26.02.2014

Günün afişi


Wes Anderson'ın Berlin Film Festivali'nin açılışında gösterilen son filmi The Grand Budapest Hotel 2014'ün en merak ettiğim yapımlarından biri şüphesiz. Nisan ayında İstanbul Film Festivali'nde izleyeceğimiz filmle ilgili güzel bir kamera arkası video yayınlandı, sizinle hemen paylaşayım dedim. Yukarıdaki afiş de cabası.

Sinemada "ses" ve "dinleme" üzerine


Sessiz sinema denen kavram ne zaman ortaya çıktı dersiniz? Sandığımızın aksine bu kavram sinemanın kendisi kadar eski değil, daha yeni. "Sessiz" sinema ancak sinemada gerçek anlamda ses kullanımının yaygınlaşmasıyla ( yani 1920'lerin sonlarında ) doğmuş. Çünkü ancak ondan sonra sinemanın "sesli" ve "sessiz" olarak yapılabileceğine uyanmış sinemacılar. Tabii aynı şey "renkli" ve "siyah/beyaz" sinema için de geçerli ama konumuz o değil.

Ses bugün artık sinemanın vazgeçilmez unsurlarından biri. Elbette hala ses kullanmadan da filmler çekmek mümkün ( bkz. The Artist ), ya da ses üzerinde deneyler yaparak bu unsuru bozmak, değiştirmek. Ama deneysellik ne yazık ki sinemada bir hayli marjinalleşmiş bir kavram ve örneğin Miguel Gomes imzalı Tabu gibi tek tük örnekler dışında sinemada ses meselesine deneysel ( ve muhteşem ) bir şekilde yaklaşan çok fazla sayıda sinemacı yok. Biraz da bütçe meselesi elbette. Ne de olsa deneysellik fazla gişe geliri getiren bir şey değil. Ama ses üzerine çekilen, sadece ses de değil elbette, dinleme, ses kaydı gibi konulara eğilen çok önemli filmler var, ki gündemin de bizi sürüklediği yer itibariyle, bu filmlere biraz alaka göstermekte fayda var.



The Conversation

Francis Ford Coppola'nın The Conversation adlı filmi 1974 yılında Cannes'da Altın Palmiye'yi kazanmıştı. Film tam da Watergate Skandalı'nın ertesinde çekildiği için ister istemez o döneme damgasını vuran, pek çok politikacının dinlendiği ses kayıtlarını akla getiriyor. Tabii ki o kadar basit ve yüzeysel değil. Öyle olsa o dönemde biraz ses getirir ve sonrasında unutulurdu. Oysa The Conversation bugün Hollywood'un modern klasikleri arasında gösteriliyor. Film bir dinleme ve gözetleme uzmanının gitgide paranoyaklaşan dünyasına davet ediyor izleyiciyi. Filmin Antonioni'nin Blow Up'ından ilham aldığını görmemek imkansız. Nitekim Coppola da bunu yadsımıyor ve Blow Up'ın yaptığını işitsel bir düzlemde yapmak istediğini kabul ediyor. Öte yandan Coppola filmde kullanılan dinleme ekipmanının Nixon hükümetinin kullandığı ekipmanla aynı oluşunu da şaşırtıcı bir tesadüf olarak nitelendiriyor bir röportajında. Öyle ya da böyle, başrolünü Gene Hackman'ın üstlendiği ve psikolojik bir gerilim olarak sınıflandırabileceğimiz film Coppola'nın en iyi işlerinden biri şüphesiz. Yukarıdaki videoda filme dair mini bir belgesel bulacaksınız, kaçırmayın derim.



Blow Out

Yine Antonioni'den etkilenen bir başka film de Brian De Palma'nın unutulmaz gerilimi Blow Out elbette. Hatta De Palma muhtemelen Coppola'dan da etkilenmiş. Ve tabii ki yine 70'li yılların değişmez meselesi Watergate dinlemeleri de filme toplumsal bir zemin sağlıyor. Bu kez konu sinemaya da daha yakın üstelik. Ses mühendisliğini yaptığı bir filmdeki cinayet sahnesi için uygun bir çığlık arayan bir teknisyenin ses bantları arasında kabusa dönen hayatına tanık oluyoruz. Aynı şekilde kayıtların gerçek bir cinayete ait olup olmadığı meselesi de var filmde ve başrolde de belki en iyi performanslarından birini sergileyen John Travolta. Filmin özellikle ses kayıt stüdyosunda geçen sahneleri ( bkz. yukarıdaki video ) son derece etkileyici. Ses montajı ve sesin görüntü üzerine oturtulması süreci izleyicide gerçek, yanılsama, manipülasyon gibi kavramların ne kadar içiçe geçebileceği ve tüm bunların aslında ne kadar güvenilmez olabileceği duygusunu uyandırıyor.

The Anderson Tapes - Trailer from Cinemoi NA on Vimeo.

The Anderson Tapes

Kronolojik olarak belki de bu filmi en üste yerleştirmek gerek. Ne de olsa "güvenlik" amaçlı gözetleme ve dinlemenin bir hikayenin merkezinde olduğu ilk film The Anderson Tapes. 1971 yılında Sidney Lumet tarafından çekilen ve başrolünde de eski Bond Sean Connery'nin yer aldığı filmde namlı bir soyguncunun kendini elektronik gözetleme dünyasının içinde buluşuna ve mafya, polis ve gizli ajanların cirit attığı bu ortamda planladığı büyük bir soygunu nasıl gerçekleştirdiğine tanık oluyoruz. Yani Coppola'nın filmi işin daha varoluşsal ve psikolojik yönünü ele alırken ve De Palma'nın filmi gerilime daha çok ağırlık verirken, Lumet'in filmi de aksiyona daha yakın düşüyor.



Enemy of the State

Tony Scott'ın filmi Enemy of the State politikacı yolsuzluğunun, elektronik gözetlemenin ve paranoyak devlet rejiminin bir araya geldiği ve tüm bunların nefes kesici bir aksiyona dönüştüğü bir film. Son teknolojilerin ( ki film 1998 tarihli olduğuna göre bugünkü teknolojiyi varın siz hayal edin ) insanoğluna adım atacak yer bırakmadığını ve mahremiyet denen şeyin ne kadar yalan bir kavram olduğunu gösteren film iktidarın istediği takdirde ne kadar pervasız ve yok edici bir güç olabileceğini de son derece usta işi bir ambalajla sunuyor. Tabbi Tony Scott'ın ( ruhu şad olsun bu arada ) hemen bir kaç yıl sonra tam da bu filmin tersi bir görüşü savunan Deja Vu adlı garabeti nasıl çektiğini anlamak da zor doğrusu. Son bir not: filmde Gene Hackman'ın canlandırdığı paranoyak güvenlik uzmanı Edward "Brill" Lyle karakterinin yaklaşık 25 yıl önce The Conversation'da Gene Hackman'ın canlandırdığı paranoyak güvenlik uzmanı Harry Caul'un bir versiyonu olduğunu fark etmemek imkansız herhalde.

Aslında bu konuyla ilgili, ya da bu konuyla ilişkilendirebileceğimiz daha çok film var ama o filmleri buraya dahil edebilmek için konunun dağılmaya başladığı bir sınır genişletme gerekiyor. Örneğin Berberian Sound Studio yine sinemada ses meselesini çok çarpıcı bir biçimde işleyen ama dinleme, gözetleme gibi kavramlardan uzaklaşan bir film. Elbette röntgenciliğin sinemadaki en büyük başyapıtı Rear Window var ama orada da konu daha çok Blow Up'taki gibi dolaylı bir paranoyanın etkilerini bize hissettiriyor sadece ve işin dinleme kısmı eksik. Listeyi uzatmak mümkün yani ama artık o kısmını size bırakıyorum.

25.02.2014

Harold Ramis 1944 - 2014


Onu en çok Ghostbusters ile hatırlıyoruz elbette ama Harold Ramis özellikle senaryosunu da yazdığı Groundhog Day ile Hollywood'a damgasını vurmuş bir yönetmendi. Sadece yönetmen de değildi, oyuncu, yapımcı ve senaristti. Caddyshack ( 1980 ) ile ilk kez adını duyurduğunda 36 yaşındaydı. Uzun bir hastalık sonucu hayatını kaybettiğindeyse 69. Daha çok film çekmesi gereken ama maalesef geride az sayıda film bırakarak giden Ramis en son 2009 yılında Year One'ı çekmişti. Analyze This, Analyze That, National Lampoon's Vacation, Bedazzled, Mutliplicity gibi filmlerin yönetmeni olan Ramis kendisinden sonra yetişmiş birçok komedyenin de idolüydü.


20.02.2014

Psycho'daki duş sahnesini kim çekti?

Who Directed the Shower Scene in PSYCHO? from Vashi Nedomansky on Vimeo.

Aslında eski bir tartışma ama yukarıdaki karşılaştırmalı video belki konuya yeni bir perspektif getirebilir. 1970 yılında ünlü tasarımcı ( ve sinemacı ) Saul Bass storyboard çizimlerini yaptığı Psycho'daki ünlü duş sahnesinin kendisinin çektiğini söyleyince ortalık birbirine girmişti. Öte yandan Janet Leigh ve başka bir çok set çalışanı sahneyi bizzat Hitchcock'un çektiği konusunda ısrarlıydı. Yukarıda hem çizimleri hem de çekilen sahnenin son halini göreceksiniz. Bazı sahnelerdeki benzerlik akıllarda soru uyandırmıyor değil. Ama zaten Janet Leigh çekim günü Hitchcock'un elinde Saul Bass'in çizimleriyle gelip ünlü aktrise gururla "aynısını çekeceğim" dediğini anlatıyor. Yani çizimler Saul Bass'e, yönetmenlik Hitchcock'a ait gibi görünüyor. Yine de bir seyredin.

Günün trailer'ı: Teenage



Matt Wolf imzalı belgesel Teenage sadece treiler'ıyla bile heyecan yaratıyor doğrusu. jena Malone ve Ben Whishaw'un anlatıcılığını üstlendiği film 20. yüzyıl tarihini gençler üzerinden anlatmaya soyunan ilginç bir belgesel. Festivalde izler miyiz acaba?

19.02.2014

Günün !f trailer'ı: The Double



Richard Ayoade'nin yeni filmi The Double ülkemizde ilk kez !f İstanbul kapsamında izleyiciyle buluşuyor. Galası da bu gece hatta. Filme yer yok maalesef ve vizyon için ne kadar bekleyeceğiz bilemiyorum. Bileti olanlar kaçırmasın.

Şu "Oscar'ın habercisi" meselesi


Öyle ya da böyle yaklaşık 10 yıldır Oscar ödüllerine neredeyse ABD'deki kadar önem verilir oldu memleketimizde. Tabii bu Hollywood'un başarısı mı, bizim kabızlığımız mı bilinmez, ama içinde Oscar kelimesi geçen her haber ekranlarda ya da sayfalarda kendine muhakkak yer buluyor. Hatta öyle ki başka birçok ödül haberi de Oscar'la bir şekilde ilişkilendirilerek öyle sürülüyor piyasaya. Bu ilişkilendirmeler de çoğunlukla "Oscar'ın habercisi sayılan falanca ödüller sahiplerini buldu" klişesiyle geliyor önümüze. Oysa bu pek de doğru değil. Açıklamaya çalışayım. Oscar ödülleri bildiğiniz gibi ABD'deki Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi'ne üye olan kişilerin oylarıyla dağıtılıyor. Bu üyelerin sayısı da 5800 - 6000 civarında. Tabii ki benim tüm bu üyeleri bilmem, tanımam mümkün değil ama kısa bir araştırma yaparsanız sizin de ulaşacağınız bilgiler mevcut internette. Akademi'de her üye farklı bir grubun çatısı altında yer alıyor. Yönetmenler, yapımcılar, oyuncular vs gibi. En kalabalık grup oyuncular ( % 22 ). 2012'de 5100 üye üzerinde yapılan bir araştırmaya göre bu üyelerin % 94'ünün beyaz ( caucasian ), % 77'sinin erkek ve % 54'ünün de 60'yaşını geçkin olduğu anlaşılmış. Yani "Akademi muhafazakar" dendiğinde aslında bu istatistik her şeyi anlatıyor zaten. Öte yandan adaylıklarda her dalda o dalın akademiye kayıtlı uzman üyeleri oy veriyor. Yani ses miksajı adayları akademiye üye ses mühendislerinin oylarıyla belirleniyor vs. Gelelim "Oscar'ın habercilerine". Uzunca bir süredir memleketimizde ( ve bazı başka yerlerde tahminen ) Altın Küre ödülleri Oscar'ın habercilerinden biri olarak görülürdü. Gerçekten de iki törende çakışan bir takım ödüllerin çokluğu bu algıyı doğruluyor ve güçlendiriyordu. Oysa birisine Akademi üyeleri oy veriyor, diğerine Yabancı Basın Birliği üyeleri. Üstelik Altın Küreler o kadar çok ödül dağıtıyor ki, çakışma da çoğu zaman kaçınılmaz. Yine de birçok akademi üyesinin özellikle geçmişte Altın Kürelerden etkilendiği güçlü bir ihtimal. Ne var ki geçenlerde dağıtılan BAFTA ödüllerinin  bile "Oscar'ın habercisi" olarak görülmesi işi iyice zıvanadan çıkarmak anlamına geliyor bence. Yine belki kimi etkilenmeler mümkündür ama "habercisi" demek saçmalık. Fakat gerçekten bir haberci var aslında. Her yıl ödül sezonunda ABD'de meslek grupları o yılın en iyilerini belirleyen ödüller verirler. Yapımcılar Birliği En İyi Film dalında, Yönetmenler Birliği En İyi Yönetmen dalında, Oyuncular Birliği de En İyi Oyuncu dallarında verdikleri ödüllerle Oscar'a en yakın isabeti yapan gruplardır ve asıl haberci de ( eğer illa bir haberci aranacaksa ) onlardır. Zaten son 10 - 15 yıldır törenin izlenme oranlarının düşük çıkmasının ana sebebi de bu durumdur bana sorarsanız. Meslek grupları o kadar kesin bir şekilde kazananı işaret eder ki tören gecesine heyecan kalmaz. Bu yılki tercihlere bakalım örneğin:

Oyuncular Birliği  ( 1995'ten beri )
En İyi Erkek Oyuncu: Matthew McConaughey ( Dallas Buyers Club )
En İyi Kadın Oyuncu: Cate Blanchett ( Blue Jasmine )
En İyi Yard. Erkek: Jared Leto ( Dallas Buyers Club )
En İyi Yard. Kadın: Lupita Nyong'o ( 12 Years A Slave )

Yönetmenler Birliği  ( 1948'den beri )
En İyi Yönetmen: Alfonso Cuaron ( Gravity )

Yapımcılar Birliği ( 1989'dan beri )
En İyi Film: 12 Years A Slave & Gravity

Yapımcılar Briliği ve Yönetmenler Birliği ile Oscar ödülleri arasında sadece 7 kez uyumsuzluk olmuş bunca yıldır. Özellikle Yönetmenler Birliği ( en eskisi ) çok sağlam bir barometre. Öte yandan Yapımcıları Birliği de son 6 yıldır hiç şaşmamış. Bu yıl Yapımcılar Birliği'nin tarihinde ilk kez ödülü 2 film arasında paylaştırdığına da dikkat çekelim bu arada. Bir sürpriz olabilir belki ama Oscar'ı 12 Years A Slave ya da Gravity dışında bir film alırsa pek şaşarım.

Uzun lafın kısası, şu "Oscar'ın habercileri" artık sıktı sanki. Meslek birlikleri dığında gerçek bir haberci yok ve olsa da hiçbir anlamı yok. uzun bir süredir gerçek sinema ve gerçek ödüller ( sizin için anlamı varsa ) Hollywood dışında yapılıyor ve Yabancı Film ya da Belgesel dalları dışında Oscar'la da alakaları yok.

14.02.2014

Durieux'den Hitchcock afişleri


Belçikalı tasarımcı Laurent Durieux bu kez Alfred Hitchcock'un filmlerine el atmış ve ortaya biribirinden güzel afişler çıkmış. Mondo da bir sergiyle bu afişleri bir araya getirmiş. Nefis işler, kaçırmayın.







Güzel İşler: True Detective


HBO dizisi True Detective henüz bizde yayınlanmıyor ama sanal alemde izlemek mümkün elbette. Başrollerini Matthew McConaughey ve Woody Harrelson'ın oynadığı dizi kısık ateşte pişen iddialı bir suç draması. Bir hayli tarz sahibi bir yapım olan True Detective için farklı tasarımcılar görsel çalışmalar yapmış. Yukarıdaki afiş ( ve hemen alttaki verisyonu ) örneğin Jay Shaw!a ait. Alttaki diğer iki afiş ise Vania Zouravliov tarafından yapılmış. En altta Phantom City Creative imzalı bir başka afiş var. Meraklısı mondotees.com adresinden satın alabilir.






Günün afişi


2013'ün en iyi filmlerinden birini bir kez daha hatırlarken, Philip Seymour Hoffman'ı unutmamak için elbette...

Peter Greenaway sette


Önümüzdeki pazar gecesi BAFTA ödüllerinde bir onur ödülü alacak olan İngiliz sinemacı Peter Greenaway yeni filminin çekimlerine Meksika'da başladı. İngiliz Film Akademisi'nin prestijli ödüllerinde sinemaya olan büyük katkıları için özel bir ödül alacak olan Greenaway'in bu yılın sonlarına doğru vizyona girecek filmi Eisenstein In Guanajuato adını taşıyor. Film aslında tam da adında söylediği şeyi, ünlü Rus sinemacı Sergei Eisenstein'in Meksika'nın Guanajuato kentinde geçirdiği 10 günü anlatıyor. 1931 yılında Meksika'ya giden ve burada aşık olan Eisenstein için hayatının çok önemli bir dönemini oluşturan bu 10 günün hikayesi için Greenaway şunları söylemiş: "Sinemanın ölmekte olduğu bir dönemde sinemanın en büyük ustasını anmak çok uygun düşecektir. Sinema işi hiç değişecek gibi görünmüyor. 1931'de Eisienstein'ın karşılaştığı problemlerin hepsi yeniden ortaya çıktı. Finansman zorlukları, lojistik problemleri, kültür ve dil engelleri. Eisenstein nasıl uğraştıysa bunlarla biz de uğraşıyoruz."  Eisenstein'ı Finlandiyalı aktör Elmer Back'in canlandırdığı filmde ayrıca Luis Alberti, Stelio Savante ve Lisa Owen gibi isimler de var. Aşağıda filme ait set fotoğraflarını görüyorsunuz. Merakla beklediğimi söylememe gerek yok herhalde.







12.02.2014

Oscar adayları aynı karede


Geçenlerde Beverly Hills Hilton Oteli'nde düzenlenen geleneksel Oscar yemeğinde çekilen bu fotoğraf bu yılki Oscar adaylarını aynı karede görüntülüyor. Tabii ki ekseik bir fotoğraf bu çünkü en azından Jennifer Lawrence yok. Başka eksikler de vardır muhakkak ama gerisi pek umurumda değil doğrusu. Hemen hatırlatayım, fotoğraf küçük görünüyor ama tıkladığınızda büyük bir versiyonu açılıyor elbette.

Günün trailer'ı: Trancendence



Başrolünde Johnny Depp'in yer aldığı Trancendence yönetmen Wally Pfister'ın ilk uzun metrajlı filmi. Hatırlarsanız Pfister yıllardır Christopher Nolan'ın filmlerinde görüntü yönetmeni sıfatıyla karşımıza çıkan bir isim. Nihayet 52 yaşında yönetmen koltuğuna oturan Pfister "Benden Nolan-lite ( hafifleştirilmiş Nolan ) bir film bekleyenler çok yanılacak. Evet onun yanında yetiştim ama duygusal olarak başka bir döneme aidim. Ben Star Wars öncesi Soylent Green gibi filmlerin olduğu bir dönemden geliyorum, Chris Nolan ise çok farklı" diyor. Trancendence'ın başlıca rollerinde Rebecce Hall, Paul Bettany, Morgan Freeman, Cillian Murphy ve Kate Mara gibi isimler var. Kimileri filmi Spike Jonze imzalı Her'ün karanlık bir antitezi olarak görüyor, onu da belirteyim.

11.02.2014

Shirley Temple 1928 - 2014


Dünyalar tatlısı Shirley Temple'ı biz hep bu haliyle hatırlıyoruz ve öyle hatırlamaya da devam edeceğiz ama onu biraz daha yakından tanımak isteyenler aşağıdaki belgeseli izlesinler derim. 

5.02.2014

Günün afişi


Tüm zamanların en başarılı korku filmlerinden biri olan The Shining çekildiği 1980 yılından bu yana büyüsünden hiçbir şey kaybetmedi. Stanley Kubrick imzalı film kült statüsüne de ulaştı ve hakkında teoriler üretildi ( kimileri cidden tuhaf komplo teorileri ), belgeseller çekildi. Hal böyle olunca filme dair yeni afiş tasarımlarının yapılıyor olması da çok şaşırtıcı değil. Yukarıdaki afişi de Thomas Walker yapmış. Gayet de güzel olmuş bence.

3.02.2014

Philip Seymour Hoffman 1967 - 2014


Bu erken ve alabildiğine acı ölüm dün akşamdan beri aklımdan çıkmıyor. İnanmakta zorlanıyorum, birçokları gibi eminim. Philip Seymour Hoffman'ın uyuşturucu sorunu olduğunu bilmiyordum nedense, ve yine nedense onu hiç de uyuşturucuyla bağdaştırmamıştım. Sanki o böyle işler için çok olgun, çok bilgeymiş gibi. Alakası yok oysa. Uyuşturucunun, hayatla yaşadığınız sorunların ve bunların üstesinden gelmek için yapmaya hazır olduğunuz şeylerin bilgelikle pek alakası yok elbette. Philip Seymour Hoffman Hollywood'da çokça rastladığımız "zıpır" ya da "züppe" yıldızlardan biri değildi ama muhakkak ki sistemle çok ciddi problemleri olan ve hayatında ne olduğunu bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz nice acılar yaşayan, bana sorarsanız vicdan ve bilinç sahibi ( her iki sözcük de conscience ingilizcede ) bir oyuncuydu. Uyuşturucuya, eroine de bu yüzden ihtiyaç duymuştu zahir. 23 yıl uzak kalmayı başarabildiği halde hem de. Çok üzgünüm ve fazla ahkam kesmek de istemiyorum. Onu unutamadığım rollerinden bazılarıyla ( o kadar da çok var ki ) anmak istiyorum, hepsi bu.