31.05.2011

Michael Mann hangi filmi çekecek?


Bu soru herkes için çok anlamlı olmayabilir ama Michael Mann'a benim kadar önem atfeden biriyseniz durum değişir elbette. İşin doğrusu Manhunter, Heat, The Insider, Collateral ve Public Enemies gibi filmlerini diğer filmlerinden daha çok severim ve her yaptığını izlemeye gayret ederim ama tüm filmlerini de kayıtsız şartsız kalbime yazarım diyemem. Bu köşenin takipçileri iyi hatırlayacaktır, Mann yakın gelecekte HBO için çektiği Luck adlı diziyle izleyicisiyle buluşacak. Bir sonraki sinema filmiyse henüz netlik kazanmadı ama birkaç aday proje var bildiğim kadarıyla. Dünyaca ünlü savaş fotoğrafçısı Robert Capa'nın biyografisi Waiting For Robert Capa bu projelerden biri örneğin. Bir diğer muhtemel projeyse Go Like Hell adını taşıyor ve 1966 LeMans yarışını konu ediniyor. Bu yarış Ford ve Ferrari markalarının amansız rekabetinde bir dönüm noktası teşkil ediyor. Ford'un Ferrari'yi ilk kez geçtiği 1966 yarışı bir hayli heyecanlı geçebilir sanki. Keşke Steve McQueen hayatta, hatta 30'lu yaşlarında olsaydı. Hayal işte. Onun yokluğunda, hemen her role olduğu gibi bu filmin başrolüne de Brad Pitt'i yakıştırmış durumda Amerikan basını ama son karar ne olur bilemem tabii. Ayrıca Big Tuna, Gold ve Agincourt adlı üç proje daha var Mann'ın takviminde. Bakalım ilk hangisiyle başlayacak?

26.05.2011

Güzel İşler


Artık herkes The Big Lebowski takıntımı biliyor herhalde. Bu sayfalarda sık sık filme dair afiş ve görsel tasarımları yayımlıyorum ve yayımlamaya da devam edeceğim. Neden derseniz The Big Lebowski sadece benim için değil, sayıları azımsanmayacak bir kitle için de kült olmuş durumda. Yani sürekli yeni bir şeyler çıkıyor filmle ilgili. Jon Smith imzalı bu Ralph Steadman esinli çalışmalar da Nakatomi'nin web sitesinde görülebilir. Başka varyasyonları da var, o yüzden bir bakmanız sizin hayrınıza.





Günün Afişi


Bugünün afişi David O. Russell'ın geçtiğimiz sezon bir hayli gürültü koparan filmi The Fighter'a ait. Bu tasarım Silent Giants sitesinde yayınlandı ve 15 dolara satın alınabilir.

Günün Trailer'ı The Descendants


Alexander Payne'in yeni filmi The Descendants Aralık ayında vizyona çıkacak. Daha önceki filmlerinden Sideways'i seven, About Schmidt'e çok bayılmayan biri olarak bu yeni filme şüpheyle yaklaşıyor ama merakla bekliyorum. Başrolde George Clooney var. Trailer ortada, bakın, merak edin.

Kıyamet'in koptuğu sahne


Apocalypse Now ya da bizde oynadığı adıyla Kıyamet bana göre gelmiş geçmiş en iyi savaş filmidir. Sadece bana göre değil tabii, birçokları da aynı kanıyı paylaşıyor yanılmıyorsam. Şu günlerde filmin bizzat Coppola tarafından dijital olarak restore edilmiş bir kopyası dünyanın bir takım kentlerinde gösterimde. Keçke bize de gelse, ama bunlar hayal maalesef. Belki FilmEkimi ya da İstanbul Film Festivali bize bu mutluluğu yaşatır ( mesaj alındı mı acaba, sevgili Kerem A.?). Empire dergisi de filmin en önemli sahnesi olan helikopterlerin saldırısının ( bazı yerlerde Valkyries Ride olarak da anılır ) Coppola ve Dean Tavoularis tarafından çizilen storyboardlarını yayınlamış. Uzun uzun da hikaye etmişler ama ben yorumsuz vereceğim. Meraklısı araştırsın.





















Oscar'da elektronik oylama


Bu yılki süreci fazla etkilemeyecek belki ama ( zira törenin tarihi çoktan belirlendi ) 2013'ten itibaren ABD'deki ödül sezonu eskisinden çok daha kısa bir sürede sonlanabilir. Geçtiğimiz hafta Akademi üyelerine yollanan bir mektupta artık Oscar oylamalarının şahsi bir e-mail adresi üzerinden elektronik ortamda yapılacağı duyuruldu. Yeni sistem oylama sürecini çok daha kısaltacağı için normalde Ocak ayındaki Altın Küre ödülleriyle başlayan ödül sezonu kısalacak ve muhtemelen Oscar ödülleri Şubat sonu ya da Mart başında değil çok daha önce dağıtılacak. Bir anlamda iyi de olacak bana sorarsanız, zira 2-3 ay boyunca neredeyse her üç günde bir yeni bir ödül töreni haberi yapmaktan ve duymaktan sıkılmaya başlamıştım. Ben bilr sıkıldıysam sinemayla daha normal bir ilişki kuran izleyici haydi haydi sıkılmış demektir.

25.05.2011

Bir Zamanlar Cannes'da


Nuri Bilge Ceylan'ın Jüri Büyük Ödülü'nü aldığını öğrendiğimde Münih havalimanındaydım. Oysa Cannes'da, hatta mümkünse Festival Sarayı'nın büyük salonunda olmalıydım. Ama her şey istediğiniz gibi olmuyor işte. Yekta Kopan ve Gökhan Kalan ile birlikte Münih'teydim ve devasa havalimanının içinde bir yandan Lufthansa Service Center'ı arıyor, bir yandan da İstanbul'dan bana naklen ödül törenini anlatan eşimle telefonda konuşmaya çalışıyordum. Ama buna daha sonra döneceğim.

20 Mayıs Cuma, saat 12.30

Nice Havalimanından çıkıp, yanımıza bir de ilk kez Cannes'a gelen Erman Ata Uncu'yu alıp taksiyle Cannes'a doğru yola koyuluyoruz. En büyük derdimiz Bir Zamanlar Anadolu'da'nın saat 10'daki basın gösterimini kaçırmış olmamız ( çünkü herkes bilir ki, NBC filmi izlememiş gazetecilerle söyleşi yapmaz ) ama Erman sağolsun basın gösteriminin saatinin değiştiğini ve akşam 19.30'da filmi izleyebileceğimiz söylüyor. Moraller yeniden yüksek, artık Cannes'a hazırız. Hatta içimizden "seni yeneceğim ulan Cannes" diyenler bile olabilir, bilemiyorum.

Erman'ı oteline bırakıyor ve merkeze çok daha yakın olan kendi otelimize geçiyoruz. Odalar küçücük ( içerde sağdan sola dönmek bile eziyet bazı noktalarda, hatta Gökhan'ın kapısı yatağa dayandığı için tam açılmıyor ) ama olsun, zaten sadece uyumaya geleceğiz otele, gamsızız. Hemen eşyaları bırakıp Festival Sarayı'na doğru yola çıkıyoruz. Amaç, bir an önce "Badge"leri almak ve RTL ekibiyle buluşup canlı yayın için hazırlıklara girişmek.

Aç Parantez - Badge

Badge dediğimiz şey Cannes Film Festivali'nde nefes almak için şart olan yaka kartları aslında. Festival için kasabada bulunan herkesin ( turistler hariç elbette ) bir badge'ı var. Bu badge'ler renk renk ve her rengin de bir kapasitesi var. Örneğin yukarıda gördüğünüz pembe basın badge'i hemen hemen ortalama tüm basın mensuplarına verilen bir badge ve bu badge ile tüm basın gösterimlerine girmeniz mümkün. Ama örneğin bir efsane beyaz badge var ki, o renge sahip basın mensupları salona ilk alınanlar oluyor ve en iyi yerleri de onlar kapıyor. Beyazın ardından noktalı pembe dedikleri üzerinde içi dolu sarı bir dairenin bulunduğu badgeler geliyor. Ardından mavi ve sarı badgeler geliyor ki, eğer gösterim küçük bir salonda yapılıyorsa onlara yer kalması pek olası değil maalesef. Tabii sadece basının değil, yapımcıların, film ekibinin, markette film satmak ya da film almak üzere gezinen sektör üyelerinin, yani kısacası hemen herkesin bir badge'ı var ve festival sarayının etrafındaki onlarca güvenlik nıoktasının her birinde durup bu badge'ınızı göstermeniz gerekiyor. Yoksa turistten farkınız yok demektir. Son olarak şunu da belirteyim, galalara katılmak badge ile falan da olmuyor ona ancak özel davetiyelerle girebiliyorsunuz.



20 Mayıs Cuma, 14.00

Badge'lerimiz göğsümüzde, çantalarımız omzumuzda ( Gökhan'ınki kamera gerçi ) kendimizi çok sıcak olduğunu yeni yeni anladığımız Cannes sokaklarına atıyoruz. Yine de önce bir Türk standına uğrayalım, Ahmet Boyacıoğlu'na merhaba diyelim düşüncesiyle yandan çark edip Village International'e ( Uluslararası Köy ) geçiyoruz. Bu yılki standın geçen yıllara oranla daha küçük olduğunu tespit ediyoruz ama Boyacıoğlu ve ekibinin sıcaklığı, misafirperverliği baki. Türk standı Bir Zamanlar Anadolu'da ekibinin basınla ve diğer konuklarla bir araya geldiği ana mekan. Zaten kısa bir süre sonra ortam kalabalıklaşıyor, dostlarla muhabbetler başlıyor, biralar, rakılar içilmeye başlanıyor. Keyifliyiz doğrusu, ama gözlerimiz de saatte bir yandan, ne de olsa canlı yayınımız var.


 

Yerel saatle 4'e doğru canlı yayın aracının yanına gidip RTL'deki dostlarla hasret gideriyoruz biraz da. Sağolsunsunlar bizi o kadar seviyorlar ki, normalde 200 Euro ödenmesi gereken ikinci kamerayı bize bedava vermeyi teklif ediyorlar. Bir süre yayını nereden yapacağımız konusunda kararsızlık yaşasak da, festival sarayı'nı karşımıza alıp ( seyircinin görmeyeceği bir açıya aslında ), çimenlerin üzerindeki bir heykelin önünde konuşlanmaya karar veriyoruz. Yayına 10 - 15 dakika kala da konuklarımız ( ve onların yakınlarından oluşan minik bir izleyici topluluğu ) yanımıza geliyor ve yerlerini alıyor. Soldan sağa dizilen Yılmaz Erdoğan, Zeynep Özbatur, Ercan Kesal, Muhammet Uzuner, Ahmet Mümtaz Taylan ve Taner Birsel ile yaklaşık 20 dakika keyifli bir sohbet yapıyoruz. Sonra işimiz bitiyor. Sırada film izlemek var.

Yukarıda da bahsettiğim badge meselesi yüzünden ayrı düşsek de ( benim pembe, Yeka'nınsa nedense mavi badge'ı var ) Debussy salonunda yerimizi alıyor ve salonun kararmasını bekliyoruz. Gökhan'ın ne yazık ki yeşil renkli bir badge'ı var ve basın gösterimine girmesine imkan yok. Büyük salonda ( parter ve balkon rahat 1000 kişilik bir salondan söz ediyorum ) tek tük boş koltuk kalıyor ve ben parterde, Yekta balkonda, farklı köşelerde filmi izlemeye başlıyoruz. Yaklaşık 2,5 saat yalnız kalacağım ve uyku saatleri dışında ilk kez bu yalnızlığı yaşayacağım, ki bu da fena bir şey olmasa gerek. Tüm bunları geçirirken kafamdan, ışıklar sönüyor ve film başlıyor. İzleyenlerin aklında Anadolu'nun bozkırlarında ilerleyen üç arabanın görüntüsü daha baskın kalacaktır muhakkak ama aslında kirli bir camın ardındaki üç adamın ne dediklerini anlamadığımız sohbetiyle başlıyor Bir Zamanlar Anadolu'da.

20 Mayıs Cuma, saat 22.15

Festival sarayının merdivenlerinden inerken kafamız allak bullak. Çok güçlü bir film izlediğimizin farkındayız ve kendimize gelememiz bir hayli uzun sürecek, biliyoruz. Gökhan'la da buluşup Le Petit Lardon'da yemeğe oturuyoruz ve her birimiz farklı bir tabak ısmarladıktan sonra şarap eşliğinde Nuri Bilge Ceylan'ın dünyasına dalıyoruz. Daha doğrusu, çıkamadığımız dünyasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Gökhan biraz yabancı kalsa da ( hatırlayınız, filmi izlemedi henüz ) NBC'nin sinemasını yakından tanıdığı için sohbete hemen katılıyor ve yaklaşık bir saat boyunca hiç ara vermeden filmi konuşuyoruz. Yekta da, ben de çok beğenmişiz, hatta çok etkilenmişiz. Tüm oyuncular ayrı ayrı dahil oluyor sohbete, ayrı ayrı tartışılıyor tarafımızdan. Kafamız o kadar dağılmış ki, bir ara Yekta'yı arayan Zeynep Özbatur'a nezaketen olsun bir "elinize sağlık" demeyi akıl edemiyoruz. Gece akıp gidiyor üstümüzden.



21 Mayıs Cumartesi, saat 14.00

"Ne zaman başlıyoruz, ben sizi bekliyorum" diyor Nuri Bilge Ceylan. Biz de aslında onu bekliyoruz ama neyse ki her şeyi çoktan hazırlamışız. Türk standının arkasındaki sahile yerleştirdiğimiz iki puftan biri NBC, diğeri Yekta için. Yerlerini alıyorlar ve 20 dakikalık söyleşimiz başlıyor. İlginç şeyler söylüyor Nuri Bilge Ceylan, bir yandan eline aldığı çakıl taşıyla oynarken. "Sinemaya yabancılaşıyorum" diyor örneğin, "Cannes'a gelmeyi sevmiyorum ama bu işi yapıyorsanız mecbur kalıyorsunuz bir yerde" diyor sonra. Zor şeyler söylüyor vesselam ama çok da güzel bir söyleşi çıkıyor ortaya ( izlemek isteyenler buraya tıklayabilir ). Söyleşi sonunda cesaretimi toplayıp, Yekta'nın gıpta eden bakışları altında, yeni aldığım Moleskin film defterimin ilk sayfasını imzalaması için ona uzatıyorum. Kırmıyor beni ve hatta "bir de sevgiyle yazayım" diyerek imzasını basıveriyor.

Söyleşinin ardından bir süre daha Türk standında takılıp Le Monde, Variety ve Sight and Sound gibi yayınlarda çıkan eleştirileri tartışıyoruz. Özellikle Le Monde'da inanılmaz büyük övgüler var. Okuduğumuz her yorum filmin "muhteşem", "büyük", "olağanüstü" olduğunu pekiştiriyor ve moraller giderek yükseliyor. Benim kişisel tahminim Robert De Niro'nun bir şekilde Altın Palmiye'yi Terrence Malick'e vereceği ama BZA için de özel bir ödül oluşturlacağı yönünde. Herkeste bir matematik var artık. Kimis Lars Von Trier'nin yarışdışı kaldığını düşünüyor ( ki haksız değiller ) ama Melancholia'nın oyuncularının şanslı olduğunu kabul ediyor. Sean Penn, Jean Dujardin, Tilda Swinton ve Kirsten Dunst isimleri sık sık telaffuz edilirken "acaba BZA için de bir oyuncu ödülü gelmez mi?" sorusu akılları meşgul ediyor. Bense, ödül alan bir filmin başka bir ödül almayacağı kuralından hareketle ( son yıllarda yazılı olmayan böyle bir kural var gerçekten de ) BZA'ya bir oyuncu ödülü vermeyeceklerini, daha büyük bir ödül düşüneceklerini ileri sürüyorum. Çeşitli köşelerde dönen bu sohbet bir süre sonra akşamın heyecanına bırakıyor yerini. Gala için dakika saymaya başlıyor herkes.



21 Mayıs Cumartesi, saat 21.30

Majestic Otel. Festival Sarayı'na en yakın otellerden biri burası. Altın Palmiye için yarışan ekiplerin büyük kısmı burada kalıyor. Hatta kapıda sigara tüttürürken anlıyoruz ki, açılış ve kapanış töreninin sunucusu Melanie Laurent da burada kalıyor. Ekipteki tüm erkeklerin şık smokinler ( NBC hariç elbette, o yine takım elbise ve kravatla gelmiş ), tüm kadınların ise göz alıcı gece elbiseleriyle hazır bulunduğu Majestic'te sevgili Kerem Ayan'ın yönlendirmesiyle patlatılan şampanyalar elden ele gezerken biz ufak ufak dışarı çıkıyoruz ve kendimizi Festival Sarayı'nın içine doğru akan kalabalığın içinde buluyoruz. Gece aslında yeni başlıyor.



22 Mayıs Pazar, saat 12.00

Yekta'ya dönüyorum ve kısık bir sesle "arayan var mıymış?" diye soruyorum. "Bilmiyorum, aramadım artık Zeynep'i" diye yanıtlıyor beni. Haklı. Aranmaz. Ya telefon gelmediyse? Mesele şu; bu yıl ödül alan filmlerin basın temsilcileri festival yönetimi tarafından aranacak ve törene katılmalarının şart olduğu söylenecek. Hangi ödülün geleceğini söylemeyecekler ama filmin bir ödül kazandığı kesinleşmiş olacak. Bu telefon da saat 12 civarında gelecek. O yüzden 12'den itibaren herkeste inanılmaz bir gerginlik başlıyor. Saat 1'e doğru film ekibi de Türk standına geliyor ve gerilim iyiden iyiye yayılıyor. İşin üzücü yanı bizim az sonra yola çıkacak olmamız ve bırakın ödül törenini, gelecek o telefonun heyecanını bile yaşamayacak oluşumuz. Nitekim gelmeyen telefonun gölgesinde herkesle vedalaşıyor ve son yemeğimizi yemek üzere La Libera'ya gidiyoruz. Burası bizim favori mekanlarımızdan ve her geldiğimizde en az bir kez gittiğimiz bir lokanta. Yemeğin ardından otele doğru giderken Zeynep arıyor ve bekledikleri telefonun geldiğini söylüyor. Yekta'nın konuşmasından ağlamaya başladığını anlıyorum. Sadece o da değil üstelik, Türk standında herkes gözyaşlarına boğulmuş ve biz orada değiliz. Lanet okuya okuya önceden ayırttığımız taksiye binip Nice havalimanına gidiyoruz, aklımız Cannes'da kalarak.

23 Mayıs Pazartesi, saat 06.00

"Ne garip bir gündü" diye düşünüyorum, Münih Havalimanının 10-15 kilometre ötesindeki Sheraton Oteli'ndeki odam uyanmaya çalışırken. Bir Zamanlar Anadolu'da Cannes'da alınabilecek en önemli 2. ödülü aldı ve biz bunu telefonla öğrenebildik ancak. Üstelik Lufthansa hava muhalefeti yüzünden bizi Münih aktarmasına yetiştiremedi ve geceyi Almanya'da geçirmek zorunda kaldık. Şİmdi yeniden uçağa binip İstanbul'a döneceğiz ve muhtemelen hiç dinlenemeden acayip bir temponun içine düşeceğiz. Bir yanıyla müthiş bir rüya, bir yanıyla ciddi bir kabus gibi. Ödüle sevinirken, o heyecanı anında ve yerinde yaşayamamış, daha da beteri haberleştirememiş oluşumuza üzülüyoruz. Üstelik ne uğruna? Ne uğruna? Yaklaşık 24 saat süren bir yolculuğun ardından İstanbul'a ulaştığımızda bile bu sorunun cevabı gelmiyor aklıma.

Yekta'ya ve Gökhan'a ithaf olunur.

19.05.2011

Cannes çalkalanıyor


Lars Von Trier'nin dünkü saçma çıkışının yankıları sürüyor. Öncelikle şunu belirteyim ki, Melancholia izleyiciden tam not aldı. Filmle ilgili eleştiriler genel olarak çok iyi. Gerçi Guardian filme 2 yıldız vermiş ve her zaman olduğu gibi aslında izleyenler ikiye bölünmüş durumda ama Von Trier'yi sanatsal açıdan mahkum etmek hiç kolay değil. Öte yandan "Ben bir Nazi'yim" şeklindeki sözleri büyük tepki topladı Cannes'da ( ve her yerde ). Hatta birkaç saat sonra özür dilemesi bile kurtarmadı Von Trier'yi. Bugün Cannes Film Festivali İdare Meclisi ( ya da Yönetim Kurulu, hangisini beğenirseniz ) bir açıklama yayınlayarak Von Trier'yi "persona non grata" ( istenmeyen kişi ) ilan etti. Hem de "şu andan itibaren geçerlidir" ibaresiyle. Bu durumda Lars Von Trier'nin Cannes'ı terk mi etmesi gerekli, bilemiyorum. Ama bir süre önce Emir Kusturica'yı kovmaktan beter ettiğimiz günler aklıma gelmedi değil. Ne yazık ki, her ne kadar izlediğim en iyi filmlerden biri Europa olsa da, Von Trier'nin ruhsal sağlığının ne kadar sallantıda olduğunu biliyorum ve kendisine birçok konuda ben de çok kızıyorum. İzleyicinin duygularıyla bu kadar pervasızca oynaması hiç hoşuma gitmiyor örneğin. Son yıllarda sineması fazlasıyla istismara kaydı ve bu da beni alabildiğine soğuttu. Nazizm ve Hitler hakkındaki sözleriyse özellikle Avrupa'da asla yenir yutulur şeyle değil. Gerçi onu ciddiye almak ne kadar doğru, bilemiyorum ama Lars bana göre ipini kendi çekmiş durumda.

18.05.2011

Lars Von Trier yine herkesi şok etti


Zaten Lars Von Trier'nin en iyi bildiği şey de bu değil mi? Hayır, özür dilerim yanlış söyledim, hazret tabii ki en iyi sinemayı biliyor ama en sevdiği şey provoke etmek, şok etmek. Yine farklı olmadı ve Melancholia'nın Cannes'daki basın toplantısında Nazi olduğunu itiraf etti. Tam olarak şunları söyledi Von Trier: "Uzun yıllar bir Yahudi olarak yaşadım ve Yahudi kimliğimden memnundum. Ama sonra Susanne Bier ile tanıştım ve hiç memnun olmadım. Ama sonra bir Nazi olduğumu keşfettim. Ailem Almandı. Ve bu da bana bir çeşit zevk verdi. Ne diyebilirim ki? Hitler'i anlıyorum... ona biraz sempati bile duyuyorum." Bu kadarla da kalmadı Von Tirer ve devam etti. "2. Dünya Savaşı'nı övmüyorum ve Yahudilere de karşı değilim, Susanne Beir'e bile. Aslında onları çok seviyorum. Tüm Yahudileri. E, İsrail biraz baş belası tabii ama..." Bu sözler herkeste şaşkınlık yarattığı gibi filmin oyuncuları ( ki tam da Von Trier'nin iki yanında oturan ) Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg yönetmene bakakadılar. "Bu cümleden nasıl kurtulabilirim? Tamam, ben bir Nazi'yim" diyerek sözlerini tamamlayan Von Trier böylece bir kez daha adından uzun uzun söz ettirmeyi başarmış oldu.

Broadway'de bir rüya takım


Rüya takımdan kastım Woody Allen, Ethan Coen ve Elaine May. Bu üç isim sinema dünyasının önde gelen yaratıcıları arasında malum. Adı daha az bilindiği için kısaca hatırlatayım, Elaine May 2 kez Oscar'a aday gösterilmiş bir senaristtir ve Heaven Can Wait, Tootsie, Reds, The Birdcage ve Primary Colors gibi senaryoları yazmıştır. Ishtar adlı filmi de yönetmiştir, ki bu kariyerinde kara bir leke olsa gerektir. Uzatmayayım, Woody Allen, Ethan Coen ve Elaine May her biri tek perdelik 3 oyun yazacak ve ünlü oyuncu John Turtturo bunları Broadway'de sahneye koyacak. Üçü birlikte sahnelenecek bu oyunlardan Woody Allen'ınki Honeymoon Hotel adını taşıyor. Ethan Coen'in oyununun adı Talking Cure, Elaine May'inkiyse George Is Dead. Oyunlar sene sonuna doğru izleyiciyle buluşacak. Meraklısına duyrulur.

17.05.2011

Cannes Dedikoduları


Altın Palmiye yarışı bir yandan süredursun, Cannes'da asıl yarış gişe yapacak filmi bulmak için mücadele eden dağıtımcılar arasında yaşanıyor. Dünyanın en önemli film marketlerinden biri Cannes'da malum ve göğsünde "Buyer" yani satın alıcı yazan şahıslar büyük hürmet görüyorlar şu sıralarda. Geçtiğimiz birkaç yılın en popüler serilerinden birinin Millenium ( The Girl With The Dragon Tattoo ve diğerleri ) filmleri olduğu gerçeğinden hareketle tüm majör yapımcılar da Cannes'da bir sonraki Larsson'u aramaya başladılar. Tesadüf de bu ya (!) Norveçli yazar Jo Nesbo ve İsveçli polisiye kraliçeleri Lisa Marklund ve Camilla Lackberg de romanlarından uyarlanan filmleri tanıtmak için Cannes'da değiller miymiş? Aynen öyle. Yani tam da şu günlerde Cannes'da bir Kuzey Avrupa polisiyesi rüzgarı esiyor. Bakalım hangi yapımcı hangi yazarı bağlayacak ve önümüzdeki yıllarda kim öne fırlayacak?

16.05.2011

Kısa Kısa


Mike Newell çok yakında Charles Dickens'ın Great Expectations ( Büyük Umutlar ) adlı romanını beyazperedeye uyarlayacak. Daha önce de birkaç kez sinemaya uyarlanan filmde bu kez Helena Bonham Carter, Ralph Fiennes ve Jeremy Irvine gibi isimler rol alacak. 17 milyon dolarlık bütçesi olan filmin senaryosu ise David Nicholls imzalı.


Daha önce Number 9 Films'in How To Lose Friends & Alienate People, Sounds Like Teen Spirit ve Made in Dagenham gibi filmlerde yapımcı Stephen Wooley'nin asistanlığını yapan Joanna Laurie'nin yapımcılığını üstleneceği; Tony adlı filmiyle buralarda çok tanınmasa da İngiltere'de az çok ses getiren Gerard Johnson'ın ( yukarıdaki ) yöneteceği Hyena adlı bir film yakında motor diyecek. Normalde bu kadar önemsiz bir haberi size aktarmazdım belki ama Jean-Pierre Melville'in kara filmlerinden esinlenen polisiye filmde Londra'nın batısındaki Türk ve Arnavutluk mültecilerinin yaşadıkları konu ediliyor ve bu da nereden bakarsanız bakın bizim için merak uyandırıcı.


Julien Temple müzik belgesellerine devam ediyor. Daha önce, 2000 - 2010 arası The Filth and the Fury, Joe Strummer: The Future Is Unwritten ve Oil City Confidential ile punk üzerine çektiği filmlerle ses getiren Temple şimdi de kentler ve müzikleri üzerine bir seri belgesel çekecek. İlk film Rio üzerine ve adı da Children of the Revolution. Ardından Londra üzerine çekeceği This Is London gelecek ve sonrasında da adı henüz belli olmayan ama Tijuana'yı ele alacağı filme başlayacak. 1970'li yıllarda yakın arkadaş olduğu Sex Pistols grubuyla beraber gittiği Rio'yu unutamadığını söyleyen Temple projeyle ilgili heyecanlı görünüyor. Temple bir sonraki filmi, This Is LOndon'ı ise tam da Londra Olimpiyatları sırasında çekecek.


Gerçi birçok yerde çıktı ama ben de değinmeden geçmek istemiyorum. Şu sıralar Cannes'da bulunan Martin Scorsese ve Lars Von Trier birlikte bir film çekecek. Von Trier daha önce kendisi gibi Danimarlakı bir sinemacı olan Jorgen Leth ile birlikte çektiği Five Obstructions adlı filmi bu kez Scorsese ile birlikte çekecek. Hatırlanacağı gibi ilk film Jorgen Leth'in The Perfect Human adlı bir kısa filmini yeniden, hem de 5 kez çekmesini anlatıyordu. Yeni filmde Von Trier'nin Scorsese'ye hangi filmi ödev olarak vereceği ise henüz belli değil.

Neil Jordan'dan vampir filmi


Şu sıralar televizyonda gösterilen The Borgias ile bir hayli ses getiren Neil Jordan yakında bir vampir filmiyle gelecek. Byzantium adlı film vampir bir anneyle kızının öyküsünü anlatıyor. Kendi kızını da vampire dönüştüren ve onunla birlikte kızkardeş rolüne bürünüp kanlı maceralara yönelen anne rolünde Gemma Arterton olacak. Kızını ise Soarsie Ronan canlandırıyor. Moira Buffini'ninyazdığı senaryodan çekilne filmin adı sizin de ilginizi çekti herhalde ama açıkçası Byzantium'un İstanbul ile bir ilgisi var mı, henüz çözemedim doğrusu. Filmin çekimleri Ekim ayında başlayacak bu arada.

Günün Afişi


Bugün size Cannes'dan bir afiş seçtim: L'Apollonide - Souvenires de La Maison Close. Film aslında bugün jüri karşısına çıkacak ama yukarıda gördüğünüz afiş bile şimdiden bir hayli ses getirdi. Tabii filmi izleyenler belki de bu patırtının gereksiz olduğunu söyleyecekler ama bunu da henüz bilemiyoruz. Şİmdilik afişle idare edin.

12.05.2011

Cannes dedikoduları


Cannes Film Festivali başladı nihayet ve milletçe rahata erdik. Şaka bir yana dünyanın en önemli film marketlerinden birine de ev sahipliği yapan festivalde şimdiden alışveriş başladı. Festival bitene kaddar bazı filmler hakkında çok ciddi satış anlaşmaları yapılacak ve bazı yapımlar diğerlerinden daha fazla konuşulacak. Hatta şimdiden konuşulmaya başlandı bile. Cannes'da açılıştan bile önce ses getiren ilk film The Artist oldu. Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz The Artist son anda yarışmaya alınan yapımlardan. Başrollerini Jean Dujardin, Berenice Bejo, John Goodman, Penelope Ann Miller ve James Cromwell gibi isimlerin paylaştığı film Michel Hazanavicius tarafından yazıldı ve yönetildi. Filmin en ilginç özeeliğiyse sessiz olması. Yarışmada nasıl bir şansı olur bilemem ama gelen dedikodular Cannes'da bu yıl ilk satılan film olduğu yönünde. Söylenenler doğruysa The Weinstein Company filmin dağıtım hakalrını satın aldı bile. Ama yine de kesinleşmiş bir bilgi yok, zira Weinstein cephesinden doğrulama ( ya da yalanlama gelmedi ).

11.05.2011

Kısa Kısa


Bourne serisinin yeni halkası The Bourne Legacy için oyuncu seçmeleri devam ediyor. Matt Damon'dan boşalan yeri bu sefer Jeremy Renner'in dolduracağını ama Bourne değil de yeni bir karakteri canlandıracağını zaten biliyorduk. Şimdi de onun karşısında oynayacak kadın başrol için sağlam bir isim üzerinde durulduğu haberi geldi. Bu sağlam isim Oscar ödüllü oyuncu Rachel Weizs'tan başkası değil. Weizs şu sıralar Universal ile diyalog halinde. Bu arada güzel yıldız Bourne'dan önce Walt Disney'in Oz: The Great and Powerful adlı filminde oynayacak. Sam Raimi'nin çekeceği filmin yapımı yaz aylarında başlayacak; The Bourne Legacy ise sonbaharda.


Oyuncu kadrosunu oluştumaya çalışan bir başka film de Hunger Games. Jennifer Lawrence, Wes Bentley ve Stanley Tucci gibi isimlerden sonra filme yeni katılan son oyuncu da Woody Harrelson oldu. 23 Mart 2012'de gösterime gireceği ilan edilen filmde Harrelson'ın canlandıracağı rol Haymitch Abernathy olacak.


80'li yıllarda Arnold Schwarzenegger'in canlandırdığı Conan'ın yeni uyarlaması Ağustos ayında gösterime girecek. Yukarıda filme ait son afiş çalışmasını görüyorsunuz. Meraklısına...

Heyecan dorukta!



64. Cannes Film Festivali bugün başlıyor. Heyecan dorukta demem o yüzden. Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da adlı filmi de 21 Mayıs gecesi, yarışmanın son filmi olarak izleyici karşısına çıkacak. 2008 yılında Fransız filmi Entre Les Murs de son film olarak gösterilmiş ve sürpriz bir şekilde Altın Palmiye'yi almıştı. Sürpriz diyorum zira son gösterilen filmin yarattığı yankı diğerlerinden daha az olur. Festivalin ortalarında gösterilen iyi bir film son güne dek konuşulur da, sonlarda gösterilen filmlerin konuşulma süresi çok daha az olur. Beklentiler de buna göre şekillenir biraz. Yine de bunlar jüriyi etkilemiyor elbette. Bakalım De Niro başkanlığındaki jüri nasıl bir karar verecek?

10.05.2011

Günün Afişi


Nuri Bilge Ceylan'ın afişleri her zaman birinci sınıf işler oluyor, doğruya doğru. Bu bence çok önemli zira piyasadaki birçok filmin afişi birbirinin benzeri ve bu yüzden de karaktersiz. Neyse ki Ceylan tüm bu ayrıntılarla yakından ilgilene bir yaratıcı ve afişlerine de büyük özen gösteriyor. Bu arada Cannes Film Festivali'nin açılışına artık bir gün kaldı. Bir Zamanlar Anadolu'da ekibine buradan iyi şanslar diliyorum. Umarım istedikleri yankıyı yaratırlar.

Kısa Kısa


Yukarıda fotoğraf başrolünü Brad Pitt'in oynadığı Cogan's Trade adlı filmin sanal aleme düşen ilk görüntüsü. Brad Pitt'in bir mafya tetikçisini canlandırdığı film daha önce The Assasination of Jesse James by the Coward Robert Ford adlı filmde de birlikte çalıştığı Andrew Dominik'in imzasını taşıyor. Bir suç hikayesini anlatan Cogan's Trade'de Brad Pitt'in yanısıra Ray Liotta, James Gandolfini,Sam Shepard gibi isimler de rol alıyor. Senaryo ise George V. Higgins'in aynı adlı romanından uyarlandı. Vizyon tarihi 3 Mart 2012.


Pirates of the Carribean serisinin son halkasının hemen ardından yönetmen Rob Marshall ve oyuncu Johnny Depp bir kez daha birlikte çalışma kararı aldılar ve The Thin Man'in remake'i için kolları sıvadılar. Dashiell Hammett'in polisiye romanı daha önce de sinemaya uyarlanmış ( 1934'de W.S. Van Dyke tarafından ) ve hatta devam filmleri bile çekilmişti. Şu aşamada diğer oyuncular ya da senaryo hakkında başka bir detay yok. Geldikçe aktaracağım.

Paul Thomas Anderson'ın merakla beklenen dini dramasıyle ilgili yeni bir gelişme var. Uzun zamandır ortalıkta olan proje daha önceleri Scientology tarikatının kurucusu L. Ron Hubbard'ın hayatını anlatacak deniliyordu ama sonradan The Master adıyla benzer bir konuyu işleyeceği açıklanmıştı. Nitekim, son adı belli olmasa da, başrolündeki Philip Seymour Hoffman'ın 2. Dünya Savaşı'ndan döndükten sonra kendine özgü bir inanç sistemi geliştiren bir adamı canlandıracağı film uzaktan da olsa Scientology'nin hikayesini anlatıyor gibi duruyor hala. Joaquin Phoenix'in de kadrosunda olduğu filmle ilgili en yeni gelişmeyse The Weinstein Company'nin filmin dünya dağıtım haklarını almış olduğu haberi. Hayırlısı.

Aynı hikayeyi kaçıncı kez izleyeceğiz?


Bu soruma bir yanıt alamayacağımı biliyorum elbette. Retorik bir soru. Ama yine de meşru bir soru bence, zira Hollywood ve TV kanalları dönüp dolaşıp aynı yemeği pişiriyor gibi geliyor bana. Hatırlayanlar vardır, 1990 tarihli Nikita ile Luc Besson kariyerinin en başarılı işlerinden birine imza atmıştı. Gerçi ben leon'cuyumdur ama olsun, Anne Parillaud'nun başrolünü üstlendiği Nikita sağlam bir filmdir yine de. Tabii Hollywood hemen atladı ve filmin remake'ini yaptı: Point of No Return. Bridget Fonda'nın oynadığı film kötü bir kopyadan ibaretti. 1997 - 2001 arası Kanada televizyonlarında yayınlanan La Femma Nikita dizisini hiç saymıyorum bile. Onu izleme fırsatım olmadı hiç. Ama geçen yıl başlayan Nikita'yı birkaç bölüm izleme fırsatı buldum ve Maggie Q ile Lyndsy Fonseca'nın başrollerini paylaştığı diziden çabucak sıkıldım. Şimdi de sırada Colombiana var. Luc Besson'un yazıp, yapımcılığını üstlendiği film yine Nikita'nın izinden gidiyor. Başrolde de Avatar ile parlayan Zoe Saldana var. Tabii filmin kendisini henüz izlemedik, elimizde sadece yukarıdaki trailer var, ama konu çok yakın bence. Yine de bir şans vermek gerek, belki yeni bir twist bulmuşlardır.

9.05.2011

En Seksi Kadın Geyiği


Bu sabahki gazetelerin birinde okudum, Transformers serisinin yeni filminde Megan Fox'tan boşalan yeri dolduran Rosie Huntington-Whiteley erkek dergisi Maxim tarafından yaşayan en seksi kadın seçilmiş. Victoria's Secret modelinin seksapelini tartışmaya açacak değilim ama bu işte biraz manipülasyon olduğu da bir gerçek. Hollywood'un en güçlü şahsiyetlerinden Steven Spielberg ( yapımcı sıfatıyla ) ile büyük bütçeli filmlerin aranılan yönetmeni ( bir numarası da yoktur ha!) Michael Bay elele vermiş kendi filmlerinin reklamını yapıyorlar bence. 2 yıl önceki listelere baksak Megan Fox'un zirvede olduğunu görürüz eminim. Şimdi o gitti Rosie geldi ya, ondan sesksisi yok artık. İyi valla!

6.05.2011

West Side Story'nin yazarı Arthur Laurents öldü


Adını hatırlayacak olanların sayısı çok azdır eminim ama West Side Story'nin yazarı dediğimde herkesin kafasında bazı resimler, sesler, yüzler şekillenecektir. Arthur Laurents dünyanın en ünlü müzikallerinden biri olan West Side Story'yi kaleme almakla kalmadı, birçok başka ünlü filme de senarist olarak imza attı.


Yine de asıl kariyerini sahne alanında yaptı desem yanlış olmaz herhalde. Yazdığı oyunların en ünlülerinden biri de yıllar sonra başının belaya girmesine sebep olacak 1946 tarihli Home of the Brave'dir. Başının belaya girmesinden kastım da McCarthy döneminde yaşananlar elbette. Arthur Laurents o dönem karalisteye alınmış ve hatta kendi yazdığı Look Ma, I'm Dancin'! adlı müzikalin sinema uyarlamasında çalışmasına izin verilmemişti. Ama zaten o sırada çoktan Fransa'ya kaçmıştı ve 1,5 yıl sonra dönmüştü. Karalistenin sona erdiği haberini de dönerken gemiye gelen bir telgraftan öğrenmişti.


Arthur Laurents'ın yazdığı senaryolardan biri de Alfred Hitchcock'un sinemaya uyarladığı The Rope idi. Bilinen bir eşcinsel olan Laurents o sıralar aşk yaşadığı Farley Granger'ın başrollerinden birini üstleneceği The Rope'u büyük bir mutlulkla yazmaya koyuldu. Ancak karşısındaki en büyük zorluk hiç altını çizmeden başroldeki üç karakterin eşcinsel olduğunu nasıl hissetireceği meselesiydi. Sansür kurulu senaryoyu yakından takip ediyordu ve son taslak o kadar gizli kapaklıydı ki, Laurents diğer başrol oyuncusu James Stewart'ın eşcinsel bir karakteri oynadığını anlayıp anlamadığını bile bilemedi. Laurents'ın yazdığı diğer senaryolar arasında The Way We Were ve The Turning Point de var. Hiç fena bir kariyer değil doğrusu.


5.05.2011

Al Pacino'ya Venedik'ten Onur Ödülü


Önümüzdeki Eylül ayında düzenlenecek Venedik Film Festivali'nde Al Pacino'ya özel bir onur ödülü verilecek. Ama şunu hemen belirteyim Al Pacino bu onur ödülünü oyunculukta gösterdiği olağanüstü maharet nedeniyle değil, yönetmenlikte gösterdiği özgün becerisi sayesinde alacak. Şimdiye dek Looking For Richard ( ki çok güzel bir 3. Richard uyarlamasıdır ) ve Chinese Coffee ( yine bir oyun uyarlaması ama bunu izlemedim doğrusu ) adlı 2 film yöneten Pacino son filmi Wilde Salome'nin ( Oscar Wilde'ın Salome'si üzerine bir belgesel ) galasının yapılacağı festivalde daha önce Abbas Kiarostami, Sylvester Stallone ve Takeshi Kitano gibi isimlere verilen ödülü alarak yönetmen olarak da tescil edilmiş olacak. Ödülün tam adı Glory To The Filmmaker bu arada. Bir nevi şeref madalyası yani.

4.05.2011

Kısa Kısa


Bu da başka bir yenilik olsun. Gün boyu ıvır zıvır o kadar çok malumat geliyor ki, yetişemiyorum. Bunları en azından böyle bir başlık altında aktarmam gerektiğine karar verdim. Başlıyorum. Duyduğuma göre ünlü rock grubu Coldplay ( çok sevmem ama olsun, birçoklarından evladır ) Ashes adlı bir filmin ortak yapımcılığına soyunmuş. Filmin başrollerinde Ray Winstone ( çok severim ), Lesley Manville ve Jim Sturges var. Merak edilen nokta elbette Coldplay'in filme müzik yapıp yapmayacağı.


Güney Koreli sinemacı Park Chan-wook ( Old Boy'u unutmak mümkün mü? ) ilk İngilizce filmini çekmeye hazırlanıyor. Filmin adı Stoker olacak ve başrolleri de Colin Firth ile Nicole Kİdman paylaşacak. Park Chan-wook'un her ikisi de Oscar ödüllü iki isimle çekeceği film şimdiden yüksek beklenti yaratmış durumda.


Buried adlı filmiyle adından söz ettiren Rodrigo Cortes'in yeni filminde de ünlü isimler yer alıyor. Filmin adı Red Lights ve başrollerde de Cillian Murphy, Sigourney Weaver ve Robert De Niro var. Gerilim türündeki filmde Murphy ve Weaver'ın canlandırdığı iki psikolog De Niro'nun canlandırdığı bir medyumun foyasını ortaya çıkarmaya çalışacak.


Son olarak bir kitap haberi vereceğim. Rob Lowe'un otobiyografisi geçtiğimiz günlerde piyasaya çıktı ve Vanity Fair'den okuduğum kadarıyla içinde çok olay yaratacak bölümler var. Stories I Only Tell My Friends ( Sadece Arkadaşlarıma Anlattığım Hikayeler ) adındaki otobiyografide Charlie Sheen, Sean Penn ve Matt Dillon gibi namlı "serserilerle" olan macaralarını ve -VF'den aynen aktarıyorum- Tom Cruise ile aynı yatağı paylaştığı geceyi anlatıyor Lowe. Merakla bekliyorum.