30.04.2014

Star Wars kadrosunda sürpriz isimler


Aslında günlerdir dedikodu mahiyetinde dolaşıyordu bu isimler ama nihayet resmiyet kazandı. Star wars'un efsane ilk üçlemesinde yer alan oyuncuların önemli bir kısmı serinin 7. filminde geri dönüyor. Bu isimler arasında Luke Skywalker rolünü canlandıran Mark Hamill, Prenses Lea rolüyle özdeşleşen Carrie Fisher ve Han Solo karakteriyle kariyerinde büyük bir sıçrama yapan Harrison Ford var.



Filmde ayrıca Oscar Isaac, Andy Serkis, Adam Driver, Max Von Sydow, Domhnall Gleeson, Daisy Ridley, John Boyega gibi isimler de yer alıyor. Aşağıda oyuncu kadrosunun toplu halde çekilmiş bir fotoğrafını da görüyorsunuz. J.J. Abrams'ın da fotoğrafta olduğuna bakılırsa okuma provası gibi bir çalışma yapılıyor olsa gerek. Hatırlatmak gerekirse film 2015'in Aralık ayında vizyona çıkacak.




29.04.2014

Günün afişi


John Carpenter'ın unutulmaz filmi Escape From New York net bir kategoriye sıkıştırılamayacak ( bilim-kurgu?, aksiyon?, distopya? ), tipik bir külttür kanımca. Yukarıda film için tasarımcı Gabz tarafından yapılmış yeni bir afişini görüyorsunuz. Altta da aynı afişin bir versiyonu var. 325 adet üretilen bu afişi 50 dolar karşılığında satın alabiliyorsunuz. Meraklısı buraya bir göz atabilir.


Cannes jürisi belli oldu



67. Cannes Film Festivali'nin 9 kişilik jürisi dün açıklanan isimlerle beraber netleşmiş oldu. Hem uzun, hem de kısa film dalında Cannes'da Altın Palmiye alan Yeni zelandalı sinemacı Jane Campion'ın jüri başkanlığı yapacağı zaten bir süredir biliniyordu. Diğer isimlerse şöyle sıralandı:

Carole Bouquet ( Oyuncu - Fransa )
Sofia Coppola ( Yönetmen, Senarist, Yapımcı - ABD )
Leila Hatami ( Oyuncu - İran )
Jeon Do-yeon ( Oyuncu - G. Kore )
Willem Dafoe ( Oyuncu - ABD )
Gael Garcia Bernal ( Oyuncu, Yönetmen, Yapımcı - Meksika )
Jia Zhangke ( Yönetmen, Senarist, Yapımcı - Çin )
Nicolas Winding Refn ( Yönetmen, Senarist, Yapımcı - Danimarka )

Görüldüğü üzre bu yılki jüride 4 yönetmen, 5 de oyuncu yer alıyor. Bu oyunculardan biri aynı zamanda yönetmenlik de yapıyor. Her zaman olduğu gibi uluslararası niteliği fazlasıyla ortada bir jüri var karşımızda. Benim buradaki tek çekincem sinemaya biraz da dışarıdan bakabilecek bir gözün eksikliği doğrusu. Daha önce Orhan Pamuk, Emmanuel Carrere, Hanif Kureishi gibi yazarlar, Alexandre Desplat gibi besteciler de jüride yer alırdı ve ödül seçimlerinde farklı bir bakış getirirdi bu isimler. Ama bu yıl festival böyle bir jüriye karar vermiş ( geçen yıl olduğu gibi ), bakalım neler olacak?

25.04.2014

Wes Anderson'dan Forrest Gump



Zamanımızın özgün sinemacılarından Wes Anderson'ın çok net çizgilerle ifade edilebilecek bir görsel dili var. Yukarıdaki kısa video da onun bu tarzının en çok dikkat çeken yanından hareket etmiş ve Forrest Gump'ı çekse neye benzerdi onu göstermiş. Yalnız Anderson'ın son filmi The Grand Budapest Hotel'i izleyenler de fark etmiştir, usta yönetmen her filminde sıkça kullandığı bu tepeden bakışları bu kez her zamankinden çok daha az kullanmış. Kendisi de bir arayışta anlayacağınız.

Günün afişi


Günün afişi Dan Mumford'dan geliyor. Usta tasarımcı John Carpenter'ın 1983 tarihli korku filmi Christine için yukarıdaki afişi tasarladı. Aşağıda aynı afişin bir versiyonunu daha görüyorsunuz. Afişlerin satışta olduğunu da belirteyim elini çabuk tutan kapar!


Tribeca'da ödüller sahiplerini buldu


İlk kez 2002 yılında düzenlenen Tribeca Film Festivali kısa zamanda dünyanın saygın festivalleri arasına girdi. Tabii bunda festivalin kurucularından Robert De Niro'nun çok etkisi var. 11 Eylül saldırılarından sonra New Yokr kentine moral ve hareket getirmek için başlatılan festival geçenlerde 13. kez düzenlendi ve dünyanın dört bir yanından filmler gösterildi. Festivalin yarışma bölümünde yer alan filmler arasında yapılan değerlendirme sonucu şu filmler ödül aldı:

Zero Motivation

Narrative ( Anlatı ) bölümünde

En İyi Film: Zero Motivation - Y: Talya Lavie ( İsrail )
En İyi Erkek Oyuncu: Paul Schneider ( Goodbye to All That )
En İyi Kadın Oyuncu: Valeria Bruni Tedeschi ( Human Capital )
En İyi Görüntü Yön: Damian Garcia ( Güeros )
En İyi Senaryo: The Kidnapping of Michel Houellebecq ( Guillaume Nicloux )
En İyi Kurgu: Five Star ( Keith Miller )
En İyi Yeni Yönetmen: Josef Wladyka ( Manos Sucias )

Point and Shoot

Belgesel bölümünde

En İyi Film: Point and Shoot - Y: Marshall Curry ( ABD )
En İyi Kurgu: Ne Me Quitte Pas ( Sabine Lubbe Bakker - Niels van Koevorden )
En İyi Yeni Yönetmen: Alan Hicks

Son Hobbit filminin adı değişti

"Bırak Bilbo, istediği adı koysun filme, sinirlenmeye değmez. Sen bize lazımsın"

Peter Jackson ilginç bir hamleyle önümüzdeki Aralık ayında vizyona girecek son Hobbit filminin adını değiştirdiğini açıkladı. Düne kadar There and Back Again olarak bilinen filmin adı bugünden itibaren The Battle of the Five Armies ( Beş Ordunun Savaşı ) olarak değişmiş durumda. Jackson filmin önceki adının kendisinde yanlış bir his uyandırdığını söyledi ve "iki filmde kalsaydık belki olabilirdi ama üç filme çıkınca doğru olmadığını düşündüm" dedi. "Bilbo zaten ikinci filmde oraya varmış oldu, o yüzden isim bence yanlıştı" diyerek de konuyla ilgili düşüncelerini açıkladı Jackson. Bu arada Jackson "There and Back Again" adını ileride üç filmlik bir DVD/Blu-ray setinde kullanabileceğini de ima etti.

24.04.2014

Günün trailer'ı: Maps to the Stars


Exclu : la première bande-annonce de «Maps to... paylaşan: Telerama_BA

David Cronenberg'in yeni filmi Maps To The Stars ilk gösterimini Cannes Film Festivali'nde yapacak. Başrollerinde Julianne Moore, Mia Wasikowska, Robert Pattinson, John Cusack gibi isimlerin olduğu film arızalı bir Hollywood ailesini anlatıyor.

Tuhaf bir film yolculuğu



Yukarıda gördüğünüz siyah beyaz görüntülerin ilginç mi ilginç bir hikayesi var. Okuyunca şaşıracağınızı düşünüyorum. İki öğrenci ( ve anlaşılan sanatçı ), Luke Evans ve Joshua Lake sırf merak ve sanat aşkına tek tek kestikleri 35 mm'lik film karelerini dikkatli bir şekilde yutmuşlar. Her film karesini de parlak renkli kapsüllerin içine koymuşler ve vücuttaki asitlerin filmleri işlemden geçirirken ( artık ne demekse ) kolon kanserine yakalanma risklerini minimuma indirmeye gayret etmişler. Filmler malum yollarla çıktıktan sonra da negatifleri bir güzel temizleyip elektron mikroskobuyla incelemeye almışlar. Son olarak da dev siyah beyaz baskılara dönüştürmüşler, işte yukarıda gördüklerinizi de o baskılar. Deneysel sinema diyenler?

Tarantino'ya mahkeme şoku


Hatırlayacaksınız, bir süre önce Quentin Tarantino'nun The Hateful Eight başlıklı senaryo taslağı internete sızmış ve Oscar'lı sinemacı o filmi çekmekten vazgeçtiğini açıklamıştı. Hatta Tarantino senaryoyu internete sızdıran Gawker adlı siteye de 1 milyon dolarlık bir tazminat davası açmıştı. İşte o dava nihayet sonuçlandı ve davaya bakan hakim John F. Walter yönetmenin aleyhine bir karar verdi. Yargıç gerekçesinde Tarantino'nun telif hakkının doğrudan ihlali yönünde yeterli bir kanıt ileri süremediğini söyledi. Öte yandan Ocak ayında senaryoyu sızdıran Gawker'ın yetkilisi ise senaryonun zaten internette dolaştığını ve ilk yayın hakkını çiğnemediklerini iddia etti. Bu arada geçen hafta Los Angeles'da düzenlenen bir etkinlikte senaryo izleyiciler huzurunda bazı oyuncular tarafından okundu ve aynı etkinlikte Tarantino hala film üzerinde çalıştığını belirtti. Okumaya katılan aktörler arasında Tarantino'nun film için ilk tercihleri olan Michael Madsen, Bruce Dern ve Tim Roth da vardı. Yani yakında filmin çekimlerinin başladığını duyarsanız şaşırmayın.

23.04.2014

Festivalin ardından - 1/2


Her yıl olduğu gibi bu yıl da istediğim, planladığım kadar film izleyemedim. İşti, hastalıktı derken birçok film güme gitti maalesef. Yine de izlediğim ve aklımda yer eden bazı filmleri burada sizinle paylaşmak istiyorum. Yukarıda da gördüğünüz gibi iki bölümlü bir yazı olacak bu ve ilk bölümünü festivalde izlediğim belgesellere ayırdım. Başlayalım.


Belgesel yapımlar son yıllarda kurmacalara oranla ( sayısal bir oran tabii bu ) hep daha doyurucu ve etkileyici oluyor sanki. Ya da ben özellikle belgesel sevdiğim için onları tercih ediyorum, bilinmez. Bu yılın belgeselleri arasında FACE ödülünü alan ve Yabancı Dilde En İyi Oscar'ının 5 adayından biri olan The Missing Picture ( Kayıp Resim ) "iyi ki izlemişim" dediğim filmlerin başında geliyor. Kamboçyalı sinemacı Rithy Panh'ın imzasını taşıyan film geçen yıl Act of Killing ile birlikte adı anılan ve çeşitli açılardan onunla karşılaştırılan bir filmdi. Gerçi iki film arasında ciddi farklar var ama benzer meseleleri ele aldığı da yadsınamaz. Kamboçya'nın yakın tarihini anlatan ve kimi siyah beyaz fotoğraflar ve film ( çoğu haber ) görüntülerinin yanısıra kilden figürlerle yaşanan korkunç yılları anlatan The Missing Picture son derece çarpıcı bir anlatıma sahip. Her şeyden önce tamamı elle yapılan kilden figürlere hayran kalmamak imkan değil. Tam bir el emeği göz nuru olan bu figürler arasında kalabalık insan topluluklarından tutun da, hayvanlara, köy manzaralarına, çalışma kamplarına varana dek çok sayıda "sahne" de yer alıyor. Renk kullanımının özel bir anlam ifade ettiği bu figürler filme de eşine az rastlanır bir duygu katmış. Filmin bütününe yayılan ve yönetmenin anılarını aktaran dış ses ise Kamboçya tarihine dair bir reehberlik sağladığı gibi filmin dramatik havasına da sağlam bir destek veriyor. Pol Pot'un iktidara gelişinin ardından yaşanan radikal değişimleri ve trajik olayları şiddet görüntülerine yer vererek değil ( işin kolayına kaçmadığını teslim edelim ) figürlerin aracılığıyla yarı dramatik bir tarzda anlatan Panh bundan sonra her filmini merakla beklediğim isimlerden biri olacak.


NTV Belgesel Kuşağı'nda yer alan filmlerden biri olan Trespassing Bergman ( Bergman'ın Evinde ) sinema meraklılarının kaçırmadığını umduğum bir filmdi. Farö adasında bir münzevi gibi yaşayan ustaların ustası Ingmar Bergman'ın evi ölümünden sonra kimi sinemacıların ziyaretine açılır ve bu ünlü sinemacıların ( yönetmenler, oyuncular vs ) ziyaretleri sırasında bir film ekibi onları takip edip, söyleşiler yapar. Film kabaca bu görüntü ve röportajlardan oluşuyor. Bir yandan Bergman'ın hayatının ve filmografisinin kronolojik bir serimi yapılırken, bir yandan da Haneke, Coppola, Von Trier, Scorsese, Inarritu, Landis, De Niro gibi bir çok ünlü isim de İsveçli yönetmen hakkında anı, görüş ve izlenimlerini paylaşıyor. Bergman'ın dünyasını ve filmlerini yakından bilenler için dahi ilginç yanları olan bir belgesel doğrusu. Tabii ki Lars Von Trier gibi zıpçıktılıkları yapanlar da yok değil. bergman'ın nasıl evin her odasında mastürbasyon yapmış olduğunu anlatan Danimarkalı provokatör bir kez daha akılları karıştırmayı başarıyor. Ama onu bir kenara koyarsanız sadece Bergman'ın evinin odalarında gezinmek bile ( yukarıda gördüğünüz film izleme odası gibi ) ciddi bir keyif, sinema adına.


Bu yıl belgesel dalında Oscar'ı kazanan ( ki bir sürprizdi benim için ) 20 Feet To Stardom ( Yıldız Olmaya Ramak Kala ) özellikle merak ettiğim filmlerden biriydi zira The Act Of Killing ve Al Meidan ( Meydan ) gibi iki muhteşem belgeseli nasıl alt ettiğini anlamak istiyordum. Açık konuşmak gerekirse Morgan Neville'in belgeselini beğenmekle beraber Oscar'da diğer filmlere biraz haksızlık edildiğini düşünüyorum. 20 Feet'in fikri çok iyi ve film de bir hayli iyi kotarılmış ama yine de insanı sarsacak denli güçlü bir belgesel değil, ki diğer filmlerde bunu yaşamış biri olarak söylüyorum. Film ünlü yıldızların gölgesinde kalmış vokalistleri anlatırken neden bazılarının dünyaca ünlendiği, neden bazılarının bir türlü yırtıp şöhrete kavuşamadığı sorusuna röportajlar ve tanıklıklarla yanıt arıyor. İster hırs deyin, ister ego, isterseniz yetenek ( ya da tüm bunların bir karışımı ), kimileri ne kadar umut vaat ederse etsin istediği yere ulaşımıyor ama yine de hayatlarını adadıkları bu işte onurlu bir yaşam mücadelesi vermeye devam ediyor. 20 Feet To Stardom tüm o gölgede kalan kahramanlara bir saygı duruşu nihayetinde ama benzer bir konuyu ele alan Searching For Sugarman ve Inside Llewyn Davis gibi filmlerin etkisinde olmadığı da kesin.


Bundan 3 yıl önce 21. yüzyıl sporunun en büyük idollerinden biri kimdir diye sorulsa büyük bir çoğunluk "Lance Armstorng" yantını verirdi herhalde. Bana sorsanız tüm zamanların sporcusu olduğunu bile iddia edebilirdim belki. Ama bugün bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıyayız. 7 kez üstüste dünyanın en zor  spor müsabakalarından biri olan Fransa Turu'nu kazanan Armstrong'un hemen herkes tarafından ezbere bilinen ( kansere yakalaınışı, ölüme meydan okuyup hayata tutunuşu ve ardından bisikletiyle harikalar yaratışı )hayat öyküsü son 2 yıldır yeniden yazılıyor. Geçtiğimiz yıl okuduğum ve aslında bisikletçi Taylor Hamilton'ın Armstrong merkezli doping organizasyonunu ifşa ettiği anılarından oluşan The Secret Race konuyla ilgili bir hayli bilgilenmemi sağlamıştı doğrusu ve Alex Gibney'in belgeseli The Armstrong Lie ( Armstrong Yalanı ) bu anlamda bana yeni bir şey anlatmadı. Öte yandan film belki de hiçbir kitabın veremeyeceği şeyi veriyor ve izleyiciyi Armstorng ile yüzyüze getiriyor. Doping olayı kanıtlandıktan sonra tüm şampiyonlukları elinden alınan ünlü bisikletçinin yaptıkları hakkında söyledikleri belki çok gecikmiş bir günah çıkarma gibi gözükebilir ama Gibney'in elinden geldiğince mesafeli ve sempatiden uzak durmaya çalıştığı filmi yine de izlemeye değer ve yer yer bir hayli heyecan verici. Yine de benim tüm bu olanlardan ve filmden çıkardığım şey şudur: Fransa Turu bir an önce iptal edilmeli, yapılacak iş değil.


Benzer bir yüzleşme Errol Morris'in ABD eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ile yaptığı mülakatlarda da var. The Unknown Known ( Meçhul Malum ) adlı belgeselde özellikle son Bush hükümetinin kilit isimlerinden biri olan Rumsfeld'in daha da eskiye giden siyasi kariyeri masaya yatırılıyor ve bir muhasebe yapılıyor. Ya da en azından Morris'in yapmak istediği şey bu. Armstrong'un tersine Rumsfeld film boyunca hiç günah çıkarma gibi bir psikolojiye girmiyor ve zaman zaman utanmazca yalan söylese de hiçbir konuda geri adım atmıyor. Sık sık ağzından çıkan "Bilmiyorum" yanıtı ise Morris gibi deneyimli bir belgeselciyi bile çaresiz bırakıyor doğrusu. Rumsfeld benzeri siyasetçilerden bizde de bolca olduğu için ( Demirel'den Bülent Arınç'a uzanan geniş bir yelpazeyi düşünün ) filmin bizlere seslenen çokça yanı olduğuna inanıyorum. Morris'in eski basın açıklamalarından derlediği görüntülerin çok benzerlerini biz gün aşırı görüyoruz, sadece bizim siyasetçilerimiz ( özellikle de iktidardakiler ) çok daha yüzsüz ve Amerika'daki gazeteciler soru sormakta çok daha özgür. Yine de çok fazla şey değişmiyor doğrusu. Bu da iktidar denen şeyin tüm coğrafyalarda benzer bir çürümeye neden olduğu gerçeğini hatırlatıyor bize, ki galiba en önemli mesele de bu.


Neredeyse tamamı bir tek yüz tarafından doldurulmuş bir film var sırada: Bertolucci On Bertolucci. Gerçekten de Walter Fasano ve Luca Guadagnino'nun imzalarını taşıyan belgesel hemen her karesinde İtalyan sibnemasının usta ismi Bernardo Bertolucci'yi çıkarıyor karşımıza ve biz, tüm filmi sadece onun görüntüsü ve sesiyle izlesek de, hiç sıkılmıyoruz. Yabana atılır iş değil doğrusu. Bertolucci'nin tüm kariyerini kronolojik bir dizgede gözler önüne seren film usta yönetmenin filmlerini, o filmlerin nasıl meydana geldiğini, hangi, tartışmalara sebep olduğunu ve usta sinemacının tüm bunlar hakkında neler düşündüğünü anlatıyor ve bunları da çok büyük ölçüde eski röportaj ya da kamera arkası görüntülerini montajlayarak yapıyor. Yönetmenin sinemasına aşina olanların büyük bir keyif alacağına inandığım belgesel sadece Last Tango In Paris ya da The Last Emperor gibi popüler filmleri izlemiş sinemaseverler için de bir şeyler ifade edecektir kanımca. Yine de onların sıkılma ihtimalleri de yok değil.


Viyana'daki Sanat Tarihi Müzesi'nin anlatıldığı The Great Museum konusu itibariyle daha önce bir benzerini izlemediğim bir belgeseldi. Müzelere duyduğum ilgi ve saygıdan mıdır bilmem, filmi son derece ilginç ve zenginleştirici buldum. Hatta filmi izlerken kendi kendime "Avrupa'da yaşasam böyle bir yerde çalışmak isterdim mutlaka" diye düşündüğümü itiraf edeyim. Müzede çalışan her bireyin işini ne kadar ciddiye aldığını görmek göz yaşartıcıydı doğrusu. Ama beni daha da etkileyen resmi mercilerin ( devlet erkanından bahsediyorum öncelikle ) de bu konuya ne kadar önem ve dikkat gösterdiğini görmek oldu. Devasa müzenin her bir santimetresine aynı özenin gösterilemsi, çalışanların da bu özenden nasibini alması ve tüm bunların aslında temel insani değerlerden sayılması gibi haller beni biraz ezdi aslına bakarsanız. Tam da o sırada müzedeki bekçilerden birinin bir Noel kutlaması sırasında ayağa kalkıp nasıl kendilerine karşı üstü kapalı bir ayrımcılığı yapıldığını anlattığı bölüm geldi de biraz gerçeğe döndüm. Sorunsuz cennet olmaz malum. Yine de şu kadarını söyleyelim, hani "Bizde sanata gereken önem verilmiyor" dediğimizde elitist olmakla suçlanıyoruz ya, bir de bu filmi izleyin bakalım, anlayabilecek misiniz? Sözüm meclisten dışarı elbette ( ya da doğrudan Meclis'ten içeri ).


İf İstanbul'da izlediğim etkileyici Pussy Riot belgeseli A Punk Prayer'dan sonra bu kez de Pussy Versus Putin ( Pussy Putin'e Karşı ) adlı belgeseli izleme fırsatı doğunca kaçırmadım doğrusu. Pussy Riot neredeyse tek başına Putin'e karşı son derece etkili bir muhalefet yürütüyor ve devrimin asıl itici gücünün kadınlar olduğu görüşünü muhteşem bir şekilde kanıtlıyor. Gogol' Wives adlı anonim kolektifin kotardığı filminse diğer film kadar güçlü olmadığını söylemek zorundayım. A Punk Prayer işin biraz daha derinine inip Pussy Riot'ı ve yakın çevresini daha iyi tanıtırken, Pussy Versus Putin daha genel bir plandan bakıyor meseleye ve Rusya'daki farklı dinamikleri göstermeye çalışıyor. Filmin özellikle Protestan fanatikleri odak noktasına aldığı bölümlerin çok çarpıcı olduğunu, ama yine de Pussy Riot'ı hiç tanımayanlar için de iyi bir başlangıç sayılabileceğini ekleyeyim.


Son yıllarda sıkça çekilen belgeseller de küresel finansal krizi dair olanlar. The Smartest Guys In The Room, The Inside Job gibi belgeseller bu konuda ilk aklıma gelenler. Ekonominin inceliklerini bilmeyenler için bu belgeseller kimi zorluklar içeriyor gerçi ama bu yıl festivalde gösterilen Master Of The Universe ( Evrenin Hakimi ) bu anlamda izleyiciyi en az zorlayanlardan. Frankfurt'taki terk edilmiş bir finans merkezinde, oranın üst düzey yöneticilerden biriyle yapılmış bir mülakattan ibaret olan film hem görsel dili, hem de öznesi üzerinden kapitalist yaşam tarzının ne kadar gayri insani olabildiğini göstermesi bakımından bir hayli etkiliydi doğrusu. Şunu da düşünmeden edemedim öte yandan: çok yakında tüm bunlar bizim ülkemizde de yaşanacak ve vahşi kapitalizmin çok daha karanlık bir yüzüyle tanışmış olacağız. Evinde ayakkabı kutularına istifledikleri dolarları olanlar hariç tabii.


Yönetmen James Toback ve oyuncu Alec Baldwin'in birlikte çekmek istedikleri film için Cannes'da para bulma maceralarını anlatan Seduced and Abandoned ( Baştan Çıkarılmış ve Terk Edilmiş ) adlı belgesel NTV Belgesel Kuşağı'nda izlediğim filmlerinden en eğlenceli olanıydı herhalde. Toback ve Baldwin'in yaklaşık 12 gün boyunca Cannes'da ulaşabildikleri tüm yapımcı, oyuncu ve iş adamlarıyla ( ki bazılarının mafya olduğuna şüphe yok ) yaptıkları toplantı ve görüşmelerden oluşan film günümüzde sinema sektörünün nasıl işlediği ve bir filmi finanse etmenin hangi aşamalardan geçtiğini göstermesi bakımından çok iyiydi. Elbette hiçbir şey burada gösterildiği kadar basit değil, ama filmdeki bazı toplantıların son derece aydınlatıcı olduğunu söyleyebilirim. Günümüzün en popüler yıldızlarından Ryan Gosling'in filmde söylediği her şeye imzamı da atarım bu arada. Bu arada kişisel bir de notum olacak: 2012 yılında benim de gittiği Cannes Film Festivali'nde çekilen filmin bir yerinde ( Toback ve Baldwin'in Film Market'te dolaştıkları bölüm ) festivali birlikte takip ettiğim dostum Yekta Kopan'ı da görmek çok hoş bir sürpriz oldu benim için. Anladığım kadarıyla ben o sırada başka bir yerdeydim ve bu matrak filmde görünme şansımı bu yüzden kaybetmişim. Neyse ki Yekta fırsatı kaçırmamış.


22.04.2014

Gabriel Garcia Marquez'in ardından


20. yüzyılın en önemli edebiyatçılarından Gabriel Garcia Marquez geçenlerde ( 17 Nisan ) hayata veda etti. Nobel ödüllü yazarın İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan çok kapsamlı bir biyografi var, okumanızı tavsiye ederim, tabii kendi yazdığı olağanüstü yapıtlarla birlikte. Biyografinin önsözünde 20. yüzyılın en önemli romanları ya da yazarları sıralanmak istendiğinde akla gelen isimlerin hemen hepsinin asrın ilk yarısına ait olduğu yazıyor. Gerçekten de Kafka, Woolf, Hemingway, Mann, Zweig, Fitzgerald, Faulkner gibi ilk akla gelen yazarların hepsi 1950'den önce yaşamış ya da yazmış edebiyatçılar. Yüzyılın ikinci yarısında onlarla aşık atabilecek tek yazar var: Marquez. Gerçi ben Nabokov'u da bu kısacık listeye eklemeye meyilliyim ama kitaptaki bu görüşe de saygı duyuyorum. Gelelim bizim konumuza. Bildiğiniz gibi Marquez romanlarından yapılan film uyarlamaları konusunda bir hayli titiz ve hatta aksi bir yazardı. İşin ilginç yanı kendisi de uzun yıllar film eleştirmenliği yapmıştı. Sadece o da değil, senaryolar yazmış, Latin Amerika Film Vakfı'nın yöneticiliğini yapmış ve Havana'daki Film Enstitüsü'nün kurucuları arasında yer almıştı. Yine de roman uyarlamalarına inanmazdı. 1981 yılında bir röportajda "İyi bir romanı daha da geliştiren tek bir film bile gelmiyor aklıma, ama kötü bir romandan yapılmış bir çok iyi film biliyorum" demişti. Haksız da değil aslına bakarsanız. Öte yandan bu görüşe varmadan önce hiç de az sayılmayacak bir süre sinemayla yakından ilgilendiğini ve yazarlıkla sinemacılık arasında gidip geldiğini bir kez daha vurgulamakta yarar var. Nihayet sinemadan vazgeçtiğinde şunları söyleyecekti usta yazar: "Muazzam görsel kuvvetiyle sinemanın mükemmel bir ifade aracı olduğunu düşündüm hep. Yüzyıllık Yalnızlık'tan önceki bütün kitaplarıma bu kararsızlık engel oldu. Bunlarda, karakteri ve sahneyi görselleştirmek için aşırı bir istek, diyalogların ve hareketlerin zamanlaması konusunda milimetrik bir dikkat, bakış açısını ve kadrajı belirtme takıntısı var. Fakat sinemada çalışrıken, ne yapılabileceğini fark etmekle kalmayıp, ne yapılamayacağını da anladım; görüntünün, anlatımın diğer öğeleri üstündeki egemenliğinin muhakkak bir avantaj ama aynı zamanda bir sınırlılık olduğunu gördüm ki bu benim için şaşırtıcı bir keşifti çünkü romanın imkanlarının sınırsız olduğu gerçeğini ancak o zaman idrak ettim."


Marquez'in romanlarından yapılmış ve adı anılmaya değecek kimi filmler var yine de. Bunların ilki 1965 yılında filme aktarılan En Este Pueblo No Hay Ladrones ( There Are No Thieves In This Village ) Marquez'in bir hikayesinden uyarlanmıştı ve kadrosunda çok sayıda oyuncu olmayan ünlü isim yer alıyordu. Bu isimlerden biri de filmde bir papazı oynamayı şart koşan Luis Bunuel'di. Arturo Ripstein, Diego Rivera, Juan Rulfo ve hatta Gabriel Marquez'in de rol aldığı bu filme ulaşmak bugün pek kolay değil maalesef ama olur da tesadüf ederseniz kaçırmayın.


1965'te çekilen Tiempo de Morir ( Ölmek Zamanı ) aslında Marquez'in ilk özgün senaryosuydu. İlk adı Charro olan ve Arturo Ripstein tarafından sinemaya aktarılan Tiempo De Morir belki Marquez uyarlamaları kategorisine tam olarak uymuyor ama yine de bahsetmeden geçilmeyecek kadar önemli bir film. Film işlediği bir cinayet yüzünden 18 yıl hapiste yatan bir adamın çıktıktan sonra kendisini öldüreceklerini bildiği halde eskiden yaşadığı köye dönüşünü anlatıyor. Jorge Martinez de Hoyos, Marga Lopez ve Enrique Rocha'nın başrollerini paylaştığı filmin diyalogları da yine başka bir ünlü yazara, Carlos Fuentes'e ait. Filmin ilk gösterildiğinde başarısız bulunduğunu, Marquez ile Ripstein'ın birbirlerine düştüklerini ekleyelim. İşin daha da ilginç yanı aynı senaryo 1984 yılında bir kez daha sinemaya aktarılacak ve Jorge Ali Triana'nın çektiği bu versiyon daha çok beğenilecekti. İlkinden farklı olarak Meksika'da değil Kolombiya'da ve renkli olarak çekilen yeni versiyon da en az eskisi kadar bulması, ulaşması zor bir film.


Francesco Rosi imzalı Cronaca de una Morte Annunciata ( Kırmızı Pazartesi ) yine akılda kalan Marquez uyarlamalarından biridir. 1987 tarihli film aynı yıl Cannes Film Festivali'nin açılışında gösterilmişti. Her ne kadar romanın seviyesine yaklaşamasa da günümüze kalan ortalama Marquez uyarlamalarından biri olarak anılır. Filmden yıllar önce Rosi ile tanışan ve günün birinde onunla birlikte bir film projesi gerçekleştirmeyi de konuşan Marquez İtalyan sinemacıyı hemen onayladı hatta filmi sadece o çekecekse izin vereceğini açıkladı. Filmin başrollerinde ise Ornella Muti, Rupert Everett ve Anthony Delon ( sahi öyle biri vardı eskiden ) yer alıyordu. 8,5 milyon dolarlık bütçesiyle o güne dek çekilmiş en pahalı Marquez uyarlamasıydı Kırmızı Pazartesi. Aslında bu kadar önemli bir roman ( novella desek daha doğru belki ) çok daha iyi bir uyarlamayı hak ediyordu şüphesiz ama maalesef elimize kalan budur.


1989 tarihli Miracle In Rome adlı film de iyi Marquez uyarlamaları arasında sayılıyor. Lisandro Duque Naranjo imzalı film Marquez'in La Santa adlı hikayesinden hareketle çekilmişti ve gömüldüğü halde yıllarca çürümeyen cesedi yüzünden Vatikan tarafından "azize" ilan edilmek istenen kızını yeniden gömmeye uğraşan bir babanın öyküsünü anlatıyordu. Tahmin edileceği gibi bu mevzu bir hayli tartışma yaratmış ve Hristiyanlar bir hayli itirazlarda bulunmuştu.


1996 tarihli Edipo Alcalde ( Kızıl Oidipus ) Marquez'in bir hikayesinden ya da romanından değil yazdığı bir senaryodan hareketle çekilmişti. Jorge Ali Triana'nın çektiği film Sofokles'in ünlü Oidipus eserini günümüz Kolombiyası'sına taşıyordu. Hemen tüm Marquez filmleri gibi bu da kimilerinin kıyasıya eleştirdiği, kimilerinin çok beğendiği bir film oldu.


El Coronel no Tiene Quien Le Escriba ( Albaya Mektup Yok ) ise şaşırtıcı bir şekilde Arturo Ripstein tarafından filme aktarıldı. şaşırtıcı diyorum zira Tiempo de Morir'den sonra Marquez ve Risptein bozuşmuş ve aynı filmin Triana tarafından bir kez daha çekilmesi Ripstein'ı iyice kızdırmıştı. Belki de Marquez bu yüzden filmi Ripstein'ın çekmesine onay verdi. 1999'da gösterime çıkan film ( hem beğenilen, hem nefret edilen elbette ) Cannes'da gösterildi ve zengin oyuncu kadrosuyla dikkat çekti ( Salma Hayek, Marisa Paredes, Fernando Lujan ).


Marquez'in "Mutlaka Latin Amerikalı bir yönetmen çekmeli" dediği Love in the Time of Cholera ( Kolera Günlerinde Aşk ) ise bir İngiliz sinemacıya nasip oldu. 4 Nikah 1 Cenaze filmiyle ünlenen Mike Newell'ın çektiği filmde başrolü Javier Bardem üstlenmişti. Bardem'in filmdeki performansının pek beğenilmediğini not düşmekle birlikte gene belli oranda bir hayalkırıklığı yaratan Kolera Günlerinde Aşk'ın Marquez uyarlamaları arasında en kolay ulaşılabileni olduğunu belirteyim. Film gişede yattı, o ayrı.

18.04.2014

Cannes afişleri sergisi

Olivier Dahan imzalı Grace of Monaco festivalin açılış filmi olarak gösterilecek

Tabii bu serginin ilk ayağı olabilir ancak. Fark edeceğiniz gibi bazı filmlerin, hatta çoğu filmin afişi henüz yok ortada. Bunlardan biri de Kış Uykusu. Eksik afişleri de ilk fırsatta tamamlamaya çalışacağım, şimdilik bunlarla idare ediniz.

Olivier Assayas son filminde başrolü Juliette Binoche'a vermiş

Yves Saint Laurent hakkında bu yıl karşımıza çıkan 2. film Bertrand Bonello imzalı

Cronenberg yeni filmiyle Altın Palmiye için yarışıyor

Nuri Bilge Ceylan'ın ezeli rakipleri Dardenne Biraderler bir kez daha Cannes'da

Atom Egoyan son filmiyle Altın Palmiye arayışında

Tommy Lee Jones başrolünü de üstlendiği yeni filmiyle ana yarışmada

Naomi Kawase'nin yeni filminin afişi festivalin en güzel afişlerinden

Yönetmen Ned Benson ilk uzun metrajlı filmiyle ana yarışmaya kabul edildi

David Michod'nun filmi Geceyarısı Seansı'nda gösterilecek

Pascale Ferran festivalin Un Certain Regard bölümünde yarışacak

Andrew Hulme imzalı Snow In Paradise yine Un Certain Regard'a seçilen bir başka film

Çoğu kez olduğu gibi bu yıl da yarışma dışı gösterilen bir animasyon film var

Zhang Yimou'nun son filmi de yarışma dışı gösterilecek

Ken Loach bir kez daha ana yarışmada