28.09.2010

Mathilda için Natalie Portman'ın şartı ne?


Bilenler vardır mutlaka ama ben yine de özetleyeyim. Luc Besson'un unutulmaz filmi Leon'un devamı niteliğindeki Mathilda herhalde son 20 yılın en çok arzulanan devam filmlerinden biri olsa gerek. İşin ilginç yanı bu film bir gerçeklikten ziyade müthiş bir dedikodudan ibaret. Yani Luc Besson gerçekten böyle bir senaryo yazdı mı, bilinmiyor. Ama her dedikoduda olduğu gibi, ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali, bir gerçeklik payı var ve bu yüzden de Natalie Portman'a sık sık sorulan sorulardan biri de bu filmle ilgili. Natalie Portman önceleri Mathilda fikrine hiç sıcak bakmıyordu. Ama son zamanlarda düşüncesi değişmiş gibi görünüyor. Yine de Portman'ın Mathilda için çok önemli bir şartı var. Diyor ki Portman, "Eğer Luc Besson çekecek olursa, anında koşarım". Nasıl, olur mu dersiniz?

Günün Afişi



Çok parlak bir afiş değil ama Clint Eastwood filmi ne de olsa. İlgi göstermek lazım. Hereafter 15 Ekim'de vizyona giriyor. Bizde de fazla gecikmez umarım.

Citizen Jane mi dediniz?



"Bu da ne böyle?" dedim görünce tabii. Bakın neymiş. 5 Eylül 2011'de, tam da Citizen Kane'in 70. yıldönümünde gösterime çıkacağı ilan edilen Citizen Jane ilk bakışta sanıldığı gibi sahte bir film değil. En azından şimdilik. Başrolde Michelle Rodriguez var ve filme ait kapı gibi bir internet sitesi mevcut. Burada. Siteye girdiğinizdeyse sizi kısa ama çok eğlenceli bir fragman bekliyor. Fragmanın sonunda da "I would do anything for my rosebud" cümlesini duyuyorsunuz. Şahsen Michelle Rodriguez'i beğenirim ve sadece onun varlığı bile benim için yeterli olabilir bazen. Rodriguez'in Charlotte Foster Jane adlı bir kiralık katili canlandırdığı film 1941 tarihli klasiğin bir yeniden yorumlanışı olarak tarif ediliyor Rodriguez tarafından. Projenin mimarının da Michelle Rodriguez oluğunu da belirteyim bu arada. Senarist, oyuncu ve yapımcı olarak görüyoruz kendisini bu filmde. Danny Trejo, Jeff Fahey ve Daryl Sabara filmde rol alan diğer isimler. Peki hala şüphelerim var mı? Var.

Superman'i kim yönetsin?



Aranızda "kim yönetirse yönetsin" diyecekler vardır mutlaka. Güzel de bir cevap ama Hollywood'da pek geçerli değil ne yazık ki. Bir süredir Superman'in reboot'u için hummalı bir yönetmen arayışı sürüyor ve kulislerde kimi isimler telaffuz ediliyordu. Bu isimler arasında Tony Scott ( Top Gun, True Romance ), Matt Reeves ( Cloverfield ), Zack Snyder ( 300, Watchmen ), Jonathan Liebesman ( The Killing Room ) gibi iddialı sayılabilecek yönetmenler var. Bunlara şimdi bir de Darren Aronofsky eklendi. Gerçi Aronofsky yıllar önce Batman'i çekmek üzere anlaşmış ama sonra izleyici kitlesinden gelen baskı ve eleştirilerin de etkisiyle vazgeçmişti. Yine aynı şey olabilir mi diye soruyor insan kendine. Yalnız bu sefer yapımcı olarak Christopher Nolan'ın adı geçiyor ve Nolan şu sıralar Hollywood'daki en sıcak isim. Yani Aronofsky bu fırsatı kaçırmamak adına projeye evet diyebilir. Ama o olmazsa, yukarıdaki isimlerden Matt Reeves'i tercih ederim.

27.09.2010

Klasik Afiş


Luc Besson'un ilk uzun metrajlı filmi Le Dernier Combat'nın afişi var bugün menüde. Daha önceki "klasik" afişler kadar "eski" değil belki ama görmezden gelinemeyecek kadar güzel. Değil mi?

En "Bal"lı yıl



Nasıl ama, ben de gazeteler gibi kelime oyunlu manşet attım.. Şaka bir yana hakikaten 2010 Bal'ın yılı oldu. Önce ayılar bal sever misali, Berlin'de Altın Ayı ödülünü aldı Semih Kaplanoğlu'nun filmi, şimdi de Altın Koza'yı. Arada Oscar'a da aday adayı oldu. Daha ne olsun? Gerçi Altın Ayı almış bir filmin başka yarışmalara girmesi benibiraz rahatsız etmedi değil, ama yönetmeni ( hem de yapımcı kendisi ) takdiridir. Tabii Altın Koza'yı alınca yönetmelik gereği Altın Portakal'a girmemesi gerekir, ki yanılmıyorsam yarışmadan çekildi Bal. Bu arada Atilla Dorsay'ın Oscar seçimi konusunda bazı itirazları var ki, dikkate değer. Dorsay hem jürideki isimleri tartışmaya açmış, hem de adaylık için belirlenen film sayısının sadece 8 olmasını. Bu sayı bir yıllık sinema üretimimizin sadece % 10'unu karşılıyor gerçekten de. Ama Dorsay buradan hareketle aslında Oscar seçimlerindeki ilkesizlikten dem vuruyor ve bunun acilen düzeltilmesi gerektiğini söylüyor. Dorsay'ın yazısını merak edenler buraya başvurabilirler.

23.09.2010

Polanski'nin kadrosu hiç fena değil



Son filmi The Ghost Writer'ı umduğumdan iyi buldum doğrusu. İlginç bir adam Roman Polanski vesselam. Kimi filmleri 10 numara ( Rosemary's Mary ve öncesindekiler örneğin ), kimi filmleri ise pek manasız ( bkz. The Ninth Gate ). Ama benim favorim Chinatown olsa gerek. Yine de 55 yıllık kariyerini genel olarak ele alırsak artıları eksilerinden çok daha fazladır doğrusu. İşin kriminal yönüne hiç girmeyeceğim. Onu yeri gelirse tartışırız elbette. Bir yıla yakın bir süre İsviçre'de ev hapsinde kaldıktan sonra serbest kalan Polanski yeni filminin çekimlerine hazırlanıyor şu sıralar. Toparladığı oyuncu kadrosu da bir hayli iştah kabartıcı hani. Yasmina Reza'nın Tony ödüllü oyunu God of Carnage'ı beyazperdeye uyarlayacak olan yönetmen Oscar ödüllü 3 oyuncuyla, Jodie Foster, Kate Winslet ve Christoph Waltz ile anlaşmış. Bu isimlere bir de Matt Dillon'ı ekleyin ve dört dörtlük bir oyuncu kadronuz olsun.

Bu filmi daha çok izleriz



Komik olmuş ama, itiraf edin.. Örgüt Çaylı'dan...

Günün Afişi



Orijinal filmi ne kadar çok sevdiğimi daha önce defalarca söyledim, yazdım. Hollywood versiyonuna ise şüpheyle, temkinli yaklaşıyorum. Yine de filmle ilgili iyi şeyler duydum. Matt Reeves'in Cloverfield'ını da beğenmiştim bu arada. Yani belki de gerçekten iyi bir uyarlama izleyeceğiz. Öte yandan yukarıdaki afiş Olly Moss tasarımı ve hiç fena değil. Let Me In, merak içindeyim doğrusu.

22.09.2010

L'Illusioniste FilmEkimi'nde



Galiba en hoş sürpriz bu oldu benim için. Sylvain Chomet'nin çizgilerine bayılıyorum gerçekten de. Belleville'de Randevu hala en sevdiğim animasyonlardan biri. Jacques Tati'nin bir senaryosundan hareketle çekilen ve merkezinde de yine Tati'nin olduğu ( tabii ki çizgi Tati ) L'Illusioniste bu yılki programın kaçırılmaması gereken filmlerinden. Ayrıca yakın bir zaman önce izleme fırsatı bulduğum Herzog imzalı My Son My Son What Have You Done adlı film de ilgiye değer doğrusu. Öte yandan New York I Love You adlı filmden hiç hazzetmediğimi de belirteyim. Maalesef amaçlanan ( bunun ne olduğu da tartışılr elbette ) olmamış gibi geldi bana. Yine de Uğur Yücel'i New York sokaklarında görmek istiyorsanız izleyin. Başka neleri görelim diyenlerdenseniz, bir önceki maddeye ( aşağıya ) bakabilirsiniz.

21.09.2010

FilmEkimi'ne doğru



Ara sıcak festivalimiz FilmEkimi pek yakında bizlerle olacak. Program bu akşam açıklanıyor ama facebook'taki gizli (!) bir kaynak bazı ipuçlarını sızdırmış bile. Somewhere'in gösterileceği zaten belliydi ve diğer filmleri de tahmin etmek çok zor değil ama olsun.. İşte festival programından bazı filmler: Cannes'ın Altın Palmiyeli filmi Uncle Bonmee, Ken Loach'un son filmi Route Irish, başrolünü P. Seymour Hoffman'ın oynadığı Jack Goes Boating, Cannes'dan ödüllü, Mathieu Amalric filmi Tournee, Ben Affleck'in çok ses getiren filmi The Town, yine Cannes'da gösterilen Greg Araki imzalı Kaboom ve bu yıl kendisine bir onur Oscar'ı takdim edilecek olan Jean Luc Godard'ın son filmi Film Socialisme. Açıkçası bu listeye Biutiful ( Inarritu ), Another Year ( Mike Leigh ), Outrage ( Kitano ) ve Woody Allen'ın son filmi ( vizyonu ertelendi gerçi ) You Will Meet A Tall Dark Stranger da eklenirse şaşırmam. Tabii The King's Speech, Black Swan, Balada triste de trompeta gibi filmler de olsa hiç fena olmazmış. Bakalım, bu akşam göreceğiz.

20.09.2010

Toronto'nun kralı The King's Speech



Toronto Film Festivali sona erdi ve festivalin en önemli ödülünü de The King's Speech adlı film aldı. Jürisi olmayan ender festivallerden olan Toronto'da oyları izleyiciler veriyor. Başrollerini Colin Firth, Geoffrey Rush ve Helena Bonham Carter gibi önemli oyuncuların üstlendiği The King's Speech bu yıl en çok oyu alan film olduğu için Toronto'nun kralı ünvanını aldı benden. Filmin yönetmeniyse futbol üzerine izlediğim en iyi filmlerden biri olan The Damned United'ın da yönetmeni Tom Hooper.

19.09.2010

Godard ve telif hakları meselesi



Bu haberi biraz geç gördüm, kusura bakmayın. Yine de tartışılan meselenin önemli olduğuna inandığım için atlamamak gerektiğini düşünüyorum. Yeni Dalga yönetmenleri ( ki Chabrol'un da gidiyişle bir hayli azaldılar ) arasında özel bir yeri olan Jean Luc Godard bir sanal korsana 1000 Euro bağışta bulunmuş ve entelektüel fikir hakları diye bir şey olmadığını, en azından kabul etmediğini söylemiş. Ünlü bir laf vardır: Copyright değil Copyleft vardır diye. Ben de aslına bakarsanız buna katılıyorum. Hem Godard'ın savunduğu açıyı doğru bulduğum için ( yani sanat üretiminin herkesçe paylaşılabilmesi gerekliliği anlamında ) hem de fikir hakları meselesinde sanatçıdan çok yayıncı-dağıtımcı-yapımcı gibi yaratıcı manada ikincil derecede kişi ve kişilerin daha çok fayda elde ettiğine inandığım için. Bu tartışma herhalde kolay kolay bitmeyecek, ama benim tarafım budur.

17.09.2010

Son durum: Contagion



Steven Soderbergh cephesinde işler karışık. Daha önceleri Knockout adıyla anılan ama şimdi Haywire olarak bilinen son Soderbergh filmi 2011'in Ocak ayında vizyona çıkacaktı. Ancak durum değişti. Filmin dağıtımcısı değişince vizyon tarihi de ertelenmiş oldu. Şimdi görünen o ki, ancak Mart, Nisan aylarında gösterime çıkacak Haywire. Öte yandan Soderbergh'in bir sonraki filmi Contagion'ın oyuncu kadrosunda da gelişmeler var. Filmin daha önce duyurulan ve Matt Damon, Marion Cotillard, Kate Winslet, Laurence Fishburne, Gwyneth Paltrow ve Jude Law gibi isimlerden oluşan güçlü kadrosuna şimdi de Bryan Cranston, Demetri Martin, Jennifer Ehle ve Elliot Gould da katılıyor. Bu isimlerden özellikle Cranston ( Breaking Bad ) ve Gould takdir ettiğim oyunculardır. Contagion gitgide daha da ilginç bir proje olma yolunda ilerliyor doğrusu.

"Evet, herşey bir oyundu"



Başlıktaki sözler Casey Affleck'e ait. Söz konusu "oyun" ise Joaquin Phoenix'in sinemayı bırakıp hip-hop müzisyeni olmaya karar verişi. Tüm bu süreci bir belgesel filme dönüştüren Phoenix ve Casey Affleck geçen hafta sona eren Venedik Film Festivali'nde I'm Still Here adlı bu belgeseli görücüye çıkardılar. Festival sırasında kendisiyle yapılan röportajlarda belgeselin tamamen gerçek olduğunu iddia eden Affleck nihayet pes etti ve New York Times'a herşeyi itiraf ederek tüm olayın bir oyun olduğunu açıkladı. Hatta Phoenix'in "hayatının performansını" sunduğunu söyledi. Yani Phoenix'ten bir rap albümü bekliyorduysanız, hiç heveslenmeyin.

Borat oldu Freddy



Sacha Baron Cohen ( nam-ı diğer Borat ) hakkındaki görüşlerimi daha önce defalarca söyledim, bir daha söyleyeyim, bence piyasadaki en iyi komedyenlerden biri. Gerçi son filmi Brüno'yu, örneğin Borat'a nazaran, çok zayıf bulduğumu söylemeliyim. Yine de hem çok zeki bir komedyen hem de çok iyi bir oyuncu bence. Gelelim bugünkü konumuza. Brian May'in BBC'ye doğruladığı bir habere göre Cohen çok yakında karşımıza Queen grubunun solisti Freddy Mercury olarak çıkacak. Çekimlerine gelecek yıl başlanacak olan, adı henüz belli olmayan filmin senaryosunu Peter Morgan kaleme alıyor. Frost/Nixon'ın senaristi olan Morgan bu film için iyi bir seçim gibi geldi bana. Film Mercury'nin tüm hayatını değil, ağırlıklı olarak Live Aid ( 1985 ) zamanı sırasında yaşadıklarını anlatacak. Bu arada hatırlatayım, Sacha Baron Cohen'i daha önce Hugo Cabret'de izleyeceğiz.

16.09.2010

Günün Afişi



Afişin üzerindeki övgülere bakılırsa muhteşem bir film olması lazım ama yine de ihtiyatla yaklaşmakta yarar var. İngiliz gangster filmlerinin bazıları çok iyidir, doğruya doğru. Mesela The Long Good Friday ya da Get Carter. Gerçi Guy Ritchie işi biraz sulandırdı ama olsun. Down Terrace iyi çıkabilir yani. Beklemek lazım.

14.09.2010

Beyazperdede yeni bir Elmore Leonard



Sevdiğim yazarlardan Elmore Leonard sinemaya da en sık uyarlanan isimlerden. İşin güzel yanı bu uyarlamaların hiç de azımsanmayacak kısmı iyi sonuçlar verdi. Bakınız Out Of Sight. Ya da Jackie Brown. Hatta Get Shorty. Ve tabii ki her iki uyarlamasıyla da 3:10 To Yuma. Yine bir Elmore Leonard uyarlaması olan TV dizisi Justified da hiç fena değil doğrusu. Biraz önce öğrendiğime göre yeni bir Leonard uyarlaması geliyormuş. Yazarın 1988 tarihli romanı Freaky Deaky ( okumadığım bir romanı ) yönetmen Charles Matthau tarafından filme aktarılacak. Filmde oynayacağı belli olan tek isim de William H. Macy. Ünlü oyuncu Walter Matthau'nun oğlu olan Charles Matthau'nun ( adını Charles Chaplin'den almış ) herhangi bir filmini izlemedim doğrusu ama William H. Macy'yi severim. Romanı da merak ettim doğrusu, hemen bulup okumak niyetindeyim.

Pacino, De Niro, Pesci ve Scorsese



Başlıktaki isimlerin hepsinin bir arada olduğu bir film ben hatırlamıyorum. İkisi ya da üçü ( farklı kombinasyonlarda hem de ) çok bir araya geldi ama 4'ü birden ilk kez olacak. Tabii herşey yolunda giderse. hatırlayacklar olacaktır, Scorsese ve De Niro bir süredir mafya tetikçisi Frank Sheeran'in gerçek hayat öyküsünü anlatan I Heard You Paint Houses adlı kitabı senaryolaştırmaya çalışıyorlardı. Sheeran'in 2. Dünya Savaşı yıllarında başlayan hikayesi ilginç gerçekten ve Kennedy suikastine kadar giden kolları var. Herneyse, The Irishman adını alacak filmin senaryosu bir hayli ilerlemiş durumda ve şimdi de Al Pacino ile Joe Pesci'nin filmde oynayabileceğine dair haberler gelmeye başladı. Scorsese şu sıralar son filmi Hugo Cabret'yi çekmekle meşgul. Ama o bittikten sonra son sürat The Irishman'e başlayabilir. Tabii tüm bu program, oyuncularla anlaşma sağlandığı anda geçerli olacak. Ne dersiniz "rüya takım" toplanabilir mi acaba?

13.09.2010

Klasik Afiş



Ustaya bir kez daha saygılar..

Tarantino taraf mı tuttu?



Analaşılan bu konuda kimi şüpheler var. Hollywood Reporter'ın haberine göre Venedik Film Festivali'nde jüri başkanlığı yapan Quentin Tarantino hakkında şaibeler olduğu söyleniyormuş. İddialara göre festivalin önemli ödüllerinin büyük çoğunluğu tarantino ile kişisel bağları olan isimlere verilmiş. Bu isimlerin başında da Tarantino'nun eski sevgilisi Sofia Coppola var elbette. Yarışmada iki ödül ( En İyi Yönetmen ve Senaryo ) alan Alex de la Iglesia ise Tarntino'nun yakın arkadaşı. Yaşam Boyu Başarı ödülüyle onurlandırılan Monte Hellman'ın Tarantino'nun en sevdiği sinemacılardan biri olduğu ise herkesçe biliniyor. Onun için "my mentor" ( hocam, üstadım ) diyor hatta Tarantino. Bu arada, İtalya'nın en büyük gazetelerinden Corriere Della Sera'nın film eleştirmeni Paolo Mereghetti "Somewhere" ve "Road To Nowhere"in ( Hellman ) kendi özgü hoşlukları olan filmler olduklarını ama ötesine geçemediklerini yazdı. Mesele büyüdü anlayacağınız. Festival bu konuda resmi bir açıklama yapmazken Tarantino Coppola'nın filmini oybirliği ile seçtiklerini ve jürinin diğer üyeleriyle herhangi bir yakınlığı olmadığını söyledi. Alex de le Iglesia'nın filminin de ( Balada triste de trompeta ) yarışmadaki en iyi yönetmenlik becerisine sahip olduğunu söylemiş. Taraf tutmak konusundaysa Monte Hellman'ın yıllar önce ona söylediği bir şeyi aktarmış. Demiş ki Tarantino, "1992 yılında Reservoir Dogs ile Sundance'deydim. Jüride de yakın bir arkadaşım vardı. O zaman Monte Hellman bana jüride bir tanıdığının olması başına gelebilecek en kötü şeydir çünkü senin için oy vermeye utanırlar demişti. Ama ben bu durumun kararlarımı etkilemesine izin veremezdim." Tam da bu noktada aklıma gelen şu oldu elbette: birileri de kalkıp Fatih Akın da kendi soydaşının tarafını tuttu demez inşallah.

12.09.2010

Claude Chabrol 1930 - 2010


Bundan 2,5 ay kadar önce İngiltere Amazon'dan güzel bir Chabrol kutusu sipariş ettim. Kutuda Chabrol'un en iyi filmlerinin bazılarını da içeren ( genellikle erken dönem filmlerinden söz ediyorum ) 8 DVD vardı. Biraz da tutumluluk olsun diye Fazi'nin İngiltere'de yaşayan kuzeninin adresine yollattım filmleri. Nasılsa bir-iki hafta içinde İstanbul'a gelecekler ve ben de kutuma kavuşmuş olacaktım. Ama işler hiç de hesap ettiğim gibi gitmedi. Fazi'nin kuzeni Nilüfer filmleri getirdi ama iki buluşmamızda da otelde unuttuğu için bir türlü veremedi. Son görüştüğümüzde ertesi gün erkenden güneye doğru yola çıkacaklardı ve tek makul çözüm de sabah otelden çıkarken kutuyu resepsiyona bırakmasıydı. Ne yazık ki yine unuttu ve yanında filmlerle birlikte önce Adana'ya, ardından Mersin'e gitti. Ama bir hafta sonra erkek kardeşi Hakkı ABD'ye uçacaktı ve filmleri ona vermeye karar verdi. Böylece o havaalanında teyzesiyle buluştuğunda kutuyu ona teslim edecek, biz de bir ara ona gidip alacaktık. Fakat, aktarma sırasında yaşanan bir rötar yüzünden Hakkı bir türlü havaalnından çıkmadı ve filmler ABD'ye uçtu. Hala da orada. Bütün bunlar olurken Chabrol hayatını kaybetti, iyi mi?

Yukarıdaki tuhaf hikaye çok da anlamlı gelmemiş olabilir size. Ama ben son 2 aydır Chabrol kutumun hayaliyle yaşıyordum ve bu yüzden de ölüm haberi nedense olması gerekenden daha çarpıcı geldi sanki. İşin aslı Chabrol bana Fransız Yeni Dalga yönetmenlerinin en önemlisi gibi gelmiştir hep. Önemli demeyeyim de hadi, gizemli diyeyim. Bu niteliğin ne kadar mühim olduğunun altını çizerek elbette. Tabii bunu filmlerinden hareketle söylüyorum. 50 civarında filminini hepsini izlemedim tabii ve son dönem filmlerinden de açıkçası en çok La Ceremonie'yi sevmiştim. Asıl filmlerini 50'li, 60'lı yıllarda çekmişti bence. Godard ya da Truffaut gibi tıpkı. Ama onun diğerlerinden farkı anlattıklarını biraz daha tür sinemasına yakın bir tarzda anlatırdı ve ben de en çok bunu seviyordum galiba. Filmlerinde önemli bir yer tutan temalardan "sınıf çatışması"nın en çok gerilime yakıştığını düşünüyordu bence. Ve haklıydı da. Son filmi Bellamy'yi henüz izleyemedim ve merak ediyorum doğrusu. İkiye Bölünen Kız'ı çok sevmemiştim oysa. herneyse, fazla lakırdının manası yok, Chabrol da gitti işte. 80 yaşındaydı.

"Çoğunluk" Venedik'ten ödülle döndü!


Asıl güzel haberi sonraya bıraktım gördüğünüz gibi. Seren Yüce'nin filmi Çoğunluk, jüri başkanlığını Fatih Akın'ın üstlendiği Luigi De Laurentiis Ödülü'nü aldı. Bu ödül genç sinemacılara veriliyor ve "geleceğin Altın Aslan'ı" olarak adlandırılıyor. Ödülün yanısıra bir de 100bin dolarlık bir armağan var, ki bu da genç yönetmen ve yapımcıyı teşvik için verilen bir para.Seren Yüce'yi ve filme emeği geçen herekesi tebrik ediyorum.

Altın Aslan Sofia Coppola'nın


67. Venedik Film Festivali dün gece yapılan ödül töreniyle sona erdi. Sinema dünyasının en köklü ödülü olan Altın Aslan'ı Sofia Coppola'nın Somewhere adlı filmi aldı. Filmlerini Virgin Suicides'dan beri ( ki en sevdiğim filmidir muhtemelen, ya da Lost In Translation ) severek takip ettiğim Sofia Coppola, henüz izlemediğim bu filminde de harikalar yaratmış anlaşılan. Başkanlığını Tarantino'nun yaptığı Jüri En İyi Yönetmen için verilen Gümüş Aslan'ı da Balada Triste De Trompeta adlı korku filminin yönetmeni İspanyol sinemacı Alex de la Iglesia'ya vermiş. Neyse ki Cannes'da bir süredir uygulanan "aynı filme iki ödül yok" kuralı burada geçerli değil. Alex de la Iglesia bu sayede En İyi Senaryo Ödülü'nü de almış. Coppa Volpi'lere gelince. En İyi Erkek Oyuncu, Jerzy Skolimowski'nin son filmi Essential Killing'de canlandırdığı Amerikalı Taliban üyesi rolüyle Vincent Gallo'nun oldu. En İyi Kadın Oyuncu ise Yunan filmi Attenberg ile Ariane Labed'e verildi. Bu arad hemen belirteyim, geçtiğimiz yıl İstanbul'a da gelen Skolimowski ayrıca Jüri Özel Ödülü'nü de aldı. Aronofsky'nin çok ses getiren filmine ( Black Swan ) ise tek ödül geldi: Mila Kunis filmdeki rolüyle En İyi Genç Oyuncu ödülü olan Marcello Mastroianni Ödülü'nü aldı. Benim merakla beklediğim tek isimse Monte Hellman'dı ve ona da Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilmiş, ki Tarantino'dan daha azını beklemezdim doğrusu.

8.09.2010

Scorsese'den Elia Kazan belgeseli



Aslına bakarsanız Martin Scorsese daha çok müzik odaklı belgeseller çekiyor ve çok da iyi yapıyor. Ancak bu kez durum farklı. PBS'in American Masters serisi için gösterim haklarını satın aldığı A Letter To Elia adlı belgesel Hollywood tarihinin en ünlü filmlerinden bazılarını yönetmiş Elia Kazan hakkında bir film. İlk gösterimini Venedik Film Festivali'nde yapan belgeselin ortak yönetmeniyse Kent Jones. Bildiğiniz gibi Elia Kazan yıllar önce Anadolu'dan ABD'ye göçmüş Rum asıllı bir vatandaşımız ve biz Türklerin de kendini bir şekilde yakın hissettiği bir sinemacı. Bu anlamda Scorsese'nin belgeselini birkaç sebepten dolayı izlemek istiyorum. Birincisi tabii ki Kazan'ın Türkiye ile olan ilişkisini nasıl ele almış onu merak ediyorum. İkincisi, Hollywood'da Kazan'ın bir dönem gammazladığı için kara listeye alınan kişileri hatırlayarak, ünlü yönetmenin siyasi duruşunu nasıl işlemiş onu da görmek istiyorum. Bir de son olarak tabii ki filmleriyle ilgili bölümleri, kamera arkasında yaşananları ( tabii bunlar Scorsese'nin filmine dahilse ) fena halde merak ediyorum. Festival yöneticilerine şimdiden duyuralım da kaçırmasınlar.

Clint Eastwood'u böyle görmek ister miydiniz?



Tabii artık çok geç ama hem Superman hem de James Bond rollerini Clint Eastwood'un canlandırma ihtimali bir zamanlar o kadar da akılalmaz değilmiş. Son filmi Hereafter'ın tanıtımı için yaptığı röportajlardan birinde Clint Eastwood kariyerinin ilk dönemlerinde her iki rolün de kendisine önerildiğini ama bu teklifleri reddettiğini söylemiş. Reddetme sebebi de "daha gerçeköi" karakterler oynamak istemesiymiş. Diyor ki: "Çok uzun yıllar önce, Superman'i ilk çekmek istedikleri dönemde, Warner Bros'un Başkanı Frank Wells bana başrolü teklif etti ama istemedim. Filmi beğenmediğimden değil de, bence Superman ben olamam, bir başkası olmalı diye düşündüm." Keza James Bond meselesinde de benzer bir durum yaşanmış. "Sean Connery rolü bıraktıktan sonra bana teklif ettiler James Bond'u. Ama bana pek doğru gelmedi, o Sean'ın işi dedim ve geri çevirdim." Doğrusu Superman değil ama Clint Eastwood'un oynayacağı bir 007 ilginç olabilirmiş. Tabii artık hayal. Bu arada hemen hatırlatalım, başrollerini Matt Damon ve Bryce Dallas Howard'ın paylaştığı Hereafter 22 Ekim'de vizyona çıkacak.

7.09.2010

Klasik Afiş



Fazla söze gerek yok herhalde. Filmin Fransa gösterimi için hazırlanan afişi görüyorsunuz yukarıda.

Son durum: Don Quixote



Terry Gilliam'ın lanetli filmi The Man Who Killed Don Quixote ile ilgili her gelişmeyi yakından takip ediyorum bildiğiniz gibi. En son filmin çekileceğine dair haberler geldiğinde bunu hemen sizinle paylaşmıştım. Gilliam bu konudaki umudunu hiçbir zaman tam olarak yitirmedi ve sürekli olarak bu projeye dönmek için fırsat bekledi. Tam da iyi haberler gelir gibi olmuştu ama şimdi yine kötü bir haberle karşı karşıyayız. Variety'ye konuşan Gilliam filmin 6 ay kadar önce finansal anlamda çöktüğünü açıkladı. Ama merak etmeyin, Don Quixote değirmenlerle savaşmaya devam ediyor. Yani Gilliam hala vazgeçmiş değil. Robert Duvall'ib Don Quixote'yi oynayacağını söyleyen Gilliam, Ewan McGregor'un da kadroda olduğunu ekliyor ve "bir yerlerden para bulmaya çalışıyoruz" diyor. Bu arada Time Bandits'i de 3 boyutlu olarak yeniden gösterime çıkarmak gibi bir de hayali varmış, bilmem ilginizi çeker mi?

George Clooney gişenin zirvesinde



Aslına bakarsanız bu beni bile şaşırttı. Yani George Clooney'nin gişe potansiyelinin çok yüksek olduğunu biliyor ve kabul ediyorum ama The American bana hiç de bu kadar izleyici toplayacak bir film izlenimi vermemişti. Oysa ilk 3 günde 20 milyon dolara yakın hasılat toplamış film. Herşeye rağmen düşüncem şudur, ilk bir iki hafta sonunda izleyici sayısı dramatik anlamda düşecek. Yanlış anlamayın sakın, Anton Corbijn'in filmi bir hayli güzel. Ben çok beğendim ama George Clooney'yi Ocean's 11 gibi filmlerde izleyip sevenler için The American biraz ağır ( tempo anlamında ) gelebilir. Öte yandan Corbijn'in minimum diyalog kullandığı ve her karesine özenip bezendiği filminini görüntüleri gerçekten etkileyici. Akla Antonioni'yi getiriyor hatta. O kadar.

3.09.2010

Back To The Future şimdi oyun oldu



Zamanı gemişti doğrusu. Back To The Future'ın 25. yıldönümü şerefine piyasaya çıkarılan oyunun hangi oyun konsollarında oynanacağı henüz açıklanmadı ama tahminen Playstation ve XBox kullanıcılarını üzmeyecek bir ayarlama yapılacaktır. Tabii PC versiyonu da hemen hemen garanti gibi. Yukarıdaki fotoğraftan da anlaşılacağı gibi oyundaki karakterler filmdeki karakterlerin benzerleri olacak ve hatta Doc Brown rolünü Christopher Lloyd seslendirecek. Back To The Future üçlemesinin BluRay versiyonunun da piyasaya çıkacağı sıralarda çıkacak olan oyun 5 ay içinde parti parti piyasaya sürülecek. Daha detaylı bilgi için buraya bir bakıverin bence.

1.09.2010

The Arcade Fire ve Spike Jonze işbirliği



The Arcade Fire son yılların en iyi gruplarından biri. Funeral olsun, Neon Bible olsun çok sağlam albümler bence. Ne yazık ki henüz yeni albümleri The Suburbs'ü dinlemeye fırsat bulamadım. Keşke birileri İstanbul'a getirebilse de canlı canlı izleyebilsek kendilerini. The Arcade Fire'ı yakından takip edenler bilir ki, entelektüel tiplerden oluşan grup sadece müzikle yetinmez ve başka alanlarda da ilginç ürünler verir. Spike Jonze ile giriştikleri film projesi de grubun farklı alanlrda yaptığı işlerden biri. Bundan birkaç ay önce Jonze'nin ne olduğu bilinmeyen gizli bir film projesine kalkıştığı duyulmuştu. İşte o projenin, The Arcade Fire ile birlikte çekecekleri bilim-kurgu temalı bir kısa film olduğu anlaşıldı. Win Butler şöyle demiş film için: "Biz Spike'a albümden bazı parçaları çaldık, o da gözünün önüne gelen ilk görüntüleri çekti. Onun aklına gelenlerle benim çocukken çekmeyi düşündüğüm bir bilim kurgu filminini duygusu birbirine çok yakındı. Kardeşim, ben ve Spike oturup senaryoyu yazdık, sonra da hep beraber çektik. Çok eğlenceli, tamamen amatör bir iş oldu." Grupla ilgili bir başka ilginç haber de ünlü sinemacı Terry Gilliam'ın bir konserlerini çekip webcast şeklinde yayınlayacak oluşu. Gilliam'ın en sevdiği yönetmenlerden biri olduğunu ve Brazil'i defalarca izlediğini söyleyen Butler bu konser filmi konusunda da bir hayli heyecanlı. Öte yandan, grup interaktif bir internet projesini de hayata geçirmiş durumda. http://www.thewildernessdowntown.com/ adresine girip, kendi kısa filminizi çekebilirsiniz. Ben henüz muvaffak olamadım ( çünkü google chrome gerekiyor ) ama, çok ilginç göründüğünü söyleyebilirim.