28.01.2016
Günün trailer'ı: The American Dreamer
Nasıl tercüme etmeli The American Dreamer'ı? Amerikan Rüyacısı mı? Düş Gören Amerikalı mı? Elbette şu meşhur "Amerikan Rüyası" ile bir alakası var ama filme konu olan Dennis Hopper'ın tam da Easy Rider sonrası yaşadığı "zafer" sarhoşluğunun etkisiyle düşler aleminde dolandığı da akıllardan çıkmamalı herhalde. Hopper 1971 yılında kendi rüya filmi olan The Last Movie'nin setindeyken Lawrence Schiller ve L.M. Kit Carson da onun belgeseli çekmeye karar verirler ve kolları sıvarlar. İşte The American Dream o filmin (yani The Last Movie'nin) kamera arkasının hikayesidir ve açıkçası fena halde ender bulunan, çok az yerde gösterilmiş bir filmdir. Filmde (aşağıdaki fotoğraflardan da anlaşılabilir belki) kendisine handiyse bir tarikat kuran ve bilumum muhteşem keyif vericilerin etkisiyle bambaşka alemlere dalan bir Dennis Hopper portresi çıkıyor ki (Henüz izlemeden konuşuyorum gerçi ama okuduklarım hep bu yönde) görmeye değer. Son sürprizi de söyleyeyim hemen: The American Dream şubat ayında kimi ecnebi ülkelerde gösterime çıkıyor nihayet. Bu da demek oluyor ki bizim festivallerimizde de görmek nasip olabilir.
19.01.2016
Oscar'larda çeşitlilik tartışması büyüyor
Geçtiğimiz hafta açıklanan Oscar adayları hemen akabinde bir tartışmayı da getirmişti, dikkatli takipçiler fark etmiştir. Bu sayfalarda da dikkatinizi çekmeye çalıştığım gibi oyuncu kategorilerinde tek bir siyahi ( ya da farklı bir etnik kökenden gelen ) oyuncunun aday gösterilmeyişi Akademi'nin çeşitliliğe hiç önem vermediği ve son iki yıldır alenen "beyaz" bir seçkiyi öne sürdüğü suçlamalarına sebep oldu. Öyle ki, Hollywood'un güçlü siyahi seslerinden Spike Lee kendi Instagram sayfasından bir açıklama yaptı ve töreni boykot etme çağrısında bulundu. Jada Pinkett Smith'in de destek verdiği Spike Lee özetle şunları söyledi: "Sunucu arkadaşım Chris Rock'a, yapımcı Reggie Hudlin'e, Akademi Başkanı Isaacs'e ve Akademi'ye saygıda kusur etmek istemem ama nasıl oluyor da iki yıldır oyuncu kategorilerindeki tüm adaylar beyazlardan oluşuyor?". Hatta gecenin sunucusu Chris Rock da bu konuda bir twit attı ve Oscar'ları "Beyaz BET ödülleri"ne benzetti.
Spike Lee ile aynı gün bir açıklama yapan Akademi Başkanı Cheryl Boone Isaacs de durumdan rahatsız olduğun u gösteren sözler sarf etti. Boone özetle Akademi'de acil bir yenilenme gerektiğini ve bunun için ellerinden geleni yaptıklarını söylerken "60'lı ve 70'li yıllarda da böyle bir değişime gidilmiş ve gençlerin Akademi'ye üye olmaları teşvik edilerek günün şartlarına uyum sağlanmıştı, 2016'da da bunu yapıp cinsiyet, etnisite, ırk ve cinsel yönelime dair çeşitliliği oluşturmalıyız" dedi. Bakalım bu konu 28 Şubat'taki Oscar töreninde nasıl karşılık bulacak ve ne gibi tartışma ve protestolar gelecek?
15.01.2016
Kritik: The Hateful Eight
Quentin Tarantino'nun filmleri her defasında daha büyük bir beklentiyle karşıladığımız ama ne yazık ki gitgide daha fazla hayal kırıklığına uğradığmız filmler olmaya başladı. En azından benim için. Quentin Tarantino'nun 8. Filmi ibaresiyle ( ki buçuk filmleri hesaba katmamış anlaşılan üstad, Four Rooms, Sin City gibi ve Kill Bill'i de tek saymış ) başlayan ve 70 mm Ultra Panavision çekildiği için bir hayli patırtı koparan The Hateful Eight hardcore Tarantino fanlarını bile tatmin etmekten uzak kanımca.
Tarantino sinemasının bazı olmazsa olmazları var ki artık hangi filmini izlersek izleyelim o işaretleri arar olduk. Keskin diyaloglar, zaman atlamarıyla ilerleyen hikaye kurgusu, zımba gibi bir soundtrack seçkisi, bol bol şiddet ve karakterlerin birbirine şık çalımlar attığı unutulmaz sahneler. Hatta unutulmaya yüz kimi oyuncuları yeniden piyasaya sürmesi bile bu Tarantino özellikleri arasına sokulabilir. Tüm bunlar bir nebze The hateful Eight'te de var ama önceki filmlerine nazaran çok daha düşük dozlarda. Örneğin bu sefer ilk kez film için tamamen orijinal bir müzik var ve Ennio Morricone üst düzey bir iş çıkarmış. Filmin tek Oscar'ı büyük bir ihtimalle bu dalda gelecek. Diyaloglar yine iddialı ama akılda kalan ( örneğin Reservoir Dogs'daki "bahşiş" sahnesi ya da "Havlayıp duracak mısın, yoksa gelip ısıracak mısın küçük köpek" sahnesi gibi.. er filmden bulunabilir örnekler ) çok az sahne var. Kurgudaki zaman atlamaları ise sıradan flash-back'lerden çok farklı değil ne yazık ki. Şiddet konusunda geri adım atmamış elbette ve "oyuncu keşfi" meselesindeyse belki bir süredir iyi bir rolde izlemediğimiz Jennifer Jason Leigh kabul edilebilir ama fazlası yok. Yani açılıştaki uzun ve etkileyici sekansı saymazsak Tarantino'nun imzasını attığı çok fazla sahne yok The Hateful Eight'de.
Yönetmenin tür sinemasına olan sevdası malum zaten ve bir önceki filminde ( Django Unchained ) olduğu gibi bir kez daha western türüne el atıyor. Türe bir yenilik getirmiyor gerçi ama tek bir mekanda, neredeyse tiyatro tadında ilerleyen filme bir Agatha Christie gizemi kattığı da bir gerçek. Küçücük mekanda, herkesin gözü önünde kahveyi zehirleyen el görüntüsü gerçekten minör bir deha ürünü ve burada Tarantino kadar bu işlerin asıl üstadı Agatha Christie'ye de bir şapka çıkarmak gerek.
Tarantino filmlerinin alıştığımız oyuncularından Samuel L. Jackson bu kez filmdeki en önemli rollerden birini üstleniyor. Michael Madsen ve Tim Roth gibi isimler de ilk Tarantino filminden birinden beri zaman zaman ( Madsen daha sık olmak üzere ) karşımıza çıkan isimler ancak kalitesinden hiç şüphemizin olmadığı Tim Roth'un tuhaf oyunculuğunu yadırgadığımı da söylemeden edemeyeceğim. Sanki üstlendiği rol aslında Christophe Waltz'a yazılmış da Roth onu taklit ediyormuş gibi garip bir durum var. Kurt Russell ve Jennifer Jason Leigh ise filmin asıl parlayan oyuncuları.
Bu kadar dar bir mekanda geçen bir film için Tarantino'nun neden 70 mm film kullnadığını merak edebilirsiniz, ki ben de ettim açıkçası. Zaten Tarantino biraz da bu yüzden filmin iki versiyonunu bağlamış; bizim de izlediğimiz kısa versiyonu 70 mm projeksiyon imkanı olmayan yerlerde gösterilsin diye. Yine de oyunculukların ön plana çıktığı böylesi bir kapalı mekan draması için en oyuncuların yüzlerindeki küçük ayrıntıların bile devasa ekranda yansıdığı bir film için fena bir tercih değil aslında. Keşke bunu destekleyecek sağlam bir senaryo, güçlü bir drama olsaymış.
14.01.2016
Oscar adayları açıklandı
Her şeyden önce Deniz Gamze Ergüven'i tebrik edelim. Mustang bu yılın En İyi yabancı Film dalında ödüle Fransa adına aday gösterildi. Altın Küre'lerde ödülü Son of Saul'a kaptıran Mustang bakalım Oscar'da ne yapacak? Bu yılın adayları arasında 12 adaylıkla The Revenant başı çekerken, 9 adaylık alan Mad Max: Fury Road hemen arkasına yerleşti. Öte yandan bugün açıklanan Oscar adayları arasında bazı yapım ve isimlerin Akademi tarafından gerektiği kadar ya da yeterince takdir edilmediği görüldü. Örneğin tüm eleştirmenlerin gözdesi Carol oyuncu dallarında aday gösterildi ama En İyi Film ve En İyi Yönetmen kategorilerinde dışlandı. Quentin Tarantino'nun senaryo dalında ödüle aday gösterilmemesi belki çok şaşırtıcı değildi ama Aaron Sorkin'in ( Steve Jobs ile ) yarış dışı bırakılması hayret vericiydi. Açıkçası Will Smith'in de en azından aday olarak takdir edileceğini düşünüyordum ama yanılmışım; bu yıl Hollywood'un siyahi yıllarından değilmiş. Steven Spielberg'ün de yönetmen dalında ödüle aday gösterilmesi gerektiğini söyleyenlere ben katılmıyorum, ancak Jane Fonda'nın Youth'daki performansının En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında görmezden gelinmesi gerçek bir skandal bence.
İşte 88. Akademi Ödülleri için sıralı tam liste:
En İyi Film
The Big Short
Bridge of Spies
Brooklyn
Mad Max: Fury Road
The Martian
The Revenant
Room Spotlight
En İyi Yönetmen
Adam McKay - The Big Short
George Miller - Mad Max: Fury Road
Alejandro G. Inarritu - The Revenant
Lenny Abrahamson - Room
Tom McCarthy - Spotlight
En İyi Erkek Oyuncu
Bryan Cranston - Trumbo
Matt Damon - The Martian
Leonardo DiCaprio - The Revenant
Michael Fassbender - Steve Jobs
Eddie Redmayne - The Danish Girl
En İyi Kadın Oyuncu
Cate Blanchett - Carol
Brie Larson - Room
Jennifer Lawrence - Joy
Charlotte Rampling - 45 Years
Saoirse Ronan - Brooklyn
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu
Christian Bale - The Big Short
Tom Hardy - The Revenant
Mark Ruffalo - Spotlight
Mark Rylance - Bridge of Spies
Sylvester Stallone - Creed
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
Jennifer Jason Leigh - The Hateful Eight
Rooney Mara - Carol
Rachel McAdams - Spotlight
Alicia Vikander - The Danish Girl
Kate Winslet - Steve Jobs
En İyi Özgün Senaryo
Bridge of Spies
Ex Machina
Inside Out
Spotlight
Straight Outta Compton
En İyi Uyarlama Senaryo
The Big Short
Brooklyn
Carol
The Martian
Room
En İyi Kurgu
The Big Short
Mad Max: Fury Road
The Revenant
Spotlight
Star Wars: The Force Awakens
En İyi Yabancı Film
Embrace of the Serpent - Kolombiya
Mustang - Fransa
Son of Saul - Macaristan
Theeb - Ürdün
A War - Danimarka
Orijinal Müzik
Bridge of Spies - Thomas Newman
Carol - Carter Burwell
The Hateful Eight - Ennio Morricone
Sicario - Johann Johannsson
Star Wars: The Forve Awakens - John Williams
Yapım Tasarımı
Bridge of Spies
The Danish Girl
Mad Max: Fury Road
The Martian
The Revenant
Görsel Efekt
Ex Machina
Mad Max: Fury Road
The Martian
The Revenant
Star Wars: The Force Awakens
Animasyon Film
Anomalisa
Boy and the World
Inside Out
Shaun the Sheep Movie
When Marnie Was There
Görüntü Yönetimi
Carol - Ed Lachman
The Hateful Eight - Robert Richardson
Mad Max: Fury Road - John Seale
The Revenant - Emmanuel Lubezki
Sicario - Roger Deakins
Kostüm Tasarımı
Carol
Cinderella
The Danish Girl
Mad Max: Fury Road
The Revenant
En İyi Belgesel
Amy
Cartel Land
The Look of Silence
What Happened, Miss Simone?
Winter on Fire: Ukraine's Fight For Freedom
Kısa Belgesel
Body Team 12
Chau, Beyond the Lines
Claude Lanzmann: Spectres of the Shoah
A Girl in the River: The Price of Forgiveness
Last Day of Freedom
Saç - Makyaj
Mad Max: Fury Road
The 100-Year-Old ManWho Climbed out the Window and Disappeared
The Revenant
Orijinal Şarkı
Earned It - Fifty Shades of Grey
Manta Ray - Racing Extinction
Simple Song #3 - Youth
Til It Happens To You - The Hunting Ground
Writing's On the Wall - Spectr
Kısa Animasyon
Bear Story
Prologue
Sanjay's Super Team
We Can't Live without Cosmos
World of Tomorrow
Kısa Film
Ave Maria
Dave One
Everything Will Be Okay
Shok
Stutterer
Ses Kurgusu
Mad Max: Fury Road
The Martian
The Revenant
Sicario
Star Wars: The Force Awakens
Ses Miksajı
Bridge of Spies
Mad Max: Fury Road
The Martian
The Revenant
Star Wars: The Force Awakens
Alan Rickman 1946 - 2016
Oynadığı her role incelikli bir derinlik katan ve karakter iyi de olsa kötü de olsa onu izleyiciye çekici kılan bir aktördü Alan Rickman. Die Hard serisinin ilkinde oynadığı Hans Gruber karakterinden tutun da, yönetmenliğini de üstlendiği A Little Chaos filmindeki Kral 14. Louie'ye kadar çok geniş bir yelpazede karakterler canlandıran Rickman en çok da Harry Potter serisindeki Profesör Snape rolüyle popülerleşmişti. İzleyicide tuhaf bir şüphe uyandıran tarzıyla oynadığı karakterlere birden fazla boyut katan Rickman elbette tiyatro kökenliydi ve büyük Anglosakson oyuncu geleneğinin güçlü temsilcilerinden biriydi. Kansere yenik düşen 69 yaşındaki oyuncu bir BAFTA, bir de Altın Küre ödülü almıştı. Oscar'a bir kez bile aday gösterilmeyişiyse Akademi'nin ayıbıdır.
13.01.2016
Günün trailer'ı: Money Monster
Jodie Foster'ın bir süredir sesi soluğu çıkmıyordu. En son Elysium'da izldik yanlış hatırlamıyorsam ve onu bu kadar seyrek izlememiz üzücü elbette ama bir de onun yönetmenlik şapkası var ki, o Jodie Foster'ı da özlüyoruz. Nihayet yeni filmi ( yönetmen olarak yeni filmi ) geliyor Foster'ın. Başrollerinde George Clooney, Julia Roberts, Jack O'Connell ve Dominic West gibi isimlerin yer aldığı film Mayıs ayında vizyona çıkacak. Trailer'dan anladığımız kadarıyla gerilime bulanmış bir kapitalizm eleştirisi bekleyebiliriz herhalde.
12.01.2016
2015'in en iyi filmleri ( vizyondan )
Nihayet 2015'in en iyi 10 filmini belirlemek için bilgisayar başına oturabildim. Biraz geciktim, biliyorum, bekleyenlerden ( vardıysa elbette bekleyenler ) özür dilerim. her zamanki gibi listeyi bu yıl Türkiye'de vizyona giren filmlerden oluşturdum.
10. Onur ( y: Matthew Warchus )
Aslen bir tiyatro yönetmeni ( ve Kevin Spacey'nin ardından Old Vic Tiyatrosu'nun Sanat Yönetmeni ) olan Matthew Warchus'un imzasını taşıyan Pride ( Onur ) 2014 yılında Cannes Film Festivali'nin Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilmiş ve Queer Ödülü'ne ( LBGT'lerin meselelerini odak noktasına alan filmlere veriliyor bu ödül ) layık bulunmuştu. 1980'lerde, Thatcher'ın baskıcı politikalarının İngiltere'de fazlasıyla hissedildiği bir dönemde maden işçilerine destek çıkan bir grup eşcinsel aktivistin gerçek hikayesini anlatan film bir anıyla Ken Loach filmlerini anımsatacak denli sağlam bir politik çizgiye sahip, bir yandan da alabildiğine eğlenceli bir izlencelik. İnsanın coşkudan gözlerini dolduran bir film Onur, iyi gelen, iyileştiren türden.
9. Yüzündeki Sır ( y: Christian Petzold )
Almanya sinemasının yeni bir atılımda olduğunu düşünebilir miyiz? Fassbinder, Wenders, Herzog gibi isimlerin bundan 30 - 40 yıl önce yarattığı sarsıcı etkiyi bugün göremiyoruz belki ama aralarında Fatih Akın, Oliver Hirschbiegel, Sebastian Schipper ve Florian Henckel von Donnersmarck gibi isimlerin de bulunduğu sağlam bir sinemacı kuşağının çok güzel filmler ortya koyduğu da bir gerçek. Christian Petzold da bu elit tabakanın içinde elbette ve son filmi Phoenix ( Yüzündeki Sır ), gizemlerle örülü senaryosu, tedirgin edici karakter çalışmaları, güçlü oyuncu performansları ( hele Nina Hoss ), izleyiciyi diken üstünden tutan temposu ve insanın içini acıtan müzikleriyle yılın en iyilerinden biri. Final sahnesi ise uzun uzun konuşup anılmaya değecek kadar güçlü.
8. Abluka ( y: Emin Alper )
Yerli sinema açısından çok parlak bir yıl geçirmediğimiz açık. Çok fazla film çekilen ( bu sayı her yıl artmakta üstelik ) sinema sektörümüzde neredeyse tüm enerji gişeye yönelik komedi/aşk/korku yapımlarına aktarılmakta ve bu filmlerin çok büyük bir kısmı da ( % 90 kadar ) ne yazık ki çöp. Zaten sansür uygulamalarının ve tartışmalarının iyice tatsızlaştırdığı bir sinema iklimimiz var, rekoltenin de bu derece kötü olması bir hayli sıkıcı elbette. Yine de Abluka gibi bir filmin varlığı çölde vaha etkisi yaptı 2015'te. Venedik'te önemli bir ödül de alan film Emin Alper'in çokça beğenilen ilk filminin ardından hayal kırıklığı yaratmadığı gibi sinema yolculuğunda önemli bir durak oldu. Abluka denilen kavramın her çeşidini bizzat yaşadığımız bir dönemde karşımıza çıkan film kuru bir gerçekçiliğe takılmadan ve deliliğin sınırlarında dolaşan baş karakteri vasıtasıyla nasıl bir iklimde yaşadığımıza dair çarpıcı saptamalar yaparak hedefi tam ortasından vuruyordu.
7. Mad Max: Fury Road ( y: George Miller )
Hollywood yıllardır yüksek bütçeli aksiyon filmleri yapar durur ve biz de bunları genel bir sıkılmışlıkla izleriz. farklı ve heyecan verici işler o kadar enderdir ki, böyle bir örnekle karşılaştığımızda ne yapacağımızı şaşırıyoruz bazen. İşte Mad Max: Fury Road böyle bir filmdi. İlk Mad Max üçlemesinin yaratıcısı George Miller'ın dahiyane bir şekilde yönettiği film bundan sonraki tüm aksiyon filmleri için yeni bir çıta belirledi. Mad Max gibi maço bir kahramanın hikayesini sağlam bir feminist örgüyle anlatması ise filmin bir başka müthiş sürpriziydi. Defalarca izlendiğinde bile aynı heyecanı yaşatacak nadir filmlerden olduğuna inandığımız Mad Max: Fury Road hiç şüphesiz yılın en iyilerindendi.
6. Kabile ( y: Miroslav Slaboshpitsky )
2014'ün en iyi filmlerinden biri olarak karşılanan ve Cannes Film Festivali'nde eleştirmenlerin gözdesi olan Plemya ( kabile ) Ukraynalı sinemacı Miroslav Slaboshpitsky'nin ilk uzun metrajlı filmi. Filmi bu denli benzersiz kılan şeyse ilk karesinden son karesine dek tek söz olmaması ve tüm oyuncularının işaret dili kullanarak anlaşması. Sağır dilsizler için kurulmuş bir yatılı okulda geçen film bu anlamda muhtemeldir ki sinema tarihinde bir ilk ve yönetmenin olağanüstü başarısı da işaret dili bilmeyen izleyicilerin ( ki dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu ) filmde olan biten her şeyi büyük bir kolaylıkla anlıyor oluşu. Yine de filmin meziyetlerine dair sözümüz bununla sınırlı değil. Slaboshpitsky'nin çerçeveleri tam da işaret diliyle anlaşan insanların tüm hareketlerini görebilmemiz için özenle çatılmış ve tüm film boyunca tek bir yakın plana ihtiyaç duyulmamış. Yakın plan noksanlığının bir zafiyet değil, aksine bir maharet olarak karşımıza çıktığı ender durumlardan biri bu. Anlatılan hikayenin gerektirdiği biçim bu olduğu için son derece özel bir sinema diliyle tanışıyoruz aslında. Uzun lafın kısası, ustalıklı, incelikli, acıklı ve acıtıcı bir film Plemya. Hiç söz kullanmayan bir film için ne çok laf ettim değil mi?
5. Peşimdeki Şeytan ( y: David Robert Mitchell )
Sadece yılın en iyi korku filmi değil, yılın en iyi filmlerinden biriydi It Folows ( Peşimdeki Şeytan ). Aslında 2014 mahsulü olan ve ilk gösterimini yaptığı Cannes'da bir hayli patırtı kopartan It Folows hem korku sineması geleneğine çok ustalıklı bir şekilde eklemleniyor hem de türe taptaze bir soluk getiriyor. Henüz ikinci uzun metrajlı filmi çeken David Robert Mitchell hayranı olduğunu gizlemediği John Carpenter'ın, özellikle de üstadın Halloween adlı korku başyapıtının izinden gidiyor ve günümüzde bir hayalet kente dönüşmüş olan Detroit'in ( ekonomik krize giriş dersinde okutuluyordur herhalde bu otomotiv kentinin akıbeti ) görünüşte huzur fışkıran ama aslen alabildiğine tekinsizleşmiş banliyölerinde gençleri avlayan ne idüğü belirsiz bir varlığın yarattığı dehşeti anlatıyor. Müziği, çerçeveleri ( hele o post-coital araba sahnesindeki alt açıyı unutmak ne mümkün ), alt okumaları ve sabit bakışlarla üzerimize doğru yürüyen 'hayaletler'iyle It Follows çağımızın korku filmi.
4. 45 Yıl ( y: Andrew Haigh )
Andrew Haigh bir önceki filmi Weekend ile eşcinsel bir aşkın izini sürmüş ve filmin başarısının ardından HBO için bile bir hayli cüretli sayılabilecek Looking adlı bir diziye başlamıştı. Dizinin ömrü uzun olmadı ama Haigh'in etkisi derin oldu sinema çevrelerinde. Herkes ondan yine eşcinsel temaları işleyeceği bir film daha beklerken genç sinemacı ters köşe yaptı ve 45 yıldır evli olan yaşlı bir çiftin ilişkisine odaklandı. Özellikle başrol oyuncularının rafine performanslarıyla güçlenen film her karesinde detayları öne çıkaran bir anlatıma sahip ve bir süre sonra izleyici de bu minik detayların izni sürmeye ve bu duygusal hikayenin -her ne kadar kederli olsa da- tadını çıkarmaya başlıyor. Charlotte Rampling ve Tom Courtenay gibi iki büyük oyuncuyu karşı karşıya izlemenin zevki bir yana, 45 Years ( 45 Yıl ) aşk üzerine, ilişkiler üzerine, hayatta yaptığımız fedakarlıklar ve verdiğimiz kayıplar üzerine ve nihayet yaşlılık üzerine serinkanlı bir duygusal çöküş filmi. Final anı ise muhtemelen yılın en unutulmaz sahnelerinden biri.
3. Citizenfour ( y: Laura Poitras )
Komplo teorilerini oldum olası sevmemişimdir, zira gerçek oyunları görmemmiz için uydurulmuş sis perdeleri olduğuna inanırım. İşte Citizenfour o kalın sis perdelerine tamah etmeyen ve hatta o perdeyi aralayıp nasıl bir dünyada yaşadığımız gösteren çarpıcı bir belgesel. Laura Poitras'ın Amerikan hükümetinin yasadışı dinleme ve gözleme taktikleri üzerine çalıştığı bir dönemde kendisine Citizen Four adı veren birinden aldığı şifreli bir e-posta bir anda her şeyin seyrini değiştirir ve Poitras sonradan adının Edward Snowden olduğunu öğreneceği kişiyle birebir görüşmek için Hong Kong'a gider. Burada bir otel odasında 8 gün boyunca Snowden ( ve The Guardin'dan gazetece Glenn Greenwald ) ile çekimler yapar. Zaten Snowden meselesi de biraz bu elgesel vasıtasıyla patlar. Gerisini merak edenler ya filmi izlesin ya da internette bir araştırma yapsın, zira burada yerimiz sınırlı. Filme geri dönecek olursak, Poitras yönetmenlikte olduğu kadar -hatta belki de daha fazla- gazetecilikte de sezilerinin kuvvetli olduğunu kanıtlıyor ve dış dünyaya dair çok az detay vererek baştan sona ilgiyle izlenen, gerilim dozu yüksek bir 'polisiye' filme imza atıyor. Sırf yangın alarmlarının çaldığı sahnenin varlığı bile yeter aslında ama Snowden'in insan içine çıkmadan önce ayna karşısında geçirdiği anlar gibi müthiş detaylarla bezeli bir film karşımızda. Öyle ki, birilerinin saçma sapan sözlerini anımsatmak pahasına söyleyelim, George Orwell görse ayakta alkışlardı.
2. Burgonya Dükü ( y: Peter Strickland )
Kendine has sineması olan yönetmenlerden biri Peter Strickland ve her filmiyle de izleyiciyi kendi tuhaf, çok boyutlu ve zengin dünyasına davet ediyor. Davete icabet edip etmemk size kalmış elbette ama ben kendi adıma Strickland'in her davetinden büyük keyif aldım ve bir sonraki davetini de sabırsızlıkla beklemeye başladım. Strickland'in saplantılı sinemasında ( ki adaşı Peter Greenaway'in saplantılarını anımsatmıyor değil zaman zaman ) radyocu geçmişinden de izler bulunduğunu ( bkz Burgonya Dükü'nün sonunda çıkan detaylı ses kayıt listeleri ) görmek birçoklarının ilgisini çekmeyecektir belki ama ses meselesinin kendisi için ne kadar önemli olduğunu belirtmek gerek en azından. İki sevgilinin hendiyse masalsı bir dünyada geçen ve seks, iktidar, baskı, tahakküm gibi kavramlar etrafında irdelenen ilişkisini anlattığı filmde tek bir erkek oyuncunun ( filme adını veren kelebek cinsi dışında elbette ) yer almaması da başka önemli bir detay. İki başrol oyuncusunun sürekli değişen rolleri ustalıkla canlandırdığı Duke of Burgundy ( Burgonya Dükü ) senaryosundan renklerine, kurgusundan yapım tasarımına dek benzersiz bir film; bir Strickland filmi.
1. Sessizliğin Bakışı ( y: Joshua Oppenheimer )
2012 tarihli filmi The Act Of Killing ile tüm dünyayı şok eden Joshua Oppenheimer çok ses getiren belgeselinde sadece Endonezya'da 50 yıl önce yaşanan kıyımı değil insan ruhu denen karmaşık ama kokuşmuş şeyin de içyüzünü ifşa etmişti. Bu kez The Look of Silence ( Sessizliğin Bakışı ) ile bir adım ileri gidiyor yönetmen ve katil - kurban yüzleşmesi üzerinden insan ruhu hakkındaki analizine devam ediyor. The Act of Killing'de katillerin nasıl katlettiklerini ballandıra ballandıra anlattıkları kurbanlardan birinin ailesiyle temasa geçen Oppenheimer öldürülen kişinin göz doktoru olan oğluyla katillerin yüzleşme anlarını kayıt altına almış The Look of Silence'da. Geçen sefer övünerek böbürlenen tiplerin nasıl safa yattıklarını, kimilerinin sinirlenip tehditler yağdırmaya başladıklarını görünce bir kez daha hayret etmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bir kez daha filmin kuyruk jeneriğinde birçok anonim isim olduğunu görünce Endonezya'da hala durumun ne kadar tehlikeli olduğunu anlıyorsunuz elbette. Şunları da sormadan edemiyor insan: çok mu farklı bir ülkede yaşıyoruz sanki; ne zaman bu olayların benzerlerini yaşadığımızı fark edeceğiz ve ne zaman kalkacağız oturduğumuz yerden? Ne zaman?
Bir de bunlar var
10 film belirlemek çok da kolay lmadı ve neredeyse bir o kadar film de kılpayı bu listeye giremedi. İşte 2015'ten ( kimileri hatta 2014'ten, geçen yılki vizyon dışı listemde görebilirsiniz onları ) aklımda kalan diğer filmler:
Hayal Ülkesi ( Jauja ) - y: Lisandro Alonso
Foxcatcher Takımı ( Foxcatcher ) - y: Bennett Miller
Mr. Turner - y: Mike Leigh
Turist ( Force Majeure ) - y: Ruben Östlund
Gizli Kusur ( Inherent Vice ) - y: Paul Thomas Anderson
Sarmaşık - y: Tolga Karaçelik
Özgürlük Yürüyüşü ( Selma ) - y: Ava DuVernay
Ters Yüz ( Inside Out ) - y: Pete Docter
11.01.2016
Altın Küre'de üçlemelerin yılı
73. Altın Küre Ödülleri bir kaç saat önce sahiplerini buldu. Çok büyük sürprizlerin olmadığı törenin dikkat çekici bir yanı önemli ödülleri alan bazı isimlerin 3. Altın Küre ödüllerini kazanmış olmalarıydı. Leonardo DiCaprio, Jennifer Lawrence ve Kate Winslet dün geceki törende 3. kez Altın Küre alan isimler oldu. Alejandro Gonzalez Inarritu da bu yıl aldığı 2 Altın Küre ile ( biri yönetmen, biri yapımcı sıfatıyla ) toplamda 3 ödüle ulaşan bir diğer isimdi. Beyazperdenin efsanelerinden Ennio Morricone de bu yıl 3. Altın Küre'sini alarak üçlemeler gecesine adını yazdırmış oldu.
Gecenin bir başka ilginç notuysa ilk kez 1977'de bu ödüle aday olan Sylvester Stallone'nin o zamandan bu zamana sadece bir kez daha aday gösterilmesi ( Creed ) ve ödülü ilk kez kazanmasıydı. Sektörde bu denli önemli bir yeri olan bir aktörün yıllarca görmezden gelinmesi ilginç doğrusu.
Alejandro Gonzalez Inarritu bu yıl da En İyi Yönetmen Oscar'ında iddialı olduğunu göstermiş oldu dün gece. Meksikalı sinemacıların Hollywood dominansı devam ediyor anlayacağınız. Ayrıca The Revenant 3 dalda ödül alarak yılın en iddialı filmlerinden biri olduğunu kanıtladı. The Martian ve Steve Jobs da 2'şer ödülle dün gece birden çok ödül alan diğer filmler oldular.
TV kategorisinde ise genellikle yeni yapım ve yeni isimler ödüllendirildi. Gecenin bu anlamdaki tek istisnası Mad Men ile 2. kez Altın Küre kazanan Jon Hamm oldu. İşte sıralı tam liste:
Sinema
En İyi Film ( Drama ): The Revenant
En İyi Film ( Komedi / Müzikal ): The Martian
En İyi Yönetmen: Alejandro Gonzalez Inarritu ( The Revenant )
En İyi Erkek Oyuncu ( Drama ): Leonardo DiCaprio ( The Revenant )
En İyi Kadın Oyuncu ( Drama ): Brie Larson ( Room )
En İyi Erkek Oyuncu ( Komedi / Müzikal ): Matt Damon ( The Martian )
En İyi Kadın Oyuncu ( Komedi / Müzikal ): Jennifer Lawrence ( Joy )
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Sylvester Stallone ( Creed )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kate Winslet ( Steve Jobs )
En İyi Senaryo: Aaron Sorkin ( Steve Jobs )
En İyi Animasyon: Inside Out
En İyi Orijinal Müzik: Ennio Morricone ( The Hateful Eight )
En İyi Orijinal Şarkı: Writing's On The Wall ( Spectre )
En İyi Yabancı Film: Son of Saul ( Macaristan - y: Laszlo Nemes )
TV
En İyi Dizi ( Drama ): Mr. Robot
En İyi Dizi ( Komedi / Müzikal ): Mozart In the Jungle
En İyi Mini Dizi ya da TV Filmi: Wolf Hall
En İyi Erkek Oyuncu ( Drama ): Jon Hamm ( Mad Men )
En İyi Kadın Oyuncu ( Drama ): Taraji P. Henson ( Empire )
En İyi Erkek Oyuncu ( Komedi / Müzikal ): Gael Garcia Bernal ( Mozart In the Jungle )
En İyi Kadın Oyuncu ( Komedi / Müzikal ): Rachel Bloom ( Crazy Ex-Girlfriend )
En İyi Erkek Oyuncu ( Mini Dizi / TV Filmi ): Oscar Isaac ( Show Me A Hero )
En İyi Kadın Oyuncu ( Mini Dizi / TV Filmi ): Lady Gaga ( American Horror Story )
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Chriatian Slater ( Mr. Robot )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Maura Tierney ( The Affair )
7.01.2016
Kritik: Dheepan
Cannes Film Festivali'nde geçen mayıs Altın Palmiye'yi alan Dheepan meseleye hiç vakit vaybetmeden giriyor ve son saniyesine kadar da izleyiciyi diken üzerinde tutmasını biliyor. Aslına bakarsanız farklı bir dünyayı anlattığı Un Prophete ( Yeraltı Peygamberi ) adlı filminde de benzer bir üslup tutturmuştu Jacques Audiard ama bu sefer hem o denli aceleci bir kamera kullanımına başvurmamış hem de karekterizasyonda daha fazla alan açmış kendine. Yoksa burada da yine içinde yaşadıkları dünyada kendilerini sıkışmış hisseden ve bu hapishaneden kurtulmanın yollarını arayan ama nihayetinde bir şiddet sarmalının içinde kaybolan bireyler var hikayenin merkezinde.
Sri Lanka'daki içi savaştan kaçarak Avrupa'ya göç eden ve aralarında hiçbir bağ olmadığı halde bir aile rolü yapan üç kişinin hikayesine odaklanıyor Dheepan. Birbirini ilk kez göç edecekelri gün taşıyan bu üçlü kendilerini kısa bir süre sonra Paris'te bulacak ve yeni kimlikleriyle yeni bir hayata başlayacaklardır. Kendine Dheepan adını alan ( ki bu savaşta ölmüş ya da kaybolmuş bir adamın adıdır aslında ) Sivadhasan aslen bir Tamil gerilasıdır ve hayatı çatışma içinde geçmiştir. Kendi ailesini koruyamamış olmasının onda yarattığı yıkımla bile baş etmesi zorken kendini dünyanın en büyük kentlerinden birinde sokakta ışıklı oyuncaklar satarken ve zabıtalardan köşe bucak kaçarken bulur ve sırf bu koşuşturmacadan kurtulmak için kendisine teklif edilen kapıcılık işini kabul eder. Kentin dış banliyölerinden birinde yer alan toplu konuttan bozma bir sitede işe başlayan Dheepan ve sahte ailesi bir süre sonra iyi kötü bir düzen tutturup kendince hayaller bile kurmaya başlayacaklardır. ne yazık ki Dheepan'ın şiddet yüklü geçmişi onu burada da rahat bırakmaz ve Audiard'ın tüm ustalığını konuşturduğu olağanüstü bir finalin ardından tüm hayallerin flulaştığı bir çıkmaz sokakta buluruz kendimizi. Belki bir tek küçük kız için umut kalmıştır, göçmenlere dünyada ne kadar umut kaldıysa elbette.
Zorunlu göç ve mültecilik meselelerinin bunca göz önünde olduğu bir sırada karşımıza çıkan Dheepan bu gitgide büyüyen ve oluk oluk kanayan yaraya bir merhem olma iddiasında değil, onu baştan söyleyelim. Ama şiddetin sadece şiddet doğurduğu önermesinden hareketle çizdiği tabloda bir cengelden başka bir cengele savrulan Dheepan karakteri özelinde düşünürsek Audiard'ın çok da farklı bir çıkış öneremeyeceğini anlıyoruz elbette. Belki de bu durum filmin en bariz zafiyeti. Dheepan'ın geçmişi o denli sert çizgilerle çizilmiş ki, şiddetten kaçışı neredeyse imkansız hale geliyor. Yine de farklı ihtimalleri uzaktan da olsa gösterip olabildiğince hakkaniyetli davranmaya çalışan bir senaryo var ortada. Üstelik hep başka bir geleceği hayal eden, bir yere kadar elindekine razı olan ama bir yerden sonra isyan bayrağını çekmeye hazır olduğunu gösteren Yalini karakteriyle işin farklı bir boyutunu da görüyor ve fakat yine de iyimser bir bakış açısı geliştirmekte zorlanıyoruz.
Filmin en etkileyici yönü Audiard'ın görsel olarak son derece sağlam bir şekilde çizdiği dünya ve o dünyayı tarif ederken yarattığı atmosfer. Oyuncu performanslarının ( özellikle hiç tanınmayan iki baş oyuncusunun övgüye değer olduğunu belirtelim ) üst düzeyde olduğu filmde Nicolas Jaar imzalı müziğin ve Eponine Momenceau'nun görüntü yönetiminin yukarıda bahsettiğim atmosferin hayati ögeleri olduğunu da söylemek lazım. Son olarak, Dheepan güncel konjonktüre de denk düşen konusuyla haftanın en iyilerinden biri ve 2016 sonunda "en iyiler" listemize girerse de şaşırmayacağımız bir film.
Avatar'ın rekoru tarih mi oluyor?
Öyle görünüyor. 2015 aslında genel olarak Hollywood yapımları açısından bereketli bir yıldı. The Avengers: Age of Ultron ( 1.4 milyar dolar ) ve Jurassic World ( 1.6 milyar dolar ) gişe hasılatı yaparak hem yılın dünyada en çok gelir getiren filmleri oldular hem de tüm zamanların en çok iş yapan 10 filmi arasına girdiler. Yılın son haftalarında vizyona giren Star Wars: The Force Awakens ise ilk 20 günde yaptığı hasılatla Avatar'ın 760 milyon dolarlık ABD gişesini yakaladı. Film bir süre daha vizyonda kalacağına göre Avatar'ın rekorunu dümdüz edeceğini söylemek çok da kahinlik gerektirmiyor herhalde. Son olarak Star Wars'un şimdilik dünyada 1.5 milyar dolar barajını geçtiğini ve Avatar'ın dünya toplam hasılatının da 2.8 milyar dolara yakın olduğunu belirtelim.
6.01.2016
Günün Afişi
Yılın il afişi merakla beklediğim bir filmden: High Rise. Ben Wheatley'nin son filmi ne zaman memleketimize gelir bişemem ama ( !f?? ) yukarıdaki afiş bile heyecanımı katlamaya yetti sanki.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)