinden birindeki bir toplu konutta kapıcı olarak çalışmaya başlar ve ilk başlarda her şey yolunda gibi gitse de bir süre sonra memleketindekinden çok da farklı olmayan  bir cengelin içine düştüğünü anlar. Benzer bir durum yaşlı bir mafya babasına bakıcılık yapan Yalini ve yeni okulunda dışlanan Illayaal için de geçerli olacaktır. jacques Audiard'ın son derece etkili bir anlatım tutturduğu filmin özellikle son 15 dakikası gerçek bir yönetmenlik gövde gösterisi. Audiard'ın Yeraltı Peygamberi ( Un Prophete ) adlı filmini izleyenler için şunu söyleyeyim, Dheepan gerek oyunculuklar ( başroldeki Antonythasan Jesuthasan ve Kalieaswari Srinivasan abartısız ama sıcak oyunculuklarıyla çok iyiler ) gerekse anlatım açısından bence daha ustalıklı bir film. Yeraltı Peygamberi'nde neredeyese tür filmi kalıplarına yaklaşan anlatım burada yok ve bu da filme daha gerçekçi, daha vurucu bir ton sağlıyor. Özellikle bir cengelden diğerine savrulan Dheepan'ın  ( adının Elephant yani file olan benzerliği tesadüf mü? ) yeni hayatına alışma sürecinde yaşadığı ikilemler ve dalgalı ruh hali mükemmele yakın bir biçimde verilmiş. Uzun lafın kısası, ne yapın edin, Dheepan'ı izleyin derim.


Matteo Garrone'nin Gomorrah'ı İtalyan sinemasının son yıllardaki en sarsıcı işlerinden biriydi. Elbette senaryoda büyük bir katkısı olan ve gazeteci kimliğiyle filme ciddi bir artı değer sağlayan Roberto Saviano'nun hakkını teslim etmek gerek ama Garrone de olağanüstü bir maharetle filmi kotarmış ve Cannes'da da Jüri Büyük Ödülü'nü kazanmıştı. Üstelik Garrone bir sonraki filmi Reality ile Cannes'da yine aynı ödülü alarak ilginç bir seri yakaladı ama son filmi Bir Varmış Bir Yokmuş ( Tale of Tales ) bence beklentileri karşılamıyor maalesef. Adı üzerinde bir masal var karşımızda. hatta bir değil, içiçe geçmiş bir  kaç masal var ve oyuncu kadrosu da Salma Hayek, Vincent Cassel, Toby Jones gibi uluslararası isimlerden oluşuyor. Hayek ve Jones'un performansları özellikle çok iyi olmakla beraber masallar arasında kurulmaya çalışılan ilintiler yeterince güçlü değil ve bu da senaryoda kopukluklara, yamalı bohça izlenimi veren bir yapıya yol açıyor. Yer yer olağanüstü güzellikte görüntüler var evet, ama sonuçta ele aldığı masallara ve genel anlamda masal formuna fazlaca yenilik getirmeyen ve zaman zaman izleyicinin hayalgücünü hafife alan bir film Bir Varmış Bir Yokmuş.