28.02.2013

Kamera arkası: To The Wonder



Terrence Malick'in yeni filmi To The Wonder 'Aşkın İzleri' adıyla 8 Mart'ta gösterime girecek. Yukarıda filmden kısa bir kamera arkası bölüm var. Ben Affleck, Rachel McAdams, Olga Kurylenko ve Javier Bardem gibi oyuncuların söylediklerinden anlıyoruz ki Malick tüm ekibe bol bol kitap okutmuş. Darısı bizim oyuncuların başına diyelim.

Günün trailer'ı: The Conjuring



Lili Taylor'ı özlemişim. gerçi insan onu daha iyi filmlerde ve daha güzel rollerde görmek istiyor ama, buna da şükür. Korku türündeki The Conjuring'in yukarıdaki trailer'ı bir kısa film olmuş adeta. En son İnsidious adlı filmini izlediğimiz, orijinal Saw'un yönetmeni James Wan'ın çektiği film Temmuz ayında gösterime girecek.

Iron Man 3 afişleri gelmiştir


Bu filmlerin çok meraklısı değilim ama 9 yaşındaki oğlum seviyor. Aslına bakarsanız ben de onun yaşlarındayken Superman'e fena halde bayılmıştım, hatırlıyorum da. Normal demek ki. Öte yandan benim çocukluğumdan bu yana süper kahraman filmleri akılalmaz bir sanayiye dönüştü, o da ayrı. Artık her film, ve hatta filmdeki her karakter için çeşitli farklı afişler yapılıyor. Mesela bu afişler.






Cannes'da Jüri Başkanı Steven Spielberg


İlginç bir tercih doğrusu. Ama Fransızların Spielberg ( ve genelde Amerikan sineması ) sevgisini düşünürsek, şaşırtıcı değil. Zaten her 2, bilemediniz 3 yılda bir Amerikalı bir jüri başkanı oluyor Cannes'da. En son Robert de Niro ( 2011 ) vardı örneğin. Tim Burton ( 2010 ), Sean Penn ( 2008 ), Quentin Tarantino ( 2004 ) son 10 yılda Cannes'da jüri başkanlığı yapan isimler. Üstelik Spielberg kariyerinin ilk yıllarından beri Cannes'da dönem dönem bulunmuş bir isim. İlk filmlerinden The Sugarland Express 1974 yılında festivalde En İyi senaryo ödülünü almış; 1982 tarihli E.T. dünya prömiyerini Cannes'ın kapanış gecesinde yapmıştı. 1986'da da The Color Purple yarışma dışı olarak gösterilmişti. Gilles Jacob daha önce de defalarca Spielberg'e başkanlık teklifi sunduklarını ama şimdiye dek bir türlü kısmet olmadığını ( tam böyle dememiş tabii ) söylemiş. Tam olarak şöyle demiş: "Bu yıl bana 'ET eve telefon et' dediklerinde mesajı aldım ve hemen Spielberg'i aradım."

27.02.2013

Oscar'da ne oldu?


Dikkat! Bu yazı daha önce NTVMSNBC'de yayınlanmıştır

Beyaz Saray'dan verilen Oscar! Skandal değil de ne?
Herşeyden once şunu söylemeliyim ki bu yıl belki daha önceki yıllardan bile sürprizsiz bir törendi Oscar ödül töreni. Bunun en önemli nedenlerinden biri de asıl sürprizin tören öncesi daha adaylıkların açıklanmasında yaşanmış oluşuydu. Yıl boyunca hemen her ödül töreninden tuhaf bir şekilde sırtı sıvazlanarak ve ödüllendirilerek yollanan Ben Affleck bir şekilde En İyi Yönetmen Oscar'ına aday olmadığında Hollywood'da yaprak kıpırdamadı belki ama bu durumu da kimse tam olarak anlayamadı. Sen hem Altın Küreler'de, hem Bafta'larda, hem de Yönetmenler Birliği'nin ödüllerinde zafere ulaş, Oscar'da ise aday bile gösterilme. Oscar tarihinde eşine az rastlanır bir sürprizdi doğrusu bu. Yine benzer şekilde Kathryn Bigelow'un diğer tüm önemli ödüllerin hemen hepsine aday gösterilip Oscar'ın dışında bırakılması yılın bir başka sürpriziydi. Onların yerine ilk 5'e alınan Benh Zeitlin ve Michael Haneke gibi isimlerin varlığı da sürprizli adaylıkların bize daha hoş gelen ama çok da bir şey ifade etmediği açık olan yanıydı. Paul Thomas Anderson'ın yönetmen olarak hiç kale alınmamasıysa düpedüz terbiyesizlik bana sorarsanız ama en nihayetinde Oscar bu, çok da ciddeye alıp asabiyet yaratmanın alemi yok.

Yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi, adaylıklar böyle sürprizli olunca, ödüller zaten büyük ölçüde sürprizden arınmış oluyor. Haa, eğer ki Amour gecenin sonunda En İyi Film seçilseydi, ya da Zeitlin veya Haneke törenden En İyi Yönetmen Oscar'ıyla ayrılmış olsaydı o zaman bir sürprizin vuku bulduğunu kabul ederdim ama siz de takdir edersiniz ki, olacak şey değildi. Olup bitenler ne yazık ki sürprizsiz olmasının çok ötesinde, aslında fena halde vahimdi. Neden mi? Açıklamama müsade ediniz.

Bu yılki En İyi Film adayları arasında 'meselesi' olan filmler çoğunluktaydı. Meselesi derken sözcüğü özellikle tırnak içine aldım zira bu elbette öznel bir durum. Benim için mesele olan şey başkası için olmayabilir ( ya da tam tersi ). Ama öyle ya da böyle Argo, Lincoln, Zero Dark Thirty, Life Of Pi, Beasts of Southern Wild, Amour, hatta biraz zorlarsak Silver Linings Playbook ( kimileri bipolar bozukluğu olan insanlarla ilgili bir bilinç yarattığını falan iddia ediyordu bazı yazılarda ) bile bir meseleyi az ya da çok dert edinmiş filmler. Django Unchained için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zira Tarantino'nun dediği köleliği falan mesele edinmiş değil, aksine bu konuyu istismar eden ve aklı başında bir cümle kuramayan bir film. ( Bu arada farketmişsinizdir, nedense Les Miserables'ı ciddiye bile almıyorum. )

Bigelow'un şiddeti öne çıkaran filmi resmi görüşe ters mi düştü acaba?
Uzatmayalım, bu meselesi olan filmler arasında özellikle üç tanesi ( Argo, Lincoln, Zero Dark Thirty ) bir şekilde ABD tarihinin üç farklı dönemini ve o döneme ait resmi görüşü dile getiren, hatta savunan filmlerdi. Bunlardan özellikle ikisi günümüz Amerikan politikalarına yön veren kesimin de onayladığı yapımlardı. Kısaca hatırlayacak olursak; Lincoln ABD tarihinin en saygın ( vaktinde öldürülmüş her Başkan gibi ) liderlerinden birini tam da köleliği kaldırdığı dönemde perdeye getiriyor ve bir anlamda Amerikalıların liberal gururunu okşuyordu. Diğeri, yani Argo ise, fırsat bulduğu anda dünyanın en ücra köşesi bile olsa gizli ya da açık bir şekilde müdahale etmekten çekinmeyen CIA'in farklı ve sempatik bir yüzünü sergileyerek yakın dönem Amerikan imajını makyajlıyor ve yenir yutulur bir hale getiriyordu. İşte bu 2 filmin Oscar gecesi taltif edilmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Aslında Zero Dark Thirty de bu iki filme eşlik edebilir, hatta sinemasal kaliteleri sayesinde geride bile bırakabilirdi ama öyle olmadı zira içinde beklenmedik derecede rahatsız edici şeyler vardı. ABD'nin 2001 sonrası dış politikalarını gözler önüne seren ve hatta belli bir ölçüde savunan Zero dark Thirty'nin sol kanadı rahatsız etmesinin sebeplerini anlamak zor değil. Film CIA'in sonuca gitme yolunda yaptığı işkenceleri onaylayan bir bakış açısına sahip. Peki ama sağ kanat neden rahatsız oldu bundan? Onlar da aslında işlediği bu suçlarla yüzleşmek istemedikleri için tukaka ettiler filmi. Onlara sorarsanız CIA'in kimseye işkence falan yapmışlığı yoktu. Başta eski Başkan adayı John McCain olmak üzere bazı senatörlern, yani doğrudan devletin filme saldırması işte bu yüzdendi.

Amerikan politikalarına en çok uyan film Argo elbette
Bugün şunu anlıyor ve görüyoruz ki ( Oscar sobnrası iyice netleşen manzaraya bakarak ) ABD resmi politikalarını idare eden kesim en çok Argo'nun çizdiği portreyi seviyor. Yani ABD dünyada çeşitli operasyonlara kalkışsın ama tıpkı Argo'da olduğu gibi, şiddet yoluyla değil, zekayla, kurnazlıkla ve mümküğnse Hollywood eliyle yapsın yapacağını. İşin komik ( ya da trajik ) tarafı Hollywood da dünden razı ve hazır bu role. Yani sadece film ithal ederek yaptıkları kültürel emperyalizm ( sonunda söylettiniz işte ) yetmiyormuş gibi bir de CIA'nin taşeronluğunu yapmak istiyorlar, iyi mi?

Oscar ödül töreninin son dakikalarında tanık olduğumuz o tuhaf olaya geliyoruz böylece. Tıpkı 2006 yılında olduğu gibi En İyi Film ödülünü sunmak üzere sahneye davet edilen Jack Nicholson'ın elinde sonucun yazılı olduğu zarf vardı ama o asıl zarf değil yedek olanıydı. Asıl zarf Beyaz saray'daydı zira. Bunu da once ne gevelediğine pek anlam beremediğimiz Nicholson'ın arkasında bir perde inince ve etrafı genç askerlerle ( dekora bakar mısınız?) bezeli Michelle Obama kameraya dönünce anladık. Sonradan öğrendik ki bu dahiyane fikrin arkasında da yine Hollywood varmış. Harvey Weinstein'ın ( tanımayanlar yeni bir pencerede Wikipedia falan açsın lütfen ) 17 yaşındaki kızının akıl ettiği bu sahne acilen Oscar gecesinin yapımcılarına fısıldanmış ve onlar da çok beğenerek Akademi Başkanı Hawk Koch ile paylaşmış. Koch da fikri çok beğenince iş Beyaz Saray'a danışmaya kalmış. Kendisine sunulan bu fikre çok sıcak bakan Michelle Obama da "Neden olmasın? Biz zaten Beyaz Saray'da sürekli film izleriz" deyince düğmeye basılmış. 2 hafta önce Koch ile birlikte gizlice Washington'a giden iki Oscar yapımcısından Zadan bakın hangi sözlerle hatırlıyor o anları: "Tıpkı Argo filmindeki gibi bir operasyondu, CIA gibiydik sanki, çok karmaşıktı." Uzun lafın kısası Amerikan dış politikalarının tüm dünyada masumane bir aklanmasından başka bir şey olmayan Argo'nun yolculuğu, tam da olması gerektiği gibi belki de, Beyaz Saray'da bitti. İnsanın aklına filmi en başından hükümetin sipariş edip etmediği sorusu geliyor doğrusu. Ama Hollywood o kadar yalaka ki son zamanlarda, siparişe gerek duymamışlardır.

Son bir not. Törenin en güzel konuşmalarından birini Daniel Day-Lewis yaptı bence. Herkesin ondan Lincoln'e, özgürlüğe, eşitliğe dair hamaset dolu bir konuşma beklediği gecede arkasında duran Meryl Streep'e dönerek "Ben aslında 3 yıl önce Margaret Thatcher rolüne hazırlanıyordum, Meryl de Lincoln'ü oynayacaktı" diye başlayan konuşması herkesi güldürdü ama biraz asabi bir kahkaha tufanıydı duyduğumuz. Dikkatli gözler kendisine yönelen kameraları fark edip gülümsemeye başlamadan hemen önce Steven Spielberg'ün yüzündeki memnuniyetsiz ve olanlara anlam veremeyen ifadeyi yakalamıştır. Tahminim o ki, bundan sonra Daniel Day-Lewis tüm Amerikan Başkanlarını aynı filmde canlandırsa bile Oscar falan alamaz.

Daniel Day-Lewis ve son Oscar'ı. Gerçekten son.





26.02.2013

Joshua Oppenheimer ile Öldürme Eylemi üzerine


Dikkat! Bu yazı daha önce NTVMSNBC'de yayınlanmıştır


Önüne koyduğum i-Pad'i imzalarken ( sormayın, uzun hikaye ) "Şuna bak! Elyazımı geliştiriyor bu şey" diyor Joshua Oppenheimer. "Baksana, yazım ne kadar güzel görünüyor. Ben de bir i-Pad alayım". Bunları söyleyen adam 8 yıl boyunca Endonezya'da yakın tarihin en acımasız katilleriyle haşır neşir olmuş, yaklaşık 1000 saatlik görüntü toplamış ve yılın en sarsıcı belgesellerinden birine imza atmış bir sinemacı. Ve sevindiği şey de elyazısının güzelliği! Gel de hayran olma.
Şunu hemen söyleyeyim, Öldürme Eylemi ( The Act Of Killing ) bu yıl !f İstanbul'da izleyicyle buluşan en güzel filmlerden biri. Güzel demek yanıltıcı olabilir aslında, zira film son derece depresif olarak da algılanabilir, ya da sert. Ama izleyiciyi dönüştüren filmlerden biri olduğu tartışılmaz, güzelliği de buradan geliyor. 1965 yılında Endonezya'da yaşanan ve 1 milyona yakın komünistin öldürülmesiyle sonuçlana Suharto kıyımının günümüzdeki izlerini süren film kurbanların değil de katillerin tarafından ( ama onlardan taraf değil ) çekilmiş. İnsanları katlettikleri için kendilerini kötü değil de mutlu hisseden, övünen, caka satan katillerin boy gösterdiği film insanlık tarihine çarpık ama dürüst bir ayna tutan, eşine az rastlanır bir belgesel.


Berlin'de bir ödül aldınız, ne düşünüyorsunuz?

Berlin'de belgesel dalında İzleyici Ödülü almak harika bir şey elbette. Rüyamda görsem inanmazdım. İzleyici ödülleri genellikle izleyiciyi mutlu eden filmlere verilir. Böyle karanlık bir filmle bu ödülü almayı hiç beklemezdim doğrusu. Berlin'e gittiğimde insanlar bana 'Josh, izleyici ödülünü alabilirsin' dediler ama ben de onlar 'imkansız' dedim, İzleyici Ödülü hep eğlenceli, hafif, mutlu filmlere gider. Bu filmin İzleyici Ödülü aldığı her kent benim yaşamak isteyeceğim bir kenttir çünkü Öldürme Eylemi'nin insanlar tarafından beğenilmesi harika bir şey. Berlin'de beni en çok etkileyen şey orada yaşayan insanların 70 yıldır kötülükle, kötülük işleyen insanlarla uğraşıyor olmalı. Onları Nazi ya da canavar diyerek kendilerinden uzaklaştıma yoluna gitmemişler, aksine o Nazilerin de insan olduğunu anlamaya çalışmışlar. Öyleler elbette, bizim komşularımız, akrabalarımız, büyükbabalarımız, hatta biziz onlar. Yani Alman izleyiciler Öldürme Eylemi'nin anlattığı şeye karşı hazırlıklıydılar. O da neydi 'Bakın bu insanlar kötyü insanlar değil. Kötülük işleyen insanlar.' İnsanları kötü olarak nitelerken biz aslında kendimizi onlardan uzaklaştırıyoruz ve kendimizi iyi sınıfına sokuyoruz. Ve böylece yanlış bir noktaya varıyoruz. Soykırımı ya da kitle katliamını önlemenin yolu kötü insanlardan kurtulmak oluveriyor. Biz iyiyiz, onlar kötü, onlardan kurtulursak herşey yoluna girer. İşte bu noktada bir tekrara düşüyoruz, öldürme yeniden başlıyor.

Amerikalısınız ama orada yaşamıyorsunuz değil mi?

Teksaslıyım ama henüz 1 yaşımdayken oradan ayrılmışız. ABD'de bir sürü yerde yaşadım ama üniversiteyi bitirir bitirmez, 1997'de Londra'ya gittim ve 2011'e kadar da orada yaşadım. Şimdi Danimarka'da, Kopenhag'da yaşıyorum.

Ülkenizin dışında sinema yapıyorsunuz yani. Hollywood'a karşı bir tepki de var mı bu durumunuzda?

Aslında Birleşik Devletler'de yapmak istediğim bir sürü güzel şey var. Öldürme Eylemi 1965 yılında Endonezya'da olanlar hakkında bir film değil, bugün hakkında. Normallik dediğiniz şeyi, bugünkü hayatınızı terör ve o terörün, o kıyımın kutlanması üzerine kurduğunuzda olan şeyler hakkında bir film. Aslında bunu düşündüğüm zaman aklıma gelen bir başka ülke de kendi ülkem, Amerika. Bana Endonezya'da öldürdüğü insanları anlatan ilk kişiyle Şubat 2004'te konuşmuştum. Beni nehrin kenarına götürdü ve kafalarını keserek 10 bin 500 kişiyi nasıl öldürdüklerini anlattı. Sonra o ve yanındaki arkadaşı küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp onların fotoğrafını çekmemi istediler. Arkalarında nehir akarken zafer işareti yaparak resim çektirdiler. Bu olay 2004'ün Şubat'ında oldu. İki ay sonra, Nisan 2004'te Amerikalı askerlerin Irak'ta çektirdiği fotoğraflar çıktı ortaya. Onlar da işkence ettikleri mahkumlarla birlikte zafer işareti yaparak ve gülerek poz vermişlerdi. Hollywood'un tüm western türü de aslında bir soykırımın kutlanmasıdır sonuçta. Yerli Amerikalıların soykırımı. Endonezya'daki durum şu açıdan çok ilginç; burada kıyım yapmış ve kazanmış insanlar var. Hala iktidardalar ve kimse de onlara yanlış bir şey yaptıklarını söylememiş. Yani Rwanda, Kamboçya ya da Naziler hakkında yapılan filmlerden farklı bir durum ve bu yüzden de çok açıklar bu konuda. Hatta böbürleniyorlar yaptıklarıyla. Ama şunu sormalıyız kendimize, bu acaba kurrlın bir istisnası mı, yoksa kuralın kendisi mi? Normal görülen mi? Çünkü sonuçta her toplum bir ölçüye kadar kitlesel şiddet dönemleri üzerine inşa edilmiştir. Birleşik Devletler'de de böyle bu. Yerli Amerikalılara karşı yapılan soykırımı, kölelik holokostunu düşünün. Tüm toplumlarımız, tüm normalliklerimiz şiddet üzerine işnşa edilmiş. Yani günün birinde dönüp ülkemde film çekmek isterim, benim uzaklığım aşk yüzünden. Birlikte olduğum insanla alakalı.

Uzun bir çekim süreci var Öldürme Eylemi'nin. Başlangıç noktanız nehir kıyısındaki o olay mıydı?

Daha önce başladı aslında. Benim ilk niyetim hayatta kalanlardan oluşan bir topluluğun filmini çekmekti. Onlarla birlikte çalışarak, onların sessizliğini kırmak ve başlarına 1965'te neler geldiğini anlattırmak istiyordum. Ama ayrıca o kurbanların bugün hayatta olan akrabalarının hala yaşadıkları korkuyu, baskıyı, sindirmeyi de ilk kez gözler önüne sermek gibi bir isteğim de vardı. O insanlar bugün hala ordu ve polis tarafından izleniyorlar, hala her hafta hükümet tarafından, hükümete bağlı güçler tarafından taciz ediliyorlar. Bu durum ancak yeni yeni değişmeye başladı. Yani önce soykırımdan kurtulanlarla birlikte bir film çekmek için yola çıktım ama sonra gördüm ki ne zaman bir şeyler çekmeye kalksak ordu güçleri tarafından taciz ediliyoruz. Bunu birlikte çalıştığımız insanlar açısından güvenli bir şekilde nasıl anlatabiliriz diye düşünmeye başladık. Bana 'Bu sessziliği kırmak çok öenmli Josh' dediler ' ama bunu yapmanın tek yolu katillerle birlikte filmi çekmek. Onlar seve seve konuşacaklardır.' Aslına bakarsanız çekimleri bir türlü yapamamamızın sebebi de o katillerin bizi sürekli izliyor olmasıydı. Etrafımızda yaşıyorlardı aslında. Yani bir katil bulmak istiyorsanız sokağın diğer tarafına yürümeniz yetiyordu çünkü karşı kaldırımdaki adam konuştuğumuz kişinin teyzesini öldüren katildi. Katillerle çekim yaptığımda herşeyin değiştiğini gördüm. Devlet resmen kırmızı halı serdi altımıza. İstediğimiz herşeyi çekiyorduk. Katillerle buluşmaya başladım ben de. Onlarla çekim yaparken şunu farkettim ama, ilk katilden filmin başkişisi olan Anwar'a kadar ( o konuştuğum 41. kişiydi ) kimle konuşursam konuşayım gördüm ki bana sağlıklı bir tanıklık sunmuyorlar. Oturup ciddi ciddi konuşmak, duygularını ifade etmek yerine yaptıkları o korkunç şeylerle caka satıyorlar, böbürleniyorlar, hava atıyorlar. O zaman şunu sordum kendime, beni nasıl görüyorlar bu insanlar? Onları nasıl görmemi istiyorlar? Nasıl oluyor da bu kıyımla böbürlenmenin doğru bir şey olduğunu sanıyorlar? Dünyanın onları nasıl görmesini istiyorlar? Ve tabii kendilerini nasıl görüyorlar? İşte o noktada kendilerini bu kadar övmelerinin sebebini anlamam gerektiğini farkettim. Çünkü soykırımın bir tarafında korku ve sindirme varsa diğer tarafında da katillerin böbürlenmesi vardı.

Filmin yönetmenlerinden biri de Endonezyalı anladığım kadarıyla ve adını gizli tutuyorsunuz.

Evet, onun adı Anonim olarak geçiyor. Anonim benim birlikte çalıştığım en iyi yürekli, en yaratıcı ve en cesur insan. Bu 8 yıl boyunca benim en yakın dostum, hatta ailemden biri oldu. Ve özellikle Berlin'de onun benimle birlikte sahneye çıkamayışına çok üzüldüm. Benimle birlikte spot ışıklarının altında durup, kendi adıyla, yaptığı işin karşılığını görmeliydi ama Endonezya'daki politik durum yüzünden bu mümkün olamadı. Filmin sonunda akan yazılara bakarsanız çok uzun bir 'anonim' listesi olduğunu görürsünüz. Sayfalar dolusu anonim vardı ve hiçbirini açıklayamadık çünkü bu onlar için çok tehlikeli.

Anladığım kadarıyla Werner Herzog filminizi çok beğenmiş ve hatta para da vermiş.

Hayır, hayır Herzog para falan vermedi.

Ben adını yürütücü yapımcı olarak görünce para da verdi sandım.

Hayır, belgesel dünyasında işler öyle yürümüyor. Normal filmlerde yürütücü yapımcı para da verir, doğru ama belgesel filmlerde vermezler. Onlar daha çok bir danışman gibi, filmi sevdikleri için ve dünyaya açılmasına yardımcı olmak için adlarını verirler filme. Werner'in durumu da böyle bir şey.

Peki siz Herzog belgesellerini sever misiniz?

Herzog'un belgesellerini de, kurmaca filmlerini de çok severim. Grizzly Man'i severim mesela. God's Angry Man'i severim. Televizyonda vaaz veren ve kimse para yollamadığı için kızıp bir saat boyunca konuşmamaya karar veren papazın hikayesini. Tüm teknik ekip ağlamaya başlar hatta, Çok güzeldir. Even Dwarfs Started Small ve Strozek gibi kurmaca filmlerini de severim. Kahramanımdır.


Filme dönelim; Anwar ve diğer katillerin Amerikan sinemasıyla, Amerikan kültürüyle olan ilişkisi hakkında ne söyleyeceksiniz? Hollywood'un etkisini de düşünerek soruyorum bunu.

Filmler olsun, ya da haberler, ne olursa, fantezi dünyasına kaçtığımız anda biz iyi insanlar oluyoruz, diğerleri de kötü. İşte o zaman kendimizi körleştiriyoruz ve gerçekte neler olduğunu anlamamız imkansızlaşıyor. Korkunç gerçeklerden kaçıyoruz ama sonuçta yapılan herşey insanlar tarafından yapılıyor. Ama aynı şekilde umutlu gerçeklikten de kaçıyoruz. Çünkü eğer kötülükler insanlar tarafında işleniyorsa, o aptal tercihleri yapmalarını engelleyecek koşulları da oluşturmamız mümkün. Yani bence büyük düşman Hollywood filmleri ya da şiddet içeren filmler değil, aptal filmler. Anwar mesela bir filmden çıktığı zaman kendişni arınmış hissettiğini söylüyor. Sinemadan çıkıyor, sokağın karşısına geçiyor, ofisine girip insanları sorguluyor, işkence ediyor ve öldürüyor. Ve bunu da mutlulukla yaptığını söylüyor. İzlediği filmin ona verdiği ruh halini kullanarak kendinden, gerçeklikten uzaklaşıyor ve yaptığı şeylere tahammül edebiliyor. Yani Anwar öldürme eyleminden kendini soyutlayabilmek için oyunculuk yapıyor bir anlamda. Hangi filmden söz ettiklerini hatırlayın; şiddet içeren bir film değil, bir Elvis Presley müzikalinden çıktığını anlatıyordu. Elvis müzikali şiddet içeren bir film değil, aptal bir film. Öte yandan, Anwar'dan önce konuştuğum 30 - 35 katil film izleyen insanlar değillerdi ama yine de o korkunç şeyleri rahatlıkla yapabiliyorlardı.

Anwar'i çok yakından gözlemlediniz elbette. Filmde de görüyoruz ki vicdani bir hesaplaşma da yaşıyor. Peki sizce gerçekten değişiyor mu?

Ben hepimizin, her zaman değiştiğini düşünüyorum. Onun değişimi de filmde göründüğünden hem daha az, hem de daha fazla. Anwar'i filmimin baş kişisi olarak seçmemin sebebi çektiği acının ve yaşadığı travmanın yüzeye çok yakın oluşu. En başından beri dürüsttü o. Filmin başında onu binlerce insanı öldürdüğü çatıda dans ederken gördüğümüzde bile öyle. Dediklerini dinlerseniz, çok iyi dans ettiğini, dans etmeyi sevdiğini falan söylüyor. Bir playboy hayatı yaşıyuor, içiyor, uyuşturucu kullanıyor, dansa gidiyor, çünkü aslında unutmaya çalışıyor. Yani en başından beri bir travma var ve eğer unutmaya çalışıyorsa neden benim filmimde yer almayı kabul etti? Bütün o olayları yeniden canlandırması gereken bir filmde yer almayı neden istedi? Bence asıl sebep bu yeniden canlandırmar sayesinde geçmişiyle başa çıkabilme arzusu. Bu süreç onu yaptıklarının yanlış olduğunu anlayacağı bir bilince ulaştırmıyor ama tüm bu öldürme eyleminin onun da benliğinin bir yanını nasıl yok ettiğini göstermesine yarıyor.

Onları, bu karakterleri, ki oyuncularınız sayılır onlar, seviyor musunuz?

( Tereddüt ediyor biraz ) Evet. Anwar'le çok yakınlaştık filmi çekerken. Bir arkadaşlığımız oldu diyemem ama onu umursuyorum elbette. Bu filmi çekerken ikimiz de bu ilişki üzerinden daha büyük bir projeyi gerçekleştirmeye çalışıyorduk. Bence Anwar 40 yıldır çektiği acıyla başa çıkmaya çalışıyordu, bense bir Endonezyalı sinemacı için imkansız olan birşeyi, olup bitenlere dair süregiden sessizliği kırmaya çalışyordum. Anwar filmi izledi ve dürüst bir film olduğunu, yapmak için yola çıktığı filmin bu olduğunu söyledi. Filmin kendisine ihanet ettiği duygusuna sahip değil. Hala görüşüyoruz onunla, birkaç haftada bir konuşuyoruz.

Film bir fark yarattı mı peki?

Endonezya'da yarattığını söykeyebilirim. Aralık ayından bu yana film Endonezya'da 91 şehirde 270 kez gösterildi ve 10 bin izleyiciye ulaştı. Tabii ki normal dağıtım kanallarıyla gösteremiyoruz, hemen yasaklanır yoksa. Ama Endonezya'da film biraz 'Kral çıplak' etkisi yarattı. Ve Endonezya'da filmi izleyen herkes de ' Evet, tabii, bunu biliyorduk biz zaten' demeye başladı. Ve artık geri dönüş yok. Bir kez gerçek ortaya döküldükten sonra tüm bariyerler yıkıldı ve hikayeler anlatılmaya başlandı. Film bu anlamda tetikleyici bir işlev üstlendi ve herkes geçmişte olanları konuşmaya başladı. Şimdi herkes rejimin yolsuzluklarını, şiddeti ve yarattığı korkuyu konuşuyor. Bu da benim için çok öenmli çünkü bu filmin böylesi bir fark yaratacağını hayal bile etmiyordum.

Bu röportajdan bir kaç gün sonra Joshua Oppenheimer !f İstanbul'un Keşif bölümünde Siyad jürisinin ödülünü aldı. Gelecek yıl da filmini Oscar yarışına sokmak istiyor ki bunu da daha geniş kitlelere ulaşmak için yapacak, haklı olarak. Ne diyelim, yolu açık olsun.


 


Angelina'nın filmini Coen Biraderler yazacak


Angelina'dan kastım tabii ki Angelina Jolie. kendisi malumunuz olduğu üzre son yıllarda yönetmenliğe merak saldı. iyi de yapıyor aslında, Hollywood'da kadın bakışına her zamankinden daha fazla ihtiyaç var şu sıralar. In The Land Of Blood and Honey'nin ardından Angelina Jolie şimdi de 2. Dünya Savaşı kahramanlarından Lou Zamperini'nin gerçek hayat hikayesini anlatacağı Unbroken adlı filmi çekmeye hazırlanıyor. Aynı zamanda Olimpiyatlara da katılmış bir orta mesafe koşucusu olan Zamperini'nin filmini Laura Hillenbrand'ın 2010 yılında yayınlanan aynı adlı kitaptan hareketle çekecek olan Jolie aslında bu proje için anlaşılan ilk yönetmen değil. Filmi aslında Francis Lawrence ( I Am Legend, Hunger Games: Catching Fire ) çekecekti ama Aralık ayında işi Angelina devraldı. Bir süre filmin senaryosunu yazacak senarist arayan ve fena halde ince eleyip sık dokuyan Jolie sonunda Coen Biraderlerle anlaşmış. Bakalım bu ilginç ortaklıktan ne çıkacak?

25.02.2013

Oscar'da Obama sürprizinin arkasında Harvey Weinstein var


Bana sorarsanız bu yıl Oscar'a bundan daha cuk oturacak bir final yapılamazdı. İzlediyseniz zaten biliyorsunuzdur ( ya da izleyenler anlatmıştır çoktan ) ama ben bir kez daha hatırlatayım, Oscar töreninin son ödülünü sunmak üzere sahneye önce Jack Nicholson geldi ( ve ben içimden Ang Lee'nin Oscar aldığı bir önceki törende de o çıkmamış mıydı diyerek teoriler üretmeye başladım ) ve mikrofondan yankılanan sesiyle sürpriz bir şekilde arkasından inen perdeden Beyaz saray'a bağlandı. Burada Michelle Obama hazır bekliyordu ve adaylar sıralandıktan sonra zarfı da o açarak Argo'nun galibiyetini duyurdu. Peki bu final neden bu yıla uygundu derseniz, dikkat ederseniz aday filmlerin önemli bir kısmı Amerika devletinin ( ya da hükümetinin ) resmi ideolojisini öyle ya da böyle yansıtan filmlerdi ve Beyaz saray'ın da işe dahil olmasıla rezaletin son perdesi oynanmış oldu. Bu sürprizin nasıl hazırlandıüğına gelince; anladığım kadarıyla işin perde arkasında Hollywood'un cevval yapımcılarından Harvey Weinstein, hatta kızı Lily ( nedense ?) varmış. Önce gecenin yapımcılarına açmışlar konuyu ve çok beğendirmişler. Sonra Michaelle Obama'ya sormuşlar, o da 'Güzel fikir, biz zaten Beyaz saray'da hep film izleriz' demiş. İki hafta önce Akademi Başkanı Koch ve yapımcılar gizlice Beyaz saray'a giderek detayların üzerinden geçmişler. Hatta Koch operasyon için 'Tıpkı Argo filmindeki gibi bir olaydı' demiş. Artık ne söyleyeyim ki zaten?

!f İstanbul'un keşifleri belli oldu


Bir ödül töreni de bizden. !f İstanbul dün gece sona erdi ve Backyard'da düzenlenen törenle Keşif bölümünün ödülleri sahiplerine verildi. Buna göre Yılın İlham Veren Yönetmeni Komşu Sesler adlı filmin yönetmeni Brezilyalı sinemacı Kleber Mendonca Filho oldu. SİYAD jürisi ödülü ise Öldürme Eylemi filminin yönetmeni Joshua Opphenheimer'a verildi. Kısa film kategorisinde ise izleyicilerin oylarıyla verilen ödül Sonra adlı filmiyle Nazlı Elif Durlu'nun oldu.


Sırada Indie Spirit ödülleri var


Bağımsız sinemanın en önemli ödülleri olarak kabul edilen Indie Spirit Ödülleri de haftasonu sahiplerini buldu. Bu alanda yılın en iddialı yapımı olan Silver Linings Playbook tahmin edildiği gibi geceyi zaferle kapattı. Toplam 4 ödül alan film En İyi senaryo ( David O. Russell ), En İyi Kadın Oyuncu ( Jennifer Lawrence ), En İyi Yönetmen ( David O. Russell ) ve En İyi Film ünvanlarını kaptı.

En İyi Yabancı Film kategorisinde malumunuz Bir Zamanlar Anadolu'da da aday gösterilmişti ama diğer tüm ödül törenlerinde olduğu gibi burada da bu ödül Amour'un oldu.


İşte tam liste

En İyi Film
Silver Linings Playbook

En İyi İlk Film
The Perks Of Being A Wallflower

En İyi Yönetmen
David O. Russell ( Silver Linings Playbook )

En İyi Erkek Oyuncu
John Hawkes ( The Sessions )

En İyi Kadın Oyuncu
Jennifer Lawrence ( Silver Linings Playbook )

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
McConaughey ödülünü alırken
Matthew McConaughey ( Magic Mike )

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Helen Hunt ( The Sessions )

En İyi senaryo
David O. Russell ( Silver Linings Playbook )

En İyi İlk Senaryo
Safety Not Guaranteed ( Derek Connolly )

En İyi Görüntü Yönetmeni
Ben Richardson ( Beasts of the Southern Wild )

En İyi Yabancı Film
Amour

En İyi Belgesel
The Invisible War


Ödüller haftası: önce Cesar'lar


Fransız sinemasının en prestijli ödülü olan Cesar'lar sahiplerini buldu. Oscar ödül törenine katılmak üzere Los Angeles'a gittiği için paris'teki törende hazır bulunamayan Michael Haneke gecenin galibiydi. Avusturyalı sinemacı Hanekk En İyi Yönetmen ödülünü alırken Amour En İyi Film, En İyi Kadın Oyuncu ( Emmanuelle Riva ), En İyi Erkek Oyuncu ( Jean Louis Trintignant ) ve En İyi senaryo ( haneke ) ödüllerini aldı.

Matthias Schoenaerts: Ümit Veren Erkek Oyuncu
Yılın öne çıkan diğer yapımları arasında Prenom En İyi Yardımcı Erkek ( Guillaume de Tonquedec ) ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ( Valerie Benguigui ) alırken; Matthias Schoenaerts'e Ümit Veren Erkek Oyuncu ödülünü getiren Jacques Audiard imzalı De Rouille Et D'Os toplam 4 ödül ( Uyarlama Senaryo, Kurgu ve Müzik ) aldı. 3 ödül alan Benoit Jacquot imza Les Adieux de La Reine ise Görüntü Yönetimi, Kostüm ve Sanat Yönetimi dallarında zafere ulaştı. En İyi Yabancı Film ise Argo oldu. Sonuçta Amour geceyi 5 ödülle kapatırken 9 dalda ödüle aday olan Holy Motors maalesef sıfır çekti.

22.02.2013

Günün trailer'ı: The Unbelievers



Lawrence Krauss'un sorduğu şu soru Richard Dawkins'i duraklatıyor: "Elinde olsa hangisini seçerdin, bilimi anlatmayı mı, dini yok etmeyi mi?" Beni de durduran bir soru olabilirmiş bu doğrusu. hangisi önemli sahi? Galiba ilki daha önemli, ikincisi daha acil. Uzatmayayım, yukarıda adı geçen iki bilimadamının, iki ateist bilimadamının çeşitli coğrafyalara yolculuklar yapıp görüşlerini anlattıkları bir film The Unbelievers. Filmde Werner Herzog, Woody Allen, Ricky Gervais, sarah Silverman gibi birçok tanıdık simanın da destek verdiği film umarım İstanbul Film Festivali'nde programa alınır.

Bunlar da Oscar'ın afişleri


Bu yıl Oscar'ın iki resmi afişi var. Birincisi yukarıda gördüğünüz 85. yıl afişi. Üzerinde ilk kez bu yıl tasarlanan farklı bir Oscar silüeti var. Afişin üzerine ayrıca yılın aday filmlerinin adları da yazılmış, ki bu da ilk kez yapılan bir uygulama. Aşağıdaki "special edition" afiş ise ünlü tasarımcı Olly Moss'un imzasını taşıyor. Üzerindeki minik Oscar heykelciklerinin her biri 1927'den bu yana En İyi Film ödülünü almış yapımlardan ilham alınarak şekillendirilmiş. Çok da güzel olmuş.


En iyi film adayları için özel afişler


Her biri farklı bir tasarımcı tarafından yapılan bu afişlerin bazıları kesinlikle filmin kendi afişinden daha güzel. Ama örneğin Silver Linings Playbook'u pek beğendiğimi söyleyemem. Diğerleri, dediğim gibi hiç fena değil ve bazıları hatta çok güzel.









David O. Russell ve Jennifer Lawrence'dan yeni film


Birlikte Silver Linings Playbook'u çeken ikili 2 gün sonraki Oscar töreninde zafere ulaşırlar mı bilemiyorum ama şimdiden yeniden birlikte çalışma kararı aldıklarını söyleyebilirim. Gerçi Russell önce Christian Bale, Bradley Cooper ve Amy Adams ile Mart ayında sete çıkacak ama o filmde de Jennifer Lawrence'ın küçük bir rolü olacak. Russell ve Lawrence'ın yukarıda sözünü ettiğim filmiyse The Ends of the Earth adını taşıyor ve muhtemelen bir sonraki projeleri olacak. Filmin senaryosu ise Chris Terrio'dan, ki o da biliyorsunuz bu yıl Argo ile Oscar'ın güçlü adaylarından.

19.02.2013

Dennis Coté ile 20 dakika



Sokakta görseniz sinemacı demezsiniz. 2 metreye yakın boyu, platin sarısı saçları ve kollarının görünen tüm kısmını kaplayan dövmeleriyle daha çok bir hard rock grubunda davul çalıyormuş izlenimi veriyor Denis Coté. Oysa karşımda duran bu uzun adam daha 48 saat önce Berlin Film Festivali'nde prestijli Alfred Bauer ödülünü ( Gümüş Ayı ) almış son derece parlak bir yönetmen. Heybetli fiziğini görünce ona ayırdığımız sandalyenin küçük kalacağından endişe edip benimkiyle değiştirmek isteyip işstemediğini soruyorum ilk iş ama beni yanlış anlayıp 'Gazeteci mi olmamı istiyorsun?' diye soruyor. Sabahın bu erken saatinde röportaj ayarlanırsa böyle olur işte, daha uyanamamış ki zavallım. Neyse ki kahvaltısını etmiş, çayını kahvesini içip gelmiş keldığı Peak Hotel'in sinema temalı restoranına. Başlayalım mı, başlayalım. Fransızca mı başlayalım peki? Hayır, Kanada fransızcasını herkes anlamadığı için söyleşiyi ingilizce yapmamızı tercih ediyor. Öyle olsun.


İlk sorum tabii ki ayağının tozuyla geldiği Berlin üzerine. Aldığı ödülün alt başlığında 'Yeni bir perspektif açtığı için' ibaresi var. Yabana atılacak bir ödül değil. O da farkında bunun ve heyecanını da gizlemiyor. "Benim için çok güzel bir ödül oldu bu. Yani yaptığım işi beğenmişler ve devam etmemi söylüyorlar bir bakıma. Ödülü orijinalliğim için verdiler ve sırtımı sıvazlayıp, sen bu yolda devam et dediler." diyor alçakgönüllü ama övünçlü bir tavırla.

Peki ya !f İstanbul. Buradaki göreviniz jüri üyeliği. Daha önce jüride bulundunuz mu?

Çok bulundum. Eğlenceli bir iştir ama bazen de çok uğraşırsınız. Bazı jürilerde saatlerce tartıştığımızı hatırlıyorum. Önemli olan diğer üyelerle iyi bir ilişki kurabilmek. Neyse ki burada sadece 9 film var. Zaten ben bu işi filmleri yargılamak olarak görmüyorum, daha çok 5 değişik karakterin bir araya gelip, en iyi, öyle demeyeyim de, iyi bir filmi bulmaya çalışması bu. Doğru yerde, doğru zamanda ortaya çıkan filmi buluyorsunuz, hepsi bu.
O böyle söyleyince hemen diğer jüri üyelerinden biri olan ve bu yıl ilk uzun metrajlı filmi tabu ile büyük sükse yapan Miguel Gomes'i sormak geliyor aklıma ve soruyorum da. Tabu'yu izlemiş ve çok beğenmiş: "Geçen yılın en iyi filmiydi kesinlikle. Tabu'nun hayranıyım."

!f İstanbul bağımsız filmlere adanmış bir festival. Siz bağımsız olarak görüyor musunuz kendinizi, ya da bağımsız sinema ne demek sizin için?

'Bağımsız' çok büyük bir kelime aslında. Anlamını da tam olarak bilmiyoruz sanki. Ama bence yönetmenin işin patronu olduğu her film bağımsızdır. İşveren ya da paranın sahibi anlamında demiyorum, başından sonuna, yaratımından montajına her aşamasına karar veren anlamında söylüyorum patronluğu. Tabii ki bu tip filmler gişede çok şanslı olmuyor, sadece festivallerde izleyiciyle buluşuyor. Yine de bu filmlerin yaşamasına yetecek kadar sinefil izleyici olduğunu düşünüyorum.

Kısa, orta, uzun, belgesel, kurmaca... hemen her türde film çekmişliğiniz var. Neye göre karar veriyorsunuz neyi, nasıl çekeceğinize?

Son 7 yılda 7 film çektim. Kimilerine çok gelebilir ama bunların 4'ü senaryo olmadan, doğaçlama, acil bir film çekme ihtiyacıyla çekildi. Açıkçası her an aklıma bir fikir gelebilir, ya da telefon çalabilir ve bir teklif gelebilir. Bunları bilemezsiniz. Ben daha çok kendi sesimi dinliyorum ve çok da hesap kitap yapmıyorum. 2005'ten beri film çekmek dışında bir iş yapmıyorum.  Eskiden film eleştirmenliği yapıyordum ama bazı filmleri fena hırpaladığım için sansüre uğramışlığım bile oldu. Neyse ki bıraktım artık ve sadece film çekiyorum. Hiçbir şeyi düşünmeden, hesaplamadan, öyle yapmama gerektiği için çekiyorum. Bir nevi misyon gibi film çekmek benim için.

Ama bu kadar doğaçlama çalışmak biraz riskli değil mi?

Yoo. Şöyle bakıyorum ben, çektiğim film kötü olursa çöpe atarım. Hiç zorlamam. Bazı sinemacılar 5 yıl uğraşıp bir başyapıt çekmeye çalışıyor mesela. Oysa ben filmlerimle bir duvar örüyor gibi görürüm kendimi. Her film bir tuğladır, eğer birini beğenmezsem orayı atıveririm. Büyük konuşmayı da sevmem, bazı filmlerim küçüktür, bazılarıysa daha iddialı. Çok baskı oluşturmam üstümde.

Bir filminiz de ( Nos Vies Privees ) Bulgarca hatta. O niye?

( Gülüyor ) Nos Vies Privees'yi 2007 yılında çektim. Doğu Avrupa'ya yaptığım bir yolculuktan yeni dönmüştüm ve birkaç arkadaş bir deneme yapmaya karar verdik. Hiç bilmediğimiz bir dilde film çekmeye çalışacaktık. İki Bulgar aktörü Quebec'e davet ettik ve az bir parayla, yarı doğaçlama bir senaryoyla işe başladık. Fena da olmadı aslında. Her şey lisanla alakalı değil bence, vücut dili daha önemli bazen. Çok eğlenceli bir deneyimdi.

Sırada ne var peki?

Ben bir küçük, bir büyük film yapmayı seviyorum. Örneğin Bestiaire üç kişi ve bir hayvanat bahçesini olduğu küçük bir filmdi. Ondan sonraki Vic + Flo Ont Vu Un Ours ise daha büyük bütçeli, iddialı bir film. Demek ki şimdi iki oyuncuyu alıp bir ormana götürmem an meselesi. Orada doğaçlama bir hikaye çeker sonra dönüp daha konvansiyonel, daha kalabalık bir ekibin olduğu, söktere uygun bir film çekebilirim.

Sinefil olduğunuzu biliyoruz. Sinemayı çok yakından takip ediyorsunuz. Türk yönetmenleri tanıyor musunuz?

Evet. Bakalım adını doğru söyleyecek miyim, Nuri Bilge Ceylan ( hemen hemen tam doğru söylüyor ). Doğru mu? Onun büyük hayranıyım mesela. Hazır İstanbul'a gelmişken gözümü dört açtım belki sokakta karşılaşırım diye.

Yakınlarda yaşıyor aslında.

Öyle mi? Evini bilsem gidip kapısını çalarım, o kadar hayranıyım. Tabii bir de sinema tarihinden bildiğim Yılmaz Güney var. Bence çok canlı bir sinemanız var, biraz bizim Quebec sineması gibi.

Burada Kanada ve Quebec ayrımı bilinir ama tam anlaşılmaz. Nasıl bir ayrım bu?

Bayağı önemli bir ayrım. Şöyle söyleyeyim, son zamanlarda duyduğunuz tüm filmler Quebec sinemasındandır. Bir de İngiliz Kanadası var ama onlar çok farklı, ABD'ye daha yakın. Onalrın dünyada tanınması daha zor o anlamda. Cronenberg, Atom Egoyan, Guy Maddin gibi isimler var mesela, 20 yıldır hep onlar akla gelir. Ama Qubece sineması dediğinizde Denis Villeneuve, Philippe Falardeau, Xavier Dolan, Denis Arcand gibi yönetmenler var.

Haftaya da Oscar ödülleri verilecek ve bir Kanada filmi yarışıyor.

Evet, Quebec filmi. Son 3 yıldır Quebec sineması aynı ödül için aday, ki bu öenmli bir başarı bence. Önce Incendies ( Villeneuve ), geçen yıl Monsieur Lazhar ( Falardeau ) ve bu yıl da  Rebelle ( Kim Nguyen ). Yani Oscar'ı sadece bu ödül için seyrederim, seyredersem.

Amour'u nasıl buldunuz?

Amour müthiş! Keşke tüm aday olduğu Oscarları kazansa. Herkes çıldırırdı herhalde. Ama tüm ödülleri Avusturyalı bir sinemacıya vereceklerini sanmıyorum.

Biraz daha konuşuyoruz aslında. Bresson, Pialat, Fassbinder gibi sinemacılara tutkun olduğunu, Vic + Flo'yu ilk kez izleyiciyle birlikte seyredeceğini, filmlerinde müzik kullanmayı çok sevmediğini ve gençliğinde hemen hemen tüm korku filmlerini izlediğini de anlatıyor Coté. Çok uzun olmasa da güzel bir söyleşi oluyor. Merak ettiğim hemen her şeyi sorduğumu sanıyorum. Bir sonraki gazeteciyle konuşmaya başladığında biz yola koyuluyoruz ve ancak arabaya bindiğimizde geliyor aklıma kolundaki dövmeleri sormadığım. Zut alors!


!f kırıntıları


Günlerdir elimden geldiğince !f'i takip etmeye çalışıyorum ve açıkçası Devamlılık Hatası'na yazacak zamanı da bulamıyorum. En azından bazı kırıntıları paylaşayım da çok uzak kalmayayım dedim. Öncelikle, tahmin edeceğiniz gibi yukarıdaki fotoğraf festivalin 2. günü Leos carax'ın Fransız Sarayı'nda basınla bir araya geldiği toplantı sonrasında çekildi. Kendisiyle birebir söyleşi yapamadım ama en azından bu fotoğrafı çektirdim.


Son iki gündür önce Dennis Coté, ardından da Jose Rivera ve Marianne Slot ile kısa söyleşiler yaptım. Bunların bir kısmı NTV Gece Gündüz'de yayınlandı ve yayınlanıyor. Sırada Miguel Gomes var, heyecanla bekliyorum. Uzun uzun yazamayacağım ama bir kaç kırıntı paylaşmak gerekirse, Marianne Slot şu sıralar halen montajı süren son Lars Von Trier filminini cannes'a yetişmeyeceğini ve ellerinde 7,5 saatlik bir film olduğunu söyledi. Tabii ki filmi kısaltmaya uğraşıyorlar, 4 montajcıyla birlikte. Slot harika bir film olduğunu Shia Laboeuf ve Charlotte Gainsbourg'un filmde müthiş olduklarını da ekledi. Bir başka ilginç nokta da Slot'un 25 yıl önce dağıtımcı olarak mesleğe atıldığı yıllarda ilk keşiflerinden birinin Yılmaz Güney oluşu.


Motorsiklet Günlükleri ve Yolda gibi filmlerin senaristi Jose Rivera ise şu sıralar Van Gogh'un hayatı üzeribne olan senaryosunu bitirmiş ve Ron Howard için bir dizi pilotu yazmaya koyulmuş. van Gogh filmini hangi yönetmenin çekeceği henüz belli değil ama Haneke ile çalışmak istediğini söylüyor. Van Gogh rolü için de aklında Michael Fassbender varmış. Ron Howard'ın dizisi ise Aztek uygarlığının İspanyol işgaslciler tarafından nasıl yok edildiği üzerine olacakmış. Şimdilik bu kadar. Dennis Cote röportajını ayrıca yayınlayacağım.

11.02.2013

İstanbul Film Festivali'nin afişi Nuri Bilge Ceylan'dan


Sadece ondan değil aslında, 32. İstanbul Film Festivali'nin afişi Bülent Erkmen ve Nuri Bilge Ceylan işbirliğinin bir ürünü. Aslına bakarsanız İKSV bu yıl tüm festival afişlerinde Bülent Erkmen ve bir sanatçının işbirliğinden yararlanacak. Örneğin Müzik festivali için de sarkis ile Bülent Erkmen'in işbirliği söz konusu olacak. Yukarıda gördüğünüz afiş de Nuri Bilge Ceylan'ın bir fotoğrafı üzerine Bülent Erkmen'in yaptığı bir tasarımla şekillenmiş. Güzel de olmuş doğrusu.

Günün !f trailer'ı: Tabu



Portekizli sinemacı Miguel Gomes'in siyah beyaz filmi Tabu yılın en dikkat çekici işlerinden biri. Sight & Sound dergisinin eleştirmenler arasında yaptığı soruşturmada yılın en iyi 10 filmi listesine 2. sıradan giren film gerçekten de etkileyici bir anlatıma sahip. Filmin hikayesi aslında son derece sıradan bir aşk/ihanet/ayrılık hikayesi gibi görünse de Gomes'in konuyu ele alış stili her şeyi bambaşka bir hale büründürüyor. Özellikle geçmişe, Portekiz'in Afrika'daki kolonilerinden birinde geçen yıllara döndüğü bölümlerde ses ve görüntü bütünlüğünü altüst ettiği anlatım tarzının izleyici üzerinde yarattığı uyarıcı ve şaşırtıcı etki akla bir başka Portekizli sinemacının, Manoel De Oliveira'nın filmlerini getiriyor doğrusu. Mutlaka izleyiniz diyor ve sizi katalogdaki özetle başbaşa bırakıyorum.

 Bresson, sinematografi üzerine notlarında sessizliğin filmler sesli çekilmeye başladıktan sonra keşfedildiğini hatırlatır. Miguel Gomes, siyah-beyaz çekilmiş nefis filminde bu ideali son derece özgün bir şekilde ters yüz ediyor. Film, Murnau’nun, Buñuel’in ve sömürgeci geçmişin melankolik hayaletleri aracılığıyla bu sessizliği kökenlerine iade ediyor. Hikâye bizi, tüm zamanını hayır işlerine adayan ve yaşlı komşusu Aurora’ya destek olmaya çalışan huysuz ve ihtiyar bir kadın olan Pilar ile tanıştırıyor. Aurora ise bir yandan tüm parasını kumara yatırıyor bir yandan da hizmetçisi Santa’nın kendisine büyü yaptığını düşünüyor. Aurora oldukça sıradışı bir istekte bulununca diğer ikisi bu karşılaşmanın sonuçlarını izlemek üzere ona eşlik ediyorlar. Sinemanın kendisi üzerine derin derin düşünen Tabu, yaratıcı fikirleri kadar yapımındaki ustalıkla da öne çıkan ender filmlerden.





Bafta'yı da Argo aldı


Bu gidişle Oscar'ı da alacak. Amour ve Beasts of the Southern Wild gibi iki muhteşem filmin varlığına rağmen   Argo ayın 24'ün de sezonun son ödülü olan Oscar'ı da alarak seneyi zaferle kapatacak anlaşılan ama bu da sadece ve sadece Amerikan sinemasının acınacak halini gösteriyor bana sorarsanız. Herneyse, İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi'nin ödüllerinde Argo En İyi Film, En İyi Yönetmen ( Ben Affleck ) ve En İyi Kurgu dallarında ödül alarak yılın en çok taltif edilen filmi oldu. Daniel Day-Lewis ( Lincoln ) ve Emmanuelle Riva ( Amour ) En İyi Erkek ve Kadın Oyuncu ödüllerini alırken; Anne Hathaway ( Les Miserables ) En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Christophe Waltz ( Django Unchained ) ise En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini aldılar. Yılın en iyi İngiliz filmiyse Skyfall oldu.

8.02.2013

Günün !f trailer'ı: Margaret



Bu yılki festivalde en çok merak ettiğim filmlerden biri de Margaret. Amerikalı sinemacı Kenneth Lonergan'ın filmi 5 yıl gibi uzun bir post prodüksiyon aşamasından sonra günışığına çıkabildi. Anladığım kadarıyla yapımcıyla aralarında filmin son hali üzerine doğan anlaşmazlıklar hukuki bir savaşa dönüşmüş. Kadrosu bir hayli zengin bir film Margaret ve hala bilet kaldıysa kaçırmamanızda yarar var derim. İşte !f kataloğundan filme dair bir kaç satır:

Kenneth Lonergan’ın iddialı projesi Margaret, hukuki sorunlardan dolayı altı yıllık bir sürede tamamlanabildi. Lisa Cohen Manhattan’da özel bir lisede öğrencidir. Vahşi bir kazaya tanık olduktan sonra duygusal patlamalarla dolu dengesiz bir ruh haline bürünür. Lonergan, Lisa’nın hikâyesini merkeze alıp bunu basit bir büyüme/ ergenleşme hikâyesi gibi görmekten itinayla kaçınır. Tersine, bunu ahlaki ve varoluşsal sorunları tartışan bir anti-ütopyaya dönüştürür adeta. Bu da aslında 11 Eylül sonrası parçalanmış, kırılgan Amerikan toplumuna ışık tutan karanlık bir masaldır. Lonergan, muazzam oyuncu yönetimi ve neredeyse opera gibi akan diyaloglarıyla büyük ekranda tekrar görülmeyi hak eden bir başyapıt ortaya koyuyor.