30.11.2010
Sevişen Padişah ve akılalmaz bir zihniyet
Son durum: Shame ( ve bir düzelti )
Gotham Ödülleri verildi
Irvin Kershner hayata veda etti
26.11.2010
Bu yönetmenlere dikkat - 1
ntvmsnbc'de Hasan Cömert "Önümüzdeki 10 yıla damgasını vuracak" yönetmenleri sıralamış. İlginç bir liste çıkmış ortaya, yerli ve yabancı sinemacılardan oluşan. İşin doğrusu liste daha çok geride kalan 10 yıla damgasını vuracak yönetmenler listesine daha çok uyuyor. Ama bu isimlerin bir süre daha ilgiyle izleneceğine şüphe yok. Ben de buradan ilham alarak az sayıda filmini izlesek de önümüzdeki yıllarda çok parlayacağına inandığım sinemacıları sıralamak istedim. İşte bana göre dikkat edilmesi gereken yönetmenler..
Steve McQueen.. Tabii sinemaya devam ederse. İlk filmi Hunger bence son yılların en iyiylerinden biriydi. Kökeni sinema olmadığı için midir bilinmez, kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek anlatımlarla çekmişti filmini. Hele neredeyse 15 dakika süren ve iki kişinin karşılıklı kunuşmasını resmeden tek karelik bir plan vardı ki, gözlerime inanamadım desem yeridir. Velhasıl, yeni filmlerini israrla isteyiniz. Bu arada hemen belirteyim, en başta sinemaya devam ederse diye bir not düşmüştüm, devam edeceğine ilişkin işaretler var. Örneğin çekimlerini bitirdiği Shame adlı bir film daha var, yine Michael Fassbender'in oynadığı. Merakla bekliyorum doğrusu.
Tomas Alfredson.. İsveçli sinemacı Alfredson 2008 tarihli Let The Right One In ile izleme listeme girmişti. Vampir filmlerinin gırla gittiği bir dönemde farklı bir şeyler yapabilen tek sinemacıydı Alfredson. Filmi daha ilk karesinden beni yakalamış, tek kelimeyle büyülemişti. Daha sonra uzun bir süre film çekmeyeceğini açıkladı ve hayranlarını çok üzdü ama neyse ki bu kararından çabuk vazgeçti. Şu sıralar, yıllar önce Köstebek adıyla TRT'de dizisi oynayan John Le Carre romanı Tinker, Tailor, Soldier Spy'ı sinemaya uyarlıyor. Filmin başrollerinde Gary OLdman, Colin Firth, Mark Strong, Tom Hardy ve Ciaran Hinds gibi oyuncular var. Bu film önemli, çünkü Alfredson'ın gerçekten gelecek vaat edip etmediğini bize gösterecek.
Neill Blomkamp.. Güney Afrikalı yönetmen Neill Blomkamp geçtiğimiz yıl izlediğimiz District 9 ile "uzaylı" temalı filmlere ciddi bir yenilik getirmiş ve büyük takdirimi kazanmıştı. Bugüne kadar çoğunlukla dünyayı istila eden uzaylıları izledik sinemada, ya da dost uzaylıları. Ama Blomkamp ilk kez uzaylıları dünyada hor görülen mültecilere dönüştürdü ve meseleye kimsenin bakmadığı bir açıdan baktı. Tabii ki günümüzün en büyük belalarından "öetekileştirme" idi asıl meselesi. Filmin başrolündeki Sharlto Copley de son derece başarılı bir oyunculuk sergiliyordu doğrusu. 31 yaşındaki Blomkamp'in adını daha uzun yıllar duyacağız gibi geliyor bana, umarım yanılmıyorumdur.Bong Joon-ho.. Gwoemul ( The Host ) ile sadece ülkesi Güney Kore'de değil tüm dünyada övgüler alan 41 yaşındaki yönetmen Uzakdoğu sinemasının yakın gelecekteki en önemli temsilcilerinden biri olacak bence. Kim-ki Duk ve Park Chan-wook gibi isimler de çok mühim ama benim tercihim Bong Joon-ho'dan yana doğrusu. Gwoemul'dan sonra Mother adlı bir başka film daha çekti ama ne yazık ki henüz izleme fırsatı bulamadım.
James Marsh.. The Man On Wire adlı muhteşem belgeseliyle Oscar alan James Marsh da bence adını sıkça duyacağımız yönetmenlerden olacak. Olsa iyi olur en azından. Marsh hem belgesel hem de kurgu alanında çok iyi işler çıkaran bir sinemacı. Daha önce çektiği The King ve geçen sene çektiği Red Riding - 1980 ( ki bunu özellikle çok sevmiştim ) de gayet başarılı filmlerdi. Listeyi şimdilik burada kesiyorum, çok vakit harcadım, sonra devamı gelecek..
24.11.2010
Bir efsane daha göçtü gitti
Korku sinemasının ikonlaşmış simalarından Ingrid Pitt 73 yaşında hayata veda etti. Özellikle Hammer filmlerinin değişmez yıldızlarından olan Pitt masum yüzü, vamp figürüyle kült sinemanın ikonlarından biri olmuştu. Asıl adı Ingoushka Petrov olan Polonyalı aktrisin hayat hikayesi bir hayli zorlu dönemlerle dolu. Annesi Polonya yahudisi olan Pitt 2. Dünya Savaşı sırasında ailesiyle beraber toplama kamplarına hapsedilmiş ve mucize eseri sağ kurtulmuş. 1950'li yıllarda Amerikalı bir adamla evlenerek hayatına yeni bir yön çizmiş ve California'ya yerleşmiş. Evliliği yürümeyince bir kez daha yol görünmüş Pitt'e ve bir süre Avrupa ile oyunculuğa başladığı Hollywood arasında gidip gelmiş. Kariyerindeki bir başka ilginç dönem de Bertolt Brecht'in kurduğu efsanevi Berliner Ensemble'da çalıştığı dönem olsa gerek. Sinemadaki ilk rolünüyse ( ki çok küçük bir rol ) Doktor Jivago filminde canlandırdı. The Wicker Man'daki dans sahnesi de unutulmazlardandır doğrusu. Tabii ki asıl ününü The Vampire Lovers ve Countess Dracula gibi Hammer filmlerine borçlu. Bir başka açıdan bakacak olursak, Hammer da efsanevi statüsünü Ingrid Pitt ve Christopher Lee ( ve Peter Cushing ve diğerleri ) gibi oyunculara borçlu. Bu arada bir de şahsi bir not düşeyim, Ingrid Pitt benimle aynı gün, yani 21 Kasım'da doğmuş. 73. doğumgününden 2 gün sonra da hayata veda etmiş.
23.11.2010
İşte özlediğimiz Harry
22.11.2010
Bu da Bayram tuhaflığı
Şöyle bir tuhaflık oldu bayramda. Çarşamba günüydü yanılmıyorsam, Passengers adlı bir film izledim. Rodrigo Garcia'nın çektiği filmde düşen bir uçaktan canlı olarak kurtulan bir grup insanın yaşadıkları anlatılıyordu. Psikiyatri seanslarına katılıyorlar, hayaletler görüyorlar falan. Sonunda da izleyiciyi ters köşeye yatıran bir sürpriz çıkıyor. Anne Hathaway ve Patrick Wilson başrollerde. Çok parlak bir film değildi doğrusu. Filmin ardından bir iki saat geçti ve ben yeni bir film izlemek üzere masama kuruldum. Bir süredir Werner Herzog'un izlemediğim belgesellerine saldırmak istiyordum. Dört filmin arasından sadece adına bakarak Wings of Hope adlı filmi seçtim. Hiç konusunu bilmeden. Çok tuhaf bir şekilde film 1971 yılında Peru'da düşen bir uçaktan sağ olarakl kurtulan Juliana Köpcke'nin hikayesini anlatıyordu. Bu gibi şeyler beni hep şaşırtır. Yani 2 saat önce düşen bir uçaktan kurtulanlar hakkında kurgu bir film izliyordum, hemen 2 saat sonra aynı konuda bir belgesel izledim. Tuhaf, değil mi?
Bayram Hasadı 2
Bayramın geri kalan kısmında da elimden geldiği kadar film izlemeye gayret ettim tahmin edersiniz, ama yine de eksik kaldı..
Arjantin'in Oscar alan filmi El Secreto De Sus Ojos bir süredir çok merak ettiğim ve izlemek için fırsat kolladığımı filmlerdendi. Nihayet bayramda izledim ve çok beğendim. İlk kez bir filmini izlediğim Juan Jose Campanella'nın açıları, filme yedirdiği renk dokusu ve mizahı hiç boşlamadan tutturduğu anlatımı çok iyiydi doğrusu. Oyuncular ise biribirinden iyiydi diyeceğim neredeyse. Zor, duygusal anlamda acıtıcı bir film olmasına rağmen hepsi biraz da komediye göz kırpan performanslarıyla gerçekten çok başarılıydı. Sonuç olarak El Secreto De Sus Ojos bayramın en iyilerinden biriydi.
Cem'le beraber izlediğimiz Harry Potter serisinin son filmi de bayram hasadının bir başka zirvesiydi. Filmin güzelliğinden değil elbette, Cem'le film izlemenin hazzından. Onu çok etkiledi haliyle film. Bu anlamda başarılı şüphesiz. Ama benim açımdan çabuk unutulacak bir filmdi maalesef. Yine de şunu söylemem gerek, oyuncu kadrosu inanılmaz. Her küçük rolü çok önemli, çok iyi bir oyuncu oynuyor, ki onları izlemek bile bir zevk aslında.
Terry Gilliam'ın son filmi The Imaginarium of Dr. Parnassus da yine bayramda izlediğim ve sözü edilmeye değer filmlerdendi. Terry Gilliam'ı 1980'li yıllarda ilk kez Brazil ile tanıdım. Brazil en sevdiğim filmlerden biridir bu arada, ınu da araya sıkıştırayım. Ardından izlediğim baron Munchausen'i de çok sevmiştim. 12 Monkeys'i onlar kadar değilse de yine beğendiğim Gilliam filmleri arasına koyarım. The Fisher King'i örneğin, çok sevememişimdir. Geçen aylarda izlediğim Tideland için de çok olumlu düşüncelerim yok doğrusu. Don Kişot meselesini bir türlü atlamadığını ve son zamanlarda çektiği filmlerin belki de bu takıntı yüzünden eski filmlerini arattığı kanaatindeyim. Dr. Parnassus'un da çok ilginç yanları vardı ama yine de eski Gilliam'ı arattı galiba. Ama izlediğime asla pişman olmadım.
17.11.2010
Bayram Hasadı 1
Malum bayram tatilindeyiz. Bol bol film izlemeli. Ben elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum ama yine de az geliyor sanki. Hiç uzatmadan sıralayayım.
John Boorman'ın başyapıtı değilse de yakın sayılabilecek değerdeki filmi Point Blank bayramın şimdiye kadarki en iyi filmiydi. Daha önce izlememiş olduğuma hayıflandım doğrusu. İşin daha da güzel yanı bildiğim ama unutmaya yeltendiğim bir gerçeği bir kez daha hatırlattı, ya da kanıtladı. 60'ların İngiliz sineması 70'lerin Amerikan sinemasından daha fazla stil sahibi. Hatta 70'ler Hollywood'u 60'lar İngiliz sinemasından çok etkilenmiş bence. Tabii 60'ların Fransız sineması hepsinden iyi, o da başka. Lee Marvin'in ( bir diğer cool ) hemen her sahnesinde yer aldığı Point Blank renklerinden montajına, diyaloglarından çerçevelerine kadar her şeyiyle bir şaheser. Filmi izlediğim DVD'de bir de John Boorman ile Steven Soderbergh'in yorumları vardı, ki yeme de yanında yat oldu resmen.
Bayramın 2 numarası The Public Enemy. Bunu yıllar önce TRT'de izlemiştim, küçük bir çocukken. Tommy'nin filmdeki çocukluğuyla aynı yaştaydım ben de ve çok ama çok etkilenmiştim Halk Düşmanı'ndan. Özellikle son sahnesi aklıma kazınmıştı. Çok da üzülmüştüm. Bu sefer o kadar üzülmedim tabii ama yine büyük bir keyifle izledim. DVD'de bir sürü de extra vardı. Öyle bir şey yapmışlar ki hatta, kendinizi 1930'lu yıllarda sinemaya gitmiş gibi hissedebilirsiniz. Film öncesi atraksiyıonlar, çizgi filmler, fragmanlar, neler neler vardı. Aralarında Martin Scorsese'nin de bulunduğu bir grup uzman eşliğinde çekilmiş belgesel de bir harikaydı. Uzun lafın kısası, noir değildi belki ama muhteşem bir gangster filmiydi The Public Enemy. Cagney müthiş gerçekten de.
Olivier Assayas'ın Carlos'u ise bayramın sürprizi oldu resmen. Sevdiğim ama iyisine az rastladığım bir türdür biyografi. 70'li yılların namlı teröristi ( kendisine sorsanız devrimcisi ) Carlos'un hayatını anlatan ve bir hayli de uzun olan Carlos çok iyi bir biyografi bana sorarsanız. Herşeyden önce Carlos'u oynayan Edgar Ramirez çok başarılı. Aslına bakarsanız diğer tüm oyuncular da öyleydi. Film biraz Der Baader Meinhof Komplex ve Munich gibi filmleri hatırlatsa da bana her ikisinden de daha başarılı geldi doğrusu. Bu da Assayas'ın başarısı elbette. Filmin birkaç versiyonu var bu arada. 330 dakikalık bir versiyonu TV dizisi olarak planlanmış. Benim izlediği 165 dakikalık sinema versiyonuydu. Filmekimi'nde gösterilen versiyon yani. Senaryoda Dan Franck'ın da imzası var bu arada. Ve ilginç bir not: filmde bir kez olsun "Çakal" lakabından söz edilmiyor.
Ayrıca Shelter ( Julianne Moore'un oynadığı bir korku filmi ), See No Evil ( Gregory Dark ) ve Les Aventures Extraordinaire D'Adele Blanc-Sec gibi filmleri de izledim ama sözlerini etmeye değmez doğrusu.
11.11.2010
Bu da Cem Yılmaz'ın 5 listesi
Klasik Hammer Afişleri
Hammer'ın filmleri de afişleri de bir şahane hakikaten. Size Empire'ın sitesinden topladığım 7 afişi takdim ediyorum. Hangisini daha çok sevdiğim konusunda bir türlü karar veremedim ama favorilerin Hammer'ın ilk renkli prodüksiyonu olan ( ve Peter Cushing'den Christopher Lee'ye kadar birçok ismin kariyerini ateşleyen ) The Curse of Frankestein ile Dracula. Bir de bambaşka bir tarzda tasarlanmış 1968 yapımı Dracula Has Risen From The Grave var elbette. Hepsi çok güzel ama hepsi.
10.11.2010
Günün Afişi
9.11.2010
Bret Easton Ellis'ten senaryo
3D filmleri bir de bu gözlüklerle izleyin
Tabii yeterince paranız varsa! 3D'nin global bir modaya dönüşmesi üzerine moda sektörü de acilen işe el attı ve pastadan pay kapmanın yollarını araştırmaya başladı. Elbette gözlük üreten markalar bu işte en şanslı olanlar. Yukarıda gördüğünüz modeller Oakley ve Calvin Klein imzalı. Fiyatlarıysa 120 - 180 dolar arasında değişiyor. Aşağıda gördüğünüz gözlükse Oakley'in Tron: Legacy filmi için tasarladığı bir model. Bakalım bize ne zaman gelecek bu havalı gözlükler?
Günün Afişi
Kritik: Wall Street: Money Never Sleeps
1987 yılında izlediğimiz Wall Street'in uzun zamandır beklenen devamı nihayet geldi. Tam 23 yıl sonra. Dünya o zaman da ciddi ekonomik buhranlar içindeydi, bugün de. Ekonomik anlamda pek birşeyler değişmedi yani. Belki daha da kötüleşti. Oliver Stone için de aynı cümleyi kurabilirim galiba. En azından Wall Street filmleri söz konusu olduğunda. İlk film belli bir kuşağın ruhunu çok doğru bir şekilde yakalamış ve zaman içinde kült olmuştu. Gerçi birçokları filmi tersinden anlamış ve anti kapitalist eleştiriyi es geçip açgözlülüğün iyi olduğu yönündeki mesajı tercih etmişti ama olsun, yine de borsa olgusunu doğru yansıtan bir filmdi. Borsa o zamandan bu yana daha da palazlandı, gitgide globalleşen dünya ekonomisinde hisse senetlerinin sanal hakimiyeti daha da güçlendi. Artık İstanbul'daki genç borsacının Tokyo borsasında hisse alıp satması, internet teknolojisinin de sayesinde, o kadarleştı ki, ben bile borsaya girebilirim. Ama girmeyeceğim elbette. Param yok :). Herneyse, demem o ki, ilk filmin "greed is good" ( açgözlülük iyidir ) üzerinden anlatmak istediği bir derdi vardı ve bunu iyi anlattığı için de başarılıydı. Money Never Sleeps'in ise "işler daha da kötüleşti"den başka bir derdi yok maalesef ve bu yüzden de unutulmaya mahkum. Tıpkı ilk filmde olduğu gibi burada da Michael Douglas'ın kalabalık önünde yaptığı uzunca bir konuşma var. İlk filmdeki o sahne Douglas'a bir Oscar kazandırmıştı hatırlarsanız, ama bu seferki konuşma olsa olsa biraz saygı kazandırır. O da, en iyi ihtimalle. İlk filmde açgözlülüğü savunan Gekko bu sefer bir ekonomi gurusu olmuş ve kapitalizmi eleştirmeye başlamış. Sanırsınız Stiglitz. Ama ne yazık ki günümüz kapitalizmini öyle 3 - 5 kuru cümleyle eleştirmek kolay değil. Oliver Stone o kadar da iyi bir senarist değil anlayacağınız. Zaten Gekko'nun yeni konuşmasındaki en akılda kalıcı cümle de yine yıllar öncesine yaptığı bir gönderme: "Bundan yıllar önce açgözlülük iyidir demiştim, şimdi görüyorum ki, artık yasal da."
Sonuç itibariyle güçlü oyuncu kadrosuna rağmen ( Frank Langella kısacık rolüyle filmi çalmış bu arada ) vasatı aşmayan bir film var karşımızda. Josh Brolin ve Carye Mulligan gibi özellikle sevdiğim oyuncuları bu filmde ne yazık ki yeterince iyi bulmadım, ama bunda en büyük sorumluluk yine Oliver Stone'da bence. Yıldız isterseniz **1/2 ( yani iki buçuk )
8.11.2010
30. ölüm yıldönümünde Steve McQueen
Bundan 30 yıl önce, 7 Kasım 1980'de öldü Steve McQueen. Birçoklarına göre beyazperdenin en cool adamıydı. Bullitt, The Getaway, The Thomas Crown Affair ve The Sand Pebbles onun unutulmaz filmlerinden bazıları. Tabii bir de Dustin Hoffman ile birlikte oynadığı The Papillon ( kelebek ) var. Şu sıralar İngiltere'de Steve McQueen'in hiç günışığına çıkmamış fotoğraflarından oluşan bir sergi var. Steve McQueen: A Tribute to the King Of Cool. Gitmek kısmet olmadı ama fotoların bazılarına ulaştım. Siz de gidemeyecek olanlardansanız, bakın, özleminizi giderin.
4.11.2010
Günün Afişi
Kiefer sahneye adım atıyor
3.11.2010
Bu adamı tanıdınız mı?
2.11.2010
Leo'dan katil olur mu?
Günün Afişi
Günün afişinde bugün Cem'in favori kahramanı Harry Potter'ın son filmi için Olly Moss tarafından tasarlanmış minimalist bir çalışma var. Bu afiş aslında Empire için tasarlanmış ama burada da bulabiliyorsunuz işte.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)