30.12.2014

Sinemada sessizlik



Sinemada sesin kullanılmaya başlamasından bu yana sessizlik de farklı bir anlam kazandı. Bahsettiğim şey sessiz sinema değil elbette, o bambaşka bir kavram. Yukarıdaki videoda da göreceğiniz gibi sesszilik aslında ses kullanımının özel bir biçimi haline gelmiş durumda. Tony Zhou tarafından hazırlanan "Her Kare Bir Hikaye Anlatır" başlıklı seride ele alınana sessizlik konusu özellikle Scorsese'nin filmlerinde sessizliği nasıl kullandığına dikkat çekiyor.

28.12.2014

Nostalji: Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Eternal Sunshine - Stop Motion from Mickey Alice Kwapis on Vimeo.

2000'li yılların unutulmaz filmlerinden Eternal Sunshine of the Spotless Mind özellikle yetişkinliğe 90'lı yıllarda adım atan kuşak için kritik bir filmdir. Bizim kuşağın aşk filmi budur desek çok da abartmış olmayız herhalde. Michel Gondry - Charlie Kaufman işbirliğinin en tesirli ürünmü olan Eternal Sunshine bir yandan X kuşağının hafıza kaybına ( ya da hızlı unutma, çabuk tüketme de diyebilirsiniz ) dair şahane isabetli tesbitleriyle aşkın gizemli doğasını sergilerken bir yandan da çarpıcı bir duygusallıkla izleyiciyi duvarlara çarpıyordu. Yukarıda filme dair yapılmış özgün bir video var. Bu arada bu filmi nostalji sandığından çıkarmamın da özel bir sebebi olduğunu tahmin edersiniz. Biricik aşkım, bugün ( 28 Aralık ) yaşgününü bir kez daha idrak eden sevgili eşim Fazilet için gelsin. Seni seviyorum. Elbette.

27.12.2014

Kritik: İki Gün ve Bir Gece



Dardenne Kardeşler'in son filmi İki Gün ve Bir Gece ( Deux Jours, Une Nuit ) yılın son haftasında vizyona giriyor nihayet. Yılın en iyilerinden biri olduğuna şüphe duymadığım film aynı zamanda yılın en iyi oyuncu performanslarından birini de getiriyor karşımıza. Dardenne Kardeşler ile yolu ilk kez kesişen Cotillard bu filmde canlandırdığı Sandra karakteriyle kariyerinin en incelikli, sade ve derinlikli performanslarından birini sunuyor kanımca. Filmin neredeyse tamamında ekranda görünen 39 yaşındaki oyuncu genelde amatör ya da çok tanınmamış oyuncularla çalışmayı tercih eden Belçikalı sinemacılarla öylesine ahenkli bir iş çıkarmış ki ( ki tüm oyuncular için bunu söylemek mümkün bence ), teker teker hepsine şapka çıkarmak gerek.


Film güneş enerjisi üzerinde uzmanlaşmış bir şirkette çalışan iki çocuk annesi Sandra'nın işinden kovulmak üzere olduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Filmin ilk sekansında uyurken gördüğümüz ve çalan telefonuna bakmak için gözlerini açan Sandra sonraki iki gün boyunca huzura eremeyecek ve kendisinin işinden kovulmaması yönünde oy vermeleri için tüm iş arkadaşlarıyla tek tek ve yüzyüze konuşmak üzere kelimenin tam manasıyla yola düşecektir. Her an geri dönüşü olmayan bir bunalıma düşebileceği endişesini yaşadığımız Sandra'nın ( ki intihara da kalkışacaktır karanlık bir anında ) bu süreçteki en büyük destekçisi, hatta zaman zaman zorlayıcısı ise kocası Manu olacaktır. Toplam 16 kişiden oluşan iş arkadaşları ise kolay ikna edilebilecek bir topluluk değildir, zira Sandra'nın işten çıkarılması halinde her biri 1000 Euro tutarında bir ikramiye kazanacaktır ve bu para hiç biri için gözden çıkarılacak bir meblağ değildir.


Doğrusu Dardenne Kardeşler her daim hayatın içinden hikayeler anlatagelmiş ve bu hikayeleri de büyük derrleri olmayan, handiyse küçük karakterler üzerinden anlatmayı tercih etmişlerdir. Ünlü yıldızlarla çalışmamalarının da bir sebebi budur belki: karakteri oyuncunun ağırlığı altında ezdirmemek, hayatı filme kurban etmemek. Gerçi bir önceki filmleri Bisikletli Çocuk'da ( Le Gamin Au Velo ) fransız sinemasının tanınmış simalarından Cecile de France ile çalışmış ve hiç de fena bir sonuç elde etmemeişlerdi ama orada baş kadın karakterin ağırlığı İki Gün ve Bir Gece'de olduğu kadar dominant değildi. Filmin tamamı boyunca toplam iki üç farklı tişörtle yetinen ve işçi sınıfından olması hasebiyle her türlü şaşaadan uzak bir hayat süren Sandra karakterini alabildiğine sade, tedirgin ve kırılgan bir kadına dönüştüren Cotillard neredeyse bir Oscar'ı daha hak ediyor diyeceğim hiç çekinmeden.


Anlattıkları hikaye ve kullandıkları karakterler bakımından Ken Loach'u hatırlatan bir filme imza atan Dardenne Kardeşler o denli yalın bir olay örgüsü seriyorlar ki önümüze, neredeyse bir menkıbe kadar kısa ve derli toplu bir bütün çıkabilirmiş ortaya. Evet, düşündüğünüz doğru, didaktik bir eşikte de duruyor film ama gerek oyuncuların sahici performansları, gerekse yönetmenlerin ustalıklı anlatımı filmi didaktik bir yola sapmaktan kurtarmakla kalmıyor, ahlaki anlamda zorlu bir ikilemi de ( para mı, dayanışma mı ? ) iddiasız ama güçlü bir finalle çözüme ulaştırıyor. Kolaylıkla depresif bir ruh haline bürünebilecek film buradan kazanabileceği puanları elinin tersiyle iteliyor ve zor da olsa izleyicide yüksek bir umut ışığı yaratmayı biliyor. Aklımıza Ken Loach'un gelmesi o kadar da boşuna değilmiş yani.

Özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra toplumsal huzursuzluğun belirgin bir şekilde arttığı Belçika ( ve aslında Avrupa'nın tamamı da diyebiliriz ) hakkında doğrudan bilgi sahibi olmasak da benzer buhranları defalarca yaşamış bir memleketin insanları olarak İki Gün ve Bir Gece'de anlatılanları, farklı toplumsal ve etnik kökenden insanların haleti ruhiyelerini bir hayli tanıdık bulacak; ve nihayet onların yerinde olsak biz ne yapardık gibi sorulara cevaplar arayacağız. Şurası da bir gerçek, her ne kadar film boyunca Sandra'ya yakın hissetsek de kendimizi, diğer karakterleri de, özellikle ona karşı duranları yargılayamıyor; bir tarafı tutmak uğruna diğer tarafın dertlerini görmezden gelemiyoruz. Filmin sonunda Sandra'nın her şete rağmen doğru olanı yaptığını görüp derin bir oh çektiğimizde de ruhumuzda yeşeren küçük umut tohumları bize kendi hayatımıza da yeni bir güçle tutunmamızı sağlıyor sanki. Bu da Dardenne Kardeşler'in gücü elbette.

İlk kez görücüye çıktığı Cannes Film Festivali'nde hiç bir ödül alamayan ( oysa Cotillard'ı görmezden gelmeyebilirdi jüri ) İki Gün ve Bir Gece hiç de gölgede kalmayı hak etmeyen, tüm bileşenleriyle dikkate ve övgüye değer bir film. Sistem tarafından ezilmeye mahkum sınıfın muzaffer bir portresini değil ama geri adım atmayan, atsa da savaşmadan çekilmeyen ( son repliğini hatırlayın Sandra'nın: "İyi mücadele ettik Manu" ) bireylerin karakalem bir eskizini çizen son derece değerli bir film var karşımızda.

11.09.2014

Günün Trailer'ı: I Am Ali



"Kelebek gibi uçar, arı gibi sokar" dendi mi herkesin aklına Muhammed Ali geliyor sadece. Spor tarihinin ve tabii ki 20. yüzyılın en ikonik karakterlerinden biri olan Muhammed Ali hakkında çok şey yazılıp çizilse de hala bir muamma büyük ölçüde. Clare Lewins imzalı yeni belgesel I Am Ali "efsanenin arkasındaki adam"ı anlatma iddiasında ama ne kadar başarılı olmuş, onu izleyince göreceğiz. Bu da herhalde bir festivalde falan olacaktır diye tahmin ediyorum. İnşallah.

8.09.2014

Scorsese adaya geri dönüyor


Martin Scorsese hangi adaya geri dönüyor diye soranlara Shutter Island diyeceğim. Tabii bu geri dönüş ne kadar hayırlı, orasını bilemem. Dennis Lehane'in romanından adapte ettiği ve başrolleri de Leonardo DiCaprio ile Mark Ruffalo'ya verdiği Shutter Island'ı ben hiç sevmemiştim doğrusu ve o yüzden de bu geri dönüş meselesine biraz şüpheyle bakıyorum. Yine de, bu dönüşün niteliğini düşünecek olursak, o kadar da korkmamıza gerek olmadığı fikrine varabiliriz. Scorsese HBO için Shy-uter Island'ın çok öncesini anlatan bir TV dizisine imza atacak. Boardwalk Empire ile bu konudaki ustalığını dosta düşmana açık bir şekilde kanıtlayan ( sanki buna ihtiyacı varmış gibi ) Scorsese bir kez daha ses getiren bir işe imza atarsa hiç şaşırmayalım. Üstelik pilot bölümün senaryosunu romanın da yazarı olan Lehane kaleme alacak ki, bu da ayrı bir olumlu puan demektir. Son olarak dizini adı Ashecliffe olacak diyeyim ve Scorsese'nin yine HBO için çekeceği bir başka diziye geçeyim. Scorsese'nin müzik aşkını bilen ve onun No Direction Home, The Last Waltz ve Shine A Light gibi filmlerini sevenler için müjdeli bir haber anlamına gelecek olan bu dizide punk ve disco müziğin patladığı yıllarda New York'taki müzik endüstrisini anlatacak usta sinemacı. Yapımcılığını Mick Jagger'ın üstleneceği dizide James Jagger, Bobby Cannavale, Andrew Dice Clay ve Ray Romano gibi isimler kamera karşısına geçecek.

Güzel işler: Kubrick

Guillaume Morellec

Stanley Kubrick az sayıda filmine rağmen sinema tarihinin en etkili beyinlerinden biri olarak geçti kayıtlara. Boşuna değil elbette. Lolita'dan Space Odyssey 2001'e; Clockwork Orange'dan benim favorilerimden The Shining'e üstadın her filmi ayrı bir zirveye konuşlanmış durumda. Tabii onun ilk filmleri genelde biraz gözardı edilir ama olacak o kadar. Yoksa Killer's Kiss ve The Killing noir sinemanın en sağlam işlerindendir ve şiddetle tavsiye edilir. Yukarıda ve aşağıda gördüğünüz tasarımlar ise Stanley Kubrick'in sanatçılara verdiği ilhamlarla yaratılmış işler. Tasarımları yapan sanatçıları adlarını resim altlarında görebilirsiniz ama hangi işin hangi filmden ilham aldığını söyleyerek zekanıza hakaret etmeyeceğim elbette.

eikoojala

Justin VanGenderen

Tracie Ching


Epyon5
Sarah Joncas

Bartosz Kosowaski

Cuddly Rigor Mortis

Nicole Gustafsson

Sam Gilbey

Meghan Stratman

Ivonna Buenrostro



Hollywood'dan taze taze

James Franco'nun yeni film projesi...
Werner Herzog'un yeni TV macerası...
Terminator cephesinden yeni haberler...
Ve Tarantino'nun son marifeti...

Devamlılık Hatası sizi kısa ama heyecanlı bir Hollywood turuna davet ediyor.


James Franco ile başlayalım. Bildiğiniz gibi Hollywood'un altın çocuğu ( ne çok var bu altın çocuklardan değil mi? ) James Franco bir süredir oyunculukla yetinmeyip, yönetmenlik ve yapımcılığa da el attı. Hatta şair ve yazar olarak da kendine bir kariyer inşa etme gayretinde kendisi ve bunda da başarısız olduğunu söylemek, en azından, bize düşmez. Şu sıralar yeni bir film projesi üzerinde çalışan Franco, kimilerine göre, Hollywood üzerine yazılmış en iyi romanlardan birini gözüne kestirmiş. Steve Erickson'ın yazdığı Zeroville adlı roman sinema tutkunu bir adamın 1969 yılında Los Angeles'da yaşadığı maceraları anlatıyor. Kitaptan yeni haberim olduğu için henüz okuyamadım doğrusu, ama içinde John Milius, Martin Scorsese gibi dönemin önemli figürlerinin de yer aldığı Zeroville'i fena halde merak ettiğimi belirtmem gerek. Yukarıdaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi romanın başkahramanı Jerome kafasına Elizabeth Taylor ve Montgomery Clift'in dövmelerini ( A Place In The Sun'dan bir görüntü ) yaptıracak kadar sinema aşığı bir tip ve söylenenlere göre Franco'nun Venedik'ta dazlak kafayla dolaşmasının sebebi de aslında buymuş. James Franco filmi hem yönetecek, hem de başrolünde boy gösterecek. Yeni bilgiler geldikçe de sizinle paylaşacağım elbette.


Ah Werner Herzog. Sinema aleminin en üretken ve en deli yaratıcılarından biri. Benim de en saygı duyduklarımdan elbette. Her yaptığını büyük bir heyecan ve olumlu bir önyargıyla izlediğim ender sinemacılardan olan Herzog'un hzızına yetişmek kolay değil elbette. Hala izlemediğim bir sürü filmi var ve hiç de acele etmiyorum, ki tadını çıkarmak uzun sürsün. Uzatmayayım, Herzog, o tuhaf aksanıyla birçok Hollywood yapımında da yer aldı malumunuz ve şimdi de bir televizyon dizisinde boy gösterecek. Komedi dizisi Parks and Recreation'da küçük bir rol üstlenen Herzog kendisiyle yapılan bir söyleşide dizinin fo-rmatına uygun bir de monolog kaydettiğini belirtti ve ekledi: "Umarım montajda atmazlar". Biz de umarız Werner, biz de.


Ben uzunca bir zamandır ilgimi kaybetmiş durumdayım ama Terminator filmleri hala büyük ilgi görüyor ve bu vereceğim kısa haber de muhakkak birilerinin ajandasında yer alacaktır. İlki 1984 yılında çekilen serinin yeni halkası Terminator: Genisys'in 1 Temmuz 2015'te vizyona çıkacağı zaten bir süredir biliniyordu. Şimdi bu filmin ardından gelecek iki yeni devam filminin de vizyon tarihleri belli oldu. Paramount Pictures'ın açıklamasına göre "Terminator 2" 19 Mayıs 2017'de, "Terminator 3" ise 29 Haziran 2018'de vizyona çıkacak. Meraklısına duyurulur.


Gelelim Quentin Tarantino'ya. Bilenler bilir, Tarantino 2007 yılında çocukluğundan beri gidip film izlediği New Beverly sinema salonun satın almış ve yıkılmaktan kurtarmıştı. Böylece bir sinema salonu sahibi olan usta sinemacı salonda gösterilecek filmlere de damgasını vuruyor haliyle. Yine bilinler bilir, sıkı bir dijital karşıtı olan Tarantino ( ki yeni filmi The Hateful Eight'i 65 mm'lik filmle çekecek ), bugün için bir hayli riskli sayılabilecek bir karar aldı ve New Beverly'de asla dijital kopya göstermeyeceklerini açıkladı. "New Beverly programında bir filmin adını görüğünüzde o filmin dijital değil 35 mm olarak gösterileceğinden emin olacalsınız." diyor QT. Tabii ticari olarak bunun çıkmaz bir sokak olduğunu iddia edenlerin sayısı çok daha fazla, onu da belirteyim.

26.06.2014

Günün trailer'ı: The Hunger Games: Mockingjay - Part 1



Kasım ayında izleyiciyle buluşacak The Hunger Games: Mockingjay - Part 1 yılın en iddialı filmlerinden biri şüphesiz. Tabii ki gişe anlamında söylüyorum. Yine de benzerlerinin içinde kendine özgü bir yeri olduğunu teslim etmek lazım. Çok da burun kıvırıp snobluk edilecek bir film değil. Ne de olsa Philip Seymour Hoffman ( şimdiden özledim ) ve Jennifer Lawrence var kadroda. Yukarıdaki gibi trailer'lardan birkaç tane daha beklemek yanlış olmaz kanımca.

Cronenberg'in gözlüğü


Geçtiğimiz günlerde, Provincetown Film Festivali sırasında, kült sinemacı John Waters günümüz sinemasının usta isimlerinden David Cronenberg ile bir söyleşi yapmış. Söyleşi sonrası izlenimlerini aktarırken kendisine göre bazı ilginç noktaları öne çıkarmış haliyle. Bunlardan biri de Cannes Film Festivali'nde Cronenberg'in kırmızı halıda taktığı tuhaf gözlüğün esbab-ı mucibesi olmuş. Neden o gözlüğü ( ki yukarıda görüyorsunuz siz de ) taktığı sorusunu şöyle yanıtlamış Cronenberg: ''Bir savunma hamlesiydi aslında. Önünüzde binlerce flaştan oluşan bir ışık duvarı oluşuyor kırmızı halıda. Bende de bir süredir bu flaşlar patladığında epileptik bir reaksiyon oluşmaya başladı. Ben de buna önlem olarak internete girdim ve yüksek rakımlarda ortamı karanlığa boğan bu dağ gözlüklerini buldum. Kırmızı halıda çok havalı durduğumu söylediler doğrusu.'' Yalan da değil hani.


Watres'ın söyleşisinden Cronenberg'in artık sinemaya gitmediğini ve evde Blu-ray izlemeyi tercih ettiğini, sette prova yapmayı sevmediğini ( ''Ciddi bir vakit kaybı, spontane olmak çok daha iyi sonuç veriyor'' ), yıllar önce Return Of The Jedi'ı çekmesi için teklif geldiğinde kabul etmediğini ( ''Aman Tanrım, evet! demem gerekirken, genelde başkalarının işlerini yapmıyorum dedim '' ) ve çekimlerde storyboard kullanmadığını da öğreniyoruz. Bir de Tom Cruise'un yer aldığı ilginç bir anekdot aktarıyor Cronenberg: ''Bir gün Dino De Laurentiis'in ofisinde bir film üzerinde konuşuyorduk. İçeri birisi girdi ve 'Aktör geldi' dedi. Ben de isterse dışarı çıkabileceğimi söyledim ama Dino oturmamı söyledi ve içeri Tom Cruise geldi. O sıralar yıldızı parlayan, yükselişte bir oyuncuydu ve başında bir beysbol şapkası, ayaklarında kovboy çizmeleri vardı. Bana baktı. Sonra Dino ona baktı ve ben bir anda onun Dune filmi için seçmeye ( audition ) geldiğini anladım. Dino ona baktı ve Tom'a 'Ona bak' dedi. Tom bana bakınca profilini inceledi ve sonra 'Şimdi diğer tarafa bak' dedi. Sonra Dino 'Tamam' dedi. Tüm seçme bu kadardı ve Tom Cruise o rolü alamadı.''

23.06.2014

Star Wars'a yeni yönetmen


Star Wars fanatikleri serinin 7. filminin vizyona çıkması için gün sayıyor, biliyorum. Yıllardır süren bekleyişleri 2015'in Aralık ayında sona erecek. J.J. Abrams imzalı 7. filmin ardından 8. ve 9. filmler gelecek elbette ve işte o filmleri kimin yöneteceği de çok kısa bir süre önce belli oldu. Gelen haberler, sıradaki iki filmi de Rian Johnson'ın yöneteceği yönünde. Looper filmiyle adını duyuran Rian Johnson'ın bir de Brick adında bağımsız bir filmi var. Başrollerini Bruce Willis ve Joseph Gordon-Levitt'in paylaştığı Looper 'zamanda yolculuk' temasını işeleyen ve birçoklarınca çok beğenilen aksiyon ağırlıklı bir bilim-kurgu filmiydi. Johnson ayrıca TV'nin en beğenilen dizilerinden Breaking Bad'in de 3 bölümün çekmişti ki bunlardan biri, Ozymandias, izleyiciler için efsane niteliğinde bir bölümdür. Meraklısı izlesin lütfen.


Öte yandan, Star Wars Episode VII'nin çekimleri tam sürat devam ediyor. Geçen hafta bacağı kırıldığı için hastaneye kaldırılan Harrison Ford'un yokluğuna rağmen çekimler durmadı. Bu da prodüksiyonun biraz sıkıştığı anlamına geliyor sanki. Yine de belirlenen vizyon tarihine filmin yetişeceğini düşünüyorum doğrusu.

21.06.2014

Günün selfie'si



Aslında tarihi bir selfie bir yandan da. Bundan 23 yıl önce Susan Sarandon ve Geena Davis sinema tarihinin en unutulmaz selfie'lerinden birini Thelma & Louise'de verdiklerinde ortada daha selfie diye bir terim bile yoktu yanılmıyorsam. Zaten yeni fotoğrafı twitter hesabından yayınlayan Sarandon 'selfie'nin mucitleri yeniden iş başında' gibi bir de laf eklemiş. İki ünlü oyuncu yıllar sonra yeni bir selfie için bir araya gelince bunu sizlerle paylaşmadan edemezdim doğrusu. Hiç fena görünmüyorlar, ne dersiniz?

The Hunger Games: Mockingjay'i beklerken


Gördüğünüz afişler önümüzdeki Kasım ayında vizyona çıkacak olan The Hunger Games serisinin yeni halkası Mockingjay: Part 1 için hazırlanmış. Her biri Panem'de yer alan bir bölgeyi tamsilen hazırlanan bu propaganda afişleri hem göze hoş gelen bir estetiğe hem de insanın içini donduran bir tuhaflığa sahip. Şimdilik sadece 7 tane var, umalım da diğerleri de gelsin.







20.06.2014

Gözümden kaçanlar

Ya da gözüme yeni çarpanlar...

1. Malik Bendjelloul'un trajik hikayesi


Bir süredir Devamlılık Hatası'nı ve varsa sürekli takipçilerimi ihmal ettim. Sebepleri var elbette ve bu sebepler bende, sizin kafanızı ütülemeyeceğim. Yokluğumda birçok şey oldu bitti elbette. Normalde bunların bir kısmını bu sayfalardan okuyabileceğiniz şeylerdi bunlar ama maalesef ilgilenemedim, ilgilenmedim. Fakat bunlardan biri var ki, benim de gözümden kaçmış açıkçası. Searching For Sugar Man adlı muhteşem belgeselin yönetmeni Malik Bendjelloul'un intihar ederek hayatına son verdiğini bir hayli geç öğrendim ve doğrusu çok üzüldüm.


36 yaşındaydı İsveçli yönetmen. Kariyerine de İsveç'te bir televizyon kanalında muhabir olarak başlamıştı. Ondan önce 1990'lı yıllarda bir dizide oyunculuk yapmışlığı da vardı ama anlaşılan o ki, kamera önünde rol kesmek ona göre değildi. Gerçi bir süre sonra muhabirliği de bıraktı Bendjelloul ve Björk, Elton John, Rod Stewart ve Kraftwerk gibi müzisyen ve gruplar için belgeseller çekmeye başladı. Biz o belgeselleri izleyemedik, tıpkı dünyanın çok büyük bir kısmı gibi ama 2012'de çektiği ve IMDB filmografisinde adının altında yer alan tek film olan Searching For Sugar Man'i neredeyse tüm dünya seyretti. Kolay da olmadı aslında Searchin For Sugar Man'i çekmek.Çekimlerin büyük kısmını 8 mm.'lik kamerasıyla çeken Bendjelloul sonlara doğru parası tükenince 1.99 dolar ödediği i-phone aplikasyonu 8 mm Vintage Canera'yı kullanmaya başlayacak ve kendi deyişiyle 'henem hemen aynı sonucu' alacaktı. Tamamlanması 4 yılı bulan ve 1970'lerde Güney Afrika'da gizemli bir şöhrete ulaşan adsız bir müzisyenin tuhaf mı tuhaf hikayesini anlattığı film 2013 Akademi Ödülleri'nde En İyi Belgesel Oscar'ını kazandı ve Malik Bendjelloul'un hayatı da dramatik, hatta trajik bir şekilde değişti. Bir anda Hollywood'un gözdeleri arasına giren ve bir senaryo yazmak için New York'a taşınan genç sinemacı için yeni, şaşaalı ama ne yazık ki alabildiğine yalnız bir hayat başlamıştı. En yakın dostlarından uzaklaşan ve Hollywood gibi acımasız bir çarkın içinde tek başına tüm o baskıyı göğüslemeye çalışmak ona çok zor ve ağır gelmişti anlaşılan. Yetenekli, yaratıcı, hayatla ve kendisiyle barışık bir kişi olarak tarif edilen Malik Bendjelloul hakkında yazılanlardan anladığım onu intihara götüren sebepler aşağı yukarı budur. Üstelik, Searching For Sugar Man'i izleyeneler hak verecektir, yapımında A'dan Z'ye emek verdiği ve onu şöhrete ulaştıran tek filmi tam da onun durumundaki bir yaratıcıya, bir sanatçıya çok şeyler söyleyebilecek bir filmdi. Yazık oldu. 13 Mayıs günü Stocholm'ün işlek metro hatlarından birinde, Solna Centrum istasyonunda bekleyen çok sayıda yolcunun gözleri önünde kendini trenin altına bıraktı.

2.  The Knick için gerisayım başladı



Bundan neredeyse bir yıl önce Steven Soderbergh'in bir TV dizisi için çalışmalara başladığını duyurmuştum. Kısa bir süre önce bu dizinin trailer'ı da yayınlanmış, ben yeni fark ettim. Adı The Knick olan dizi 8 Ağustos'ta izleyiciyle buluşacak. Başrolünde de Clive Owen var. Meraklısına duyurulur.

3. Kağıt karakterlerin izinde

Aşağıdaki Kağıt Karakterler serisi İspanyol tasarım stüdyosu Atipo tarafından yaratılmış. bazıları gerçekten çok zekice tasarlanmış bu kağıtlar minimalist afiş tasarımının bir uzantısı gibi adeta.

















27.05.2014

Kış Uykusu ve Cannes'a dair


Gariptir, 32 yıl önce Yılmaz Güney ne kadar yalnızdıysa, Altın Palmiye'yi bu yıl kazanan Nuri Bilge Ceylan da o kadar yalnızdı Cannes'da. Yanlış anlamayın, etrafında film ekibinden bir çok dostu, yerli yabancı sinema yazarlarından sayısız hayranı vardı elbette ama, Türkiye, yani biz onu alabildiğine yalnız bırakmıştık. Uzun zamandır ilk kez Cannes ödül törenini hiç bir TV yayınlamıyordu örneğin. Üstelik bu ödülün bu yıl gelme olasılığının bu kadar kuvvetli olduğu haftalar öncesinden bilinirken. NBC ile röportaj yapan kimi gazeteciler de vardı elbette, yoktu demiyorum ama bugün Radikal'e verdiği mülakattan da anlıyoruz ki Altın Palmiyeli sinemacı hiç bir televizyon kanalının ( ya da programının ) Cannes'a gelmeyişine üzülmüştü besbelli ki. İnternet de olmasa, tıpkı 32 yıl önce olduğu gibi bir gün sonra gazetelerden öğrenecektik Türkiye'ye bir Altın Palmiye'nin daha geldiğini. 

Nuri Bilge Ceylan'ın sitem ettiği isimlerden biri de dolaylı olarak benim aslında. Dolaylı diyorum, zira orada olmayı ve bu büyük gururu onunla ( onlarla ) yerinde paylaşmayı çok ama çok isterdim fakat ne yazık ki benim istek ve çabalarım da bir yere kadar. 2 Hafta öncesine kadar çalıştığım televşzyon kanalına bu festivalde bulunmanın ne kadar önemli ve gerekli olduğunu defalarca anlantmam rağmen bir türlü lafımı dinletemedim ( kimim ki ben ?) ve 'Paramız yok' mazeretini aşmanın bir yolunu bulamadım. Festival başlamadan bir kaç gün önce de işime son verildi zaten ve hiçbir şeyin anlamı kalmadı. ( Küçük bir not: beni işten atarken de çok benzeri bir mazeret sunup 'Küçülmeye gidiyoruz' dedikleri için, en azından bu manada tutarlı olduklarını düşünebiliriz)

Uzun lafın kısası bu yıl Cannes'ı uzaktan takip etmekle yetindim ve hiç bir filmi izleyemesem de hemen hepsinin ne tepkiler aldığını yerli ve yabancı basından okudum. NBC'nin festivale katıldığı her yıl bir ödül aldığı ve sırada artık uzun zamandır hak ettiği ( en azından Bir Zamanlar Anadolu'da ile kesinlikle hak ettiği ) Altın Palmiye ödülünün olması gerektiği genel kabul görmüş bir görüştü. Yine de cannes'ın diğer gediklilerinin, yani Ken Loach, Dardenne Biraderler gibi usta isimlerin de bu yıl yarışmaya katılmış olması içimde bazı şüpheler uyandırmadı değil doğrusu. Üstelik uzun zamandır buralarda gözükmeyen Jean Paul Godard, adını zar zor söyleyebildiğim ama filmlerine bayıldığım Andrey Zvyagintsev, her daim bir başyapıt çıkarma potansiyeli taşıyan David Cronenberg, İngiliz sinemasının yadsınamayacak ustalarından Mike Leigh, son yılların dikkatle takip edilmesi gereken isimlerinden Naomi Kawase ve genç bir dahi olduğu konusunda hararetli tartışmalara yol açan Xavier Dolan'ın da katılımıyla belki de son yılların kağıt üstünde en güçlü kadrosu vardı Cannes'da. Ama Kış Uykusu ilk günlerden itibaren hep festivalin en çok övgü alan filmlerinden biri oldu ( belki de birincisi ), hem de bu ivmesini hiç kaybetmeyerek etkisinin kalıcı olduğunu kanıtladı. Sonuç olarak final gecesi tüm kuşkuları yerle bir ederek ödüle uzandı ve sinemamız adına gerçek bir gurur vesilesi oldu.


Nuri Bilge Ceylan'ı yıllar önce aynı başarıyı gösteren Yılmaz Güney ile kıyaslayacak değilim. Bu kıyaslamadan çıkacak sonuç kimseyi tatmin ve mutlu etmeyeceği gibi bana sorarsanız anlamsız da. İki sinemacının bambaşka anlatı biçimleri var ve sinemaları arasındaki kıyaslamayı yapmak da bana düşmez. Bu işe belki bir akademisyen soyunur bir ara, bilemem. Üstelik çeşitli politik etkenlerin de devreye gireceği bir tartışma var bence burada, ki bir kez daha bana düşmez. Ama her filmiyle Cannes'da ödül alan Nuri Bilge Ceylan'ın bugün sinemamız adına gerçek bir dünya markası olduğunu söyleyebilirim. O kadar bana düşer sanıyorum.

Son bir not: nedense ülkemizde Oscar ödülüne dair tuhaf ve müthiş bir özlem var. Yıllardır Oscar'ı Türkiye'ye getirmek bir dava oldu. Çok güçlü bir tanıtım anlamına geldiği muhakkak bu ödülün ama bilen bilir, Altın Palmiye bu işin Nobel ödülüdür. Oscar'dan çok daha değerlidir yani. Yine de illa bu ödülü ülkemize getirmek isteyenlere seslenelim. Bu yıl bu amaca en çok yaklaşılacak yıl olabilir. Dikkat edilirse Yabancı Dilde En İyi Film adayları genellikle başta Cannes olmak üzere belli başlı festivallerde gösterilmiş filmler arasından seçiliyor. Örneğin geçen yılın 5 adayından 4'ü Cannes'da gösterilmiş filmlerdi. O yüzden bu yıl bol bütçeli, romantik, hamasi vs bir takım filmler yerine Kış Uykusu'nu aday göstermekte yarar var. Öteki türlü bu iş olmuyor.