31.01.2012
İntikam Haftası
Red White & Blue 18 Trailer from Trinity film on Vimeo.
Farkettim ki geçtiğimiz hafta izlediğim filmlerin büyük bir kısmı ya doğrudan, ya da dolaylı olarak intikam temasını işliyor. Bu filmlerin ilki Türkiye'de gösterilmeyen ama gösterildiği yerlerde ilgi ve övgü alan Red, White and Blue adlı yapımdı. 2006 tarihli filmi The Living and the Dead ile sinema çevrelerinde bir hayli ses getiren İngiliz sinemacı Simon Rumley'nin ABD'de çektiği ilk film Red, White and Blue. Film her gece farklı bir erkekle yatan ve kendi deyişiyle "bir yattığı erkekle bir daha yatmayan" Erica'nın hikayesini anlatıyor. Erica kaldığı pansiyonda yaşayan kendisinden yaşça büyük ve Irka'tan emekli tuhaf karakter Nate ile tanışınca hikayenin gidişatı da değişir ve genç kız belki de ilk defa hayatında birisine değer vermeye başlar. Ne var ki bu yeni ve tam da tarifi mümküğn olmayan mutluluk çok uzun sürmeyecek Erica'nın HIV taşıyıcısı olduğu anlaşılacaktır. Yakın geşmişte yattığı gençlerden biri onun kendisine HIV bulaştırdığını anlayınca durum çirkinleşecek ve nihayetinde Erica'nın öldürüleceği karanlık bir süreç başlayacaktır. Ardındansa Nate'in intikamı başlar. Variety'nin "Larry Clarke'ın çekmeye başladığı, Wes Craven'ın bitirdiği film" olarak nitelediği Red, White and Blue aslında bir değil iki intikam öyküsü anlatıyor. Hatta belki de üç. Açıklamaya çalışayım. Asıl ve çok bariz intikam tabii ki Nate'in Erica'nın katillerinden aldığı intikam. Bu son derece grafik bir şiddetin hakim olduğu ve bilinçli bir intikam hikayesi. Diğer intikam hikayesi ise kendisine HIV bulaştıran kızdan intikam almak isteyen ama tam da o sırada annesi ölmese belki de bu intikamdan vazgeçebilecek ( en azından kızı öldürmeyecek ) olan Franki'nin hikayesi. Bir öfke anında öldürücü darbeyi ( ya da darbeleri ) vuran Franki büyük bir ihtimalle yaptığından pişman ama iş işten geçmiştir artık. Buna karşılık Nate asla pişmanlık göstermiyor ve yaptığının adaleti yerine getirmek olduğunu düşünüyor. Gelelim filmdeki olası üçüncü intikam hikayesine. Franki'nin HIV olduğunu anladıktan sonra yüzleştiği Erica'nın anlattıklarından öğreniyoruz ki, önüne gelenle yatan Erica 4 yaşında öz babasının tecavüzüne maruz kalmıştır. Yani onun aslında HIV olduğunu biliyor olması ve başına gelen türlü felaketin intikamını almak için virüsü yaydığı ihtimali hiç de göz ardı edilecek gibi değil. Bu da aslında filmin endi içindeki bölünmüş yapısını açıklıyor sanki. İlk bölümde Erica'nın merkezde olduğu bir film izlerken, ortada Franki'nin merkeze yerleştiğini görüyoruz. Son bölümdeyse hikayeyi neredeyse bir korku filmine çeviren Nate'in hakimiyeti başlıyor. Zaten bu bölümde artık Erica yok bile. Sadece parçalara ayrılmış, torbalara tıkılmış cansız bedeni var. Film her ne kadar intikamı adalet çerçevesinde ele alsa da izleyici bu tür filmlerde sıklıkla karşılaştığı rahatlama hissinden mahrum kalıyor. Katharsis yok ve bu da filmin en önemli artısı benim gözümde. Gerçek hayattta Nate belki de bir kahraman olarak karşılanacak toplumda, Erica'ya yapılanlar o denli korkunç çünkü. Ama filmde Nate'in yaptıkları çok daha çarpıcı bir kötülük olarak sunuluyor ve intikamın adaletle örtüşüp örtüşmediği ( ki bence örtüşmüyor ) meselesi ciddi biçimde sorgulanıyor. Bu arada şunu da belirtmem lazım, Nate rolünde Noah Taylor gerçekten insanın içini ürpertecek bir performans sergiliyor. Sonuç olarak izleyenin aklında kalan, ruhunda gölgeler bırakan bir film Red, White and Blue.
Bu yıl !F İstanbul'da son filmi Take Shelter gösterilecek olan Jeff Nichols'ın bir önceki filmi Shotgun Stories belki bir intikam filmi olarak nitelenmesi zor ama içinde kesinlikle intikam teması da işlenen bir yapım. Başrolünü -tıpkı Take Shelter'da olduğu gibi- Michael Shannon'ın üstlendiği Shotgun Stories karakterlerine alabildiğine mesafeli duran ama anlattığı hikayenin dramatik vurgu noktalarını kaçırmayan bir film. Son dönemin en yetenekli Amerikalı aktörlerinden biri olan Shannon'ın varlığıyla bir kat daha güçlenen film aynı babanın iki farklı kadından olan oğulları arasında çıkan ve neredeyse kan davasına dönüşen bir anlaşmazlığı konu alıyor. Shannon'ın canlandırdığı Son Hayes ve kardeşleri ( Boy ve Kid ) davetli olmadıkları halde babalarının cenazesine giderler ve diğer ailesinin gözü önünde tabutuna tükürürler ( yukarıdaki sahne ). Hiç görmediğimiz adam belli ki geçmişte onlara çok kötü şeyler yaşatmıştır. İşin ilginç yanı ( ki bu aslında film için bir artı puan ) izleyici babanın onlara ne yaptığını hiç bir zaman öğrenmez. Ne birisi anlatır, ne de flash-back ile olaylar anımsanır. Belki biz de o korkunç şeyleri yaşasak ( en azından biraz olsun görsek ) olan bitene hak vermemiz, kendimizi bir "taraf"tan hissetmemiz çok kolaylaşacaktır. Ama Nichols'ın derdi bu değil ve bu anlamda kolaycılığa kaçmaması da takdire şayan. Tabii bu da izleyicinin filme girmesini alabildiğine zorlaştırıyor. Zaten anlatımı son derece soğuk, bir de hikayenin bazı noktaları boş bırakılınca duygusal bir bağ kurmak neredeyse imkansız hale geliyor. Shotgun Stories intikam temasını merkeze alan bir film değil ama iki ailenin gitgide yükselen öfkesi ve her seferinde bir önceki eylemin intikamı gibi gelişen kavgaları ( ki insanlar ölüyor bu süreçte ) bende filmi diğerleriyle aynı çatı altına alma dürtüsünü doğurdu. Olayların duygusal olmasa da izleyicide psikolojik bir boğulma hissine sebep olmasıysa galiba bu yazıda ele alacağım tüm filmlerde farklı derecelerde de olsa ortak olan bir başka özellik.
Kimilerince geçen yılın en iyi filmlerinden biri olan I Saw The Devil bu hafta izlediğim ve intikam temasını işleyen bir başka yapım. Bu sefer kesinlikle filmin merkezinde intikam var ama elbette farklı bir bakış açısıyla ele alınmış. Güney Kore yapımı filmin adı ilk ipucunu veriyor zaten. I Saw The Devil, yani Şeytanı Gördüm adı filmin aslında "kötülük" kavramı üzerinde şekillendiğini gösteriyor bize. Bu da galiba intikam ediminin hiçbir işe yaramayacağı tek kavram. Saf kötülük, yani pişmanlıkla işi olmayan bir kötülük intikamdan etkilenmez. İşin kötüsü intikam alanı da kendisine benzetir, yani dönüştürür. Güney Koreli yönetmen Kim Ji-woon'un filmi o kadar çarpıcı bir şekilde işliyor ki intikam meselesini üzerine felsefi bir makale yazılabilir hissi doğuyor insanda. Filmin henüz başlarında vahşice öldürülen genç bir kızın gizli ajan olan sevgilisi Soo-hyun'un başlattığı insan avı onu yıllardır cinayetler işleyen ama izi bir türlü bulunamayan Kyung-chul'un kapısına götürür. Aklında onu öldürme düşüncesi vardır belki ama alacağı intikam daha çok ona eziyet etme, öldürdüğü sevgilisine yaşattığı acıların çok daha fazlasını ona yaşatma şekline dönüşür ( ya da en başından beri bu vardır aklında, buna emin olamıyoruz ). Gerçekten de ona yutturduğu bir çip sayesinde her adımını takip etmeye başlayacak ve çeşitli zamanlarda ona işkence etmeye devam edecektir. Bir başka intikam hikayesi olan Oldboy'dan tanıdığımız Choi Min-sik'in mükemmel bir şekilde canlandırdığı Kyung-chulbaşına gelenleri tam olarak kavradığında kontrolü ele geçirir ve bu sefer roller değişiverir. Bizler, yani izleyiciler de gerçek bir intikamın asla varolmayacağını bu andan itibaren kavramaya başlarız. Kötülüğün kurallarıyla oynamaya başlarsanız şiddetin ve şiddet yoluyla almaya çalıştığınız intikamın aslında kötülükten başka bir şey olmadığı gerçeğiyle karşı karşı kalırsınız. Siz şeytanı adam edemezsiniz, o sizi köleleştirir. Çok mu karamsar bir film peki I Saw The Devil? Belki, ama birazdan ele alacağımız Sympathy For Mr. Vengeance kadar değil. Bu arada filmin ışığının, renklerinin ve uzun sayılabilecek süresine rağmen temposunun çok iyi olduğunu söylemeliyim. Neden yılın en iyilerinden biri olduğunu anlamak zor değil yani.
Ama önce Martyrs var. Fransız korku filmi Martyrs bir intikam filmi mi acaba? Bence değil. Ama son derece çarpıcı bir sahneyle başlıyor ( ilk sahnesi değil gerçi ama, ilk sahnelerinden biri ) ve bunun bir intikam eylemi olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Genç bir kadın kendisine çocukluğunda türlü işkenceler etmiş bir ailenin tüm fertlerini öldürüyor ve buradan itibaren de neredeyse hiç bitmeyen ve şiddetin alabildiğine izleyicinin gözüne sokulduğu bir kabus başlıyor. Yukarıda da izleme fırsatı bulabileceğiniz ilk sahne önce mutlu ( ya da daha doğrusu sıradan ) bir aile tablosu çizerken gerçekte bambaşka sırların var olduğu bir dünyaya çekiyor izleyiciyi. Fransızcası olmayanlar için baştaki konuşmaların çok manası olmadığını hemen söyleyeyim. Kaspı çalıp da herşey başkalaştıktan sonraysa elinde tüfekle dehşet yaratan Lucie mutfakta bir sandalyeye oturttuğu çocuğa önce yaşını soruyor ve ardından ekliyor: "Anne babanın neler yaptığını biliyor musun?" Bu soruya biz de hayır yanıtını veriyoruz ama birazdan öğreneceğimizi de biliyoruz. Martyrs konusunu çok uzatmak istemiyorum zira intikam teması bu sahneden sonra gitgide silikleşiyor ve işler çok daha mistik bir hal alıyor. İnsan ruhu ve psikolojisi üzerine bir çeşitleme olarak ilerleyen film burada ele aldığım yapımlar içinde şiddeti en sert kullanan film hiç şüphesiz. Bitse de kurtulsak hissi izleyicinin sık sık kapıldığı bir his oluyor ki, bu da aslında filmin bütünü içinde çok anlamlı. İşkencenin insanı hayattan vezgeçme noktasına sürüklemesi filmin sonlarında anlayacağımız bir şeyle örtüşüyor. İzleyince anlayacaksınız.
Gelelim Park Chan-wook'un "intikam üçlemesi" olarak bilinen serisinin ilk halkası olan Sympahty For Mr. Vengeance'a. Oldboy ve Sympathy For Lady Vengeance ile devam eden üçlemenin bu ilk filminde Park Chan-wook bir yandan ablasına böbrek nakli yaptırabilmek için didinen sağır ve dilsiz bir gencin hikayesini anlatıyor, bir yandan da bu ameliyat için para bulabilmek uğruna kaçırdıkları ve istemeden ölümüne sebep oldukları küçük kızın babasının intikam hikayesini. Sağır dilsiz Ryu'nun kendi böbreğini ve parasını kaptırdığı organ mafyasından aldığı intikamı da gösteren film içerdiği şiddet dozuna rağmen karakterlerin psikolojik dünyalarıyla, yukarıdaki diğer filmlere nazaran, daha fazla ilgili. Şuna şüphe yok ki Park Chan-wook günümüz sinemasında intikam meselesine en çok kafa yoranlardan biri, belki de birincisi. O yüzden bu filmin diğerlerinden daha zor bir film olduğunu da kabul etmek lazım. İntikamın yanı sıra suç nedir, suçluluk nedir, suçlu kimdir, gibi soruları da beraberinde getiriyor Sympathy For Mr. Vengeance. Filmin adından da gelen bir sempati/empati konusu da var ki, işte izleyiciyi en çok da bu noktada ayazda bırakıyor Park Chan-wook. Çok katmanlı, çok oylumlu bir film var karşımızda ve meseleye tek bir açıdan, tek bir pencereden bakmak zorlaşıyor. Bir sonuca ya da karara varamıyorsunuz. En azından benim açımdan böyle oldu. Diğer tüm filmlerde hangi noktalarda kısılıp kaldığımı, hangi noktalarda çıkış yolu bulduğumu anladım, burada emin olamadım. Oldboy'u daha önce izlemiş ve açıkçası filmden daha net bir ruh haliyle ayrılmıştım ama burada aynı şey olmadı. Kafamı en çok meşgul eden, aklımı en çok kurcalayan film bu oldu. Belki üçlemenin son filmi Sympathy For Lady Vengeance'ı izlediğimde daha bütünlüklü bir noktaya ulaşacağım ama bunu söylemek için de erken.
30.01.2012
Günün Trailer'ı: The Hunter
Willem Dafoe'nun hatırına. Bir de tamamı Tazmanya'da çekiilmiş, bir daha zor görürüz herhalde.
Bunlar da Oyuncular Sendikası'nın seçimleri
Sinema
En İyi Oyuncu Kadrosu: "The Help"
En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin - "The Artist"
En İyi Kadın Oyuncu: Viola Davis - "The Help"
En İyi Yard. Erkek Oyuncu: Christopher Plummer - "Beginners"
En İyi Yard. Kadın Oyuncu: Octavia Spencer - "The Help"
TV
En İyi Oyuncu Kadrosu ( Drama ): "Boardwalk Empire"
En İyi Oyuncu Kadrosu ( Komedi ): "Modern Family"
En İyi Erkek Oyuncu ( Drama ): Steve Buscemi - "Boardwalk Empire"
En İyi Kadın Oyuncu ( Drama ): Jessica Lange - "American Horror Story"
En İyi Erkek Oyuncu ( Komedi ): Alec Baldwin - "30 Rock"
En İyi Kadın Oyuncu ( Komedi ): Betty White - "Hot In Cleveland"
En İyi Erkek Oyuncu ( TV Filmi/Mini dizi ): Paul Giamatti - "Too Big To Fail"
En İyi Kadın Oyuncu ( TV Filmi/Mini dizi ): Kate Winslet - "Mildred Pierce"
Yönetmenler Birliği Hazanavicius'u seçti
Belgesel dalında En İyi Yönetmen ödülünü Project Nim ile James Marsh alırken, The Kennedys adlı mini dizinin yönetmeni Jon Cassar TV Filmi ya da Mini Dizi dalında ödüle uzandı. TV Drama Dizisi dalında The Killing ile Patty Jenkins; TV Komedi Dizisi dalında ise Curb Your Enthusiasm ile Robert B.Weide ödül aldı.
Sundance'den Can'a ödül var
Sundance'te birkaç farklı kategoride ödüller dağıtılıyor bildiğiniz gibi. Bunlar da kendi içlerinde Drama ve Belgesel olarak ayrılıyor. Buna göre ödülleri listelersek:
Büyük Jüri Ödülü ( Drama ) : "Beasts of the Southern Wild" - y: Benh Zeitlin
Büyük Jüri Ödülü ( Belgesel ): "The House I Live In" - y: Eugene Jarecki
ABD En İyi Yönetmen ( Drama ): Ava DuVernay - "Middle of Nowhere"
ABD En İyi Yönetmen ( Belgesel ): Lauren Greenfield - "The Queen of Versailles"
Jüri Özel Ödülü ( Belgesel ): "Love Free or Die" - y: Maccky Alston
Jüri Özel Ödülü ( belgesel ): "Ai Weiwei: Never Sorry" - y: Alison Klayman
Görsel Mükemmellik Ödülü ( Drama ): "Beasts of the Southern Wild" - gy: Ben Richardson
Görsel Mükemmellik Ödülü ( Belgesel ): "Chasing Ice" - gy: Jeff Orlowski
ABD En İyi Kurgu ( Belgesel ): "Detropia" - k: Enat Sidi
Waldo Salt Senaryo Ödülü: "Safety Not Guaranteed" - s: Derek Conolly
İzleyici Ödülü ( ABD Drama ): "The Surrogate" - y: Ben Lewin
İzleyici Ödülü ( ABD Belgesel ): The Invisible War - y: Kirby Dick
İzleyici Ödülü ( Dünya Drama ): "Valley of Saints" - y: Musa Syeed
İzleyici Ödülü ( Dünya Belgesel ): "Searching For Sugar Man" - y: Malik Bendjelloul
Büyük Jüri Ödülü ( Dünya Drama ): Violeta Went to Heaven - y: Andres Wood
Büyük Jüri Ödülü ( Dünya Belgesel): "The Law In These Parts" - y: Ra'anan Alexandrowicz
En İyi Yönetmen ( Dünya Drama ): Mads Matthiesen - "Teddy Bear"
En İyi Yönetmen ( Dünya Belgesel ): Emad Burnat - "5 Broken Cameras"
En İyi Görüntü Yönetmeni ( Dünya Drama ): David Raedeker - "My Brother the Devil"
En İyi Görüntü Yönetmeni ( Dünya Belgesel ): Lars Skree - "Putin's Kiss"
En İyi Senaryo ( Dünya Drama ): "Young & Wild" - s: Marialy Rivas, Camila Gutierrez, Pedro Peirano
En İyi Kurgu ( Dünya Belgesel ): Indie Game: The MOvie" - k: Lisanne Pajo, James Swirsky
Jüri Özel Ödülü ( Dünya Belgesel ): "Searching For Sugar Man" - y: Malik Bendjelloul
27.01.2012
Günün Trailer'ı: Lockout
Luc Besson'un senaryosuna katkıda bulunduğunu hemen söyleyeyim de, benim gibi Besson şüphecileri sonradan kızmasın. Guy Pearce'in oynadığı Lockout aksiyon yönü ağır basan bir bilim-kurgu. Bir Alien ya da Blade Runner beklentiniz yoksa idare eder gibi duruyor.
Günün Afişi
1960 tarihli bir film var bugün Günün Afişi köşesinde. Come Back, Africa bağımsız Amerikalı sinemacı Lionel Rogosin'in çektiği ve Afrika sinemasında derin etkiler bırakmış bir film. Güney Afrika'da kaçak bir şekilde çekilen ve hükümetin gösterimini yasakladığı film bir Zulu ailesinin yaşadığı zulümleri anlatıyor.
Beyazperdenin ilk eşcinsel öpücüğü
Aslında ilk midir tam emin değilim ( kimse değil ) ama ilklerden biri olduğu kesin. Yukarıdaki sahne 1927 tarihli sessiz film Wings'den alınma. Wings hem En İyi Film Oscar'ını alan ilk film, hem de bu ödülü alan tek sessiz yapım. Yani zaten tarihte sağlam bir yeri var. Bir başka özelliği ise yukarıdaki sahneden de anlaşıldığı gibi beyazperdedeki ilk eşcinsel öpücüğü barındırıyor olması. Öpüşenler de Buddy Rogers ve Richard Arlen.
26.01.2012
Günün Trailer'ı: Project X
Todd Philips filmlerini ( Hangover mesela ) seviyorsanız Project X'i de sevebilirsiniz. Belki.
25.01.2012
Pasolini'nin kayıp röportajı
30 Ekim 1975'te, yani öldürülmesinden 3 gün önce İtalyan sinemacı Pier Paolo Pasolini son filmi Salo'nun gösterimi için gittiği İsveç'te bir yuvarlak masa toplantısına katılmıştı. Konuşulanlar daha sonra radyoda yayınlanmak üzere kaydedilmiş ama Pasolini'nin beklenmedik ölümü sonucu yayından vazgeçilmişti. Röportajın ingilizcesini yayınlayan Mubi'nin yorumunu buradan aktarmak isterim: "Bugün olsa hemen yayınlanırdı bu söyleşi". Eskiyle yeninin farkı da bu işte. Uzatmayalım, bir süre sonra bu kayıtların tamamen kaybolduğu anlaşıldı. Ancak o gün orada bulunan İsveçli tercüman kısa bir süre önce kendi tuttuğu orijinal notları bulmuş. Carl Henrik Svenstedt adlı bu arşiv meraklısı tercüman sayesinde kayıp röportaj gün ışığına çıkmış oldu. İlk kez Aralık ayında İtalyan L'Espresso dergisinde yayınlanan bu söyleşi, Türkçe olarak tahminimce ilk kez burada, yani Devamlılık Hatası'nda yayınlanıyor. İyi okumalar.
İsveç sineması hakkında ne biliyorsunuz?
Bergman'ı biliyorum, tüm İtalyan entelektüelleri gibi. Başka birini de bilmiyorum. İsveçli sinemacıların adlarını duydum ama filmlerini bilmiyorum.
Hiç mi izlemediniz?
Hiç. Roma berbat bir şehir. Bağımsız sinemalar var ama filmleri izleme fırsatını çok nadiren bulabiliyorsunuz.
Roma'da bağımsız sinemalar yok mu?
Var, bir iki tane. Paris gibi değil.
23.01.2012
Film nasıl yapılır - Bölüm 2
Kodak'ın 1958 tarihli belgeselinin 2. bölümü. İzlemeyenler için ilk bölüm de hemen altında.
Günün Trailer'ı: Haywire
Soderbergh'in son zamanlarda beni nasıl hayal kırıklığıa uğrattığından bahsetmiştim geçenlerde. Bugün de onun yakında gösterime girecek yeni filmi Haywire'ın trailer'ını sunuyorum size. Başrolünü Gina Carano'nun oynadığı film medyada "içinde ünlü olmayan film" başlığıyla yer buldu ama dünya şampiyonu bir dövüşçü olan Carano'yu bir kenara koyarsak Antonio banderas, Ewan McGregor, Michael Douglas gibi birçok yıldız rol alıyor filmde. Aşağıda da filmin ilk 5 dakikasını bulacaksınız.
The Artist Oscar'ı da alır
İddialı bir başlık gibi dursa da, değil. Son yıllarda Oscar yarışının tüm heyecanını kaybetmesi de bu yüzden ya zaten. Artık, Oscar öncesi verilen bilumum ödüller yüzünden hangi filmin hangi ödülleri alacağı fena halde belli oluyor. Yapımcılar Birliği'nin bu yıl En İyi Film seçtiği The Artist büyük bir ihtimalle Oscar'da da aynı ödülü alacak. Gerçi The Descendants gibi güçlü bir rakibi var ama son 4 yıldır Yapımcılar Birliği'nin tahmini şaşmadı, bu yıl da şaşacağını sanmam doğrusu. Öte yandan yılın En İyi Belgeseli ödülünü Beats, Rhymes and Life: The Travels of A Tribe Called Quest adlı yapım aldı. Modern Family TV dalında ödüle uzanırken ( geçen yıl da almıştı ), tuhaf bir şekilde The Adventures of Tintin Altın Küreler'den sonra burada da En İyi Animasyon ödülünü aldı. Tuhaf diyorum, zira herkes Rango'nun bu ödülü daha çok hak ettiği konusunda hemfikir.
21.01.2012
Christopher Walken'dan Lady Gaga şarkısı
Arada bir böyle eğlenceli şeylere rastlıyorum ve hemen başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Çok sevdiğim Christopher Walken'ın Poker Face'i okuduğu bu kısa video da onlardan biri.
20.01.2012
Cannes'da jüri başkanı Nanni Moretti
Dünyanın en önemli sinema etkinliği olan Cannes'da bu yıl Altın Palmiye jürisinin başkanlığını İtalyan sinemacı Nanni Moretti yapacak. 2001 yılında The Son's Room adlı filmiyle Altın Palmiye'yi alan yönetmen konuyla ilgili olarak "Jüri başkanlığı bir zevk, onur ve büyük bir sorumluluk" dedi. Geçtiğimiz yıl da Habemus Papam ile festivale katılan Moretti 1994 yılında da Caro Diario adlı filmiyle En İyi Yönetmen ödülünü almıştı. Hatırlatayım, festival bu yıl 16 Mayıs'ta başlayacak.
Film nasıl yapılır? - Bölüm 1
Artık film diye bir mamul pek kalmadı gerçi ama Kodak'ın 1958 yılında yaptırdığı bu belgesel sinemaya ilgi duyanlar ya da film nostaljisine meraklı olanlar için son derece güzel bir belge niteliğinde. Yukarıda belgeselin birinci bölümünü görüyorsunuz. Haftaya da ikinci bölüm gelecek.
Günün Trailer'ı: I Am Bruce Lee
Bruce Lee hakkında çok şey yazılıp söylendi ve hatta çekildi ama hala bir takım noktalar aydınlatılamadı. Pete McCormack imzalı yeni belgesel I Am Bruce Lee'nin de bu esrarı çözebileceğini sanmıyorum ama yine de ilginç bir filme benziyor. Festival seçicilerine duyurulur.
19.01.2012
Sundance başlıyor
Açıkçası Cannes ile birlikte en çok gitmek istediğim film festivali Sundance. Cannes'a birkaç gitme fırsatı bulduğum için Sundance artık listenin başına geçti. Bir gün mutlaka diyor ve bu yıl Sundance'de gösterilecek Can'a iyi şanslar dileyerek festivalde öne çıkacağı düşünülen bazı filmleri sıralamak istiyorum.
Spike Lee her zaman Spike Lee'dir. Amerika'daki az sayıda gerçek bağımsızdan biridir ve her filmini çok sevmesem de genel olarak sinemasını ve duruşunu severim. Son filmi Red Hook Summer bu yıl Sundance'de gösterilecek olan yönetmen Katrina sonrası ilk kez New York sokaklarına dönüyor. Hiç görmediği din adamı büyükbabasıyla bir yaz geçirmek için Brooklyn'e gelen Atlantalı zengin bir çocuğun hikayesini anlatan filmde Clarke Peters, Jules Brown, Toni Lysaith gibi isimlerin yanı sıra Spike Lee de oynuyor.
Jarecki ailesinin daha az tanınan üyesi Nicholas son filmiyle Sundance'de ses getirecek gibi görünüyor. gerçi Bret Easton Ellis'in öykü seçkisinden senaryolaştırdığı ( ama çekmediği ) The Informers'ı ben pek beğenmemiştim ama başkasının çektiği bir film için onu yargılamak doğru olmaz. Başrollerini Richard Gere, Susan Sarandon ve Tim Roth gibi ünlü isimlerin paylaştığı Arbitrage finans dünyasında geçen bir gerilim filmi.
James Marsh benim özellikle takip etmeye çalıştığım bir yönetmen. Man on Wire belgeselini çok beğenmiştim. Doğrusu bu kadar iyi bir belgesel film çeken bir yönetmenin The King gibi kurmaca bir filmi de aynı ustalıkla çekmesi beni fena halde mutlu etmişti. Üstüne bir de Red Riding'de çıkardığı işi görünce iyiden iyiye saygı duydum kendisine. Şimdi de IRA draması Shadow Dancer geliyor Marsh'dan. Başrollerde Clive Owen, Gillian Anderson ve Andrea Riseborough gibi oyuncular var.
Black Rock biraz The Descent'i andırıyor sanki. Doğanın insafına kalmış bir grup genç kadının hikayesini anlatıyor film. Üstelik yönetmen de bir kadın: Katie Aselton. Festivalin Geceyarısı bölümünde gösterilecek filmde Kate Bosworth ve Lake Bell gibi tanınmış simalar rol alıyor. Katie Aselton'ın da rol aldığı Black Rock şimdiden Sundance'in merak edilen yapımları arasına girdi.
Stephen Frears'in son filmi Lay The Favorite de bu yıl Sundance'in programındaki iddialı yapımlardan biri. Bruce Willis, catherine Zeta Jones ve Rebecca Hall gibi yıldızların rol aldığı kumar komedisi ödül almaz belki ama rahatlıkla bir dağıtımcı bulacağını söyleyebilirim.
2006'da çektiği Thin adlı belgeselle kariyerine başlayan Lauren Greenfield'in yeni filmi The Queen of Versailles zamanlaması çok yerinde bir belgesel. Versailles Sarayı'ndan esinlenerek kendilerine devasa bir ev inşa eden dolar milyarderi bir çiftin hikayesini anlatan belgesel tam da mortgage krizinin ertesinde son derece ilginç bir filme dönüşüyor.
1993 yılında Memphis'te işlenen ve üç erkek çocuğunun öldüğü bir cinayetin ardından tutuklanarak hapse atılan üç gencin hikayesi bir belgesele dönüştü. West Memphis Three ( Batı Memphis Üçlüsü ) olarak bilinen bu üç gencin belgeselini çeken Amy Berg 2006 yılında da Deliver Us From Evil adlı belgeseliydi büyük ses getirmişti. Üstelik bu sefer Peter Jackson gibi bir destekçi de var yanında. West of Memphis bu yıl ödül alırsa şaşırmamak gerek.
Geçen yıl büyük ses getiren Martha Marcy May Marlene adlı filmin yapımcılarından Antonio Campos bu kez kendi çektiği bir filmle geliyor Sundance'e. Kötü bir bir aşkın ardından kafayı dağıtmak için Paris'e giden ve burada bir fahişeyle ilişki yaşayan genç bir Amerikalının hikayesini anlatan Simon Killer karanlık bir filme benziyor. Başrollerde Martha Marcy..'de de oynayan Brady Corbet ve 35 Shots of Rum'dan hatırlayacağınız Mati Diop var.
18.01.2012
Günün afişi
The Monk and the Fish
Bugün animasyonlardan açıldı kısmetimiz. Bu seferki de Michael Dudok de Wit imzalı bir klasik: The Monk and the Fish. 1994 tarihli bu kısa animasyon Oscar'a da aday gösterilmişti. Filmin her karesini mürekkep ve suluboyayla çizen Dudok de Wit 6 dakikalık animasyonu 6 ayda bitirmiş. Muhteşem de bir iş çıkarmış bence.
Stainboy'un maceraları devam ediyor
İşte Tim Burton'ın Stainboy serisinin ikinci bölümü. Devamı haftaya.
16.01.2012
Belgesel haftası
Geçen hafta boyunca izlediğim belgesellerin ilki, 2011'in en iyi filmleri arasında gösterilen, Senna idi. Brezilya'nın efsanevi F1 sürücüsü Ayrton Senna'nın hayat hikayesini anlatan film benim gibi motor sporlarına çok da düşkün olmayan birini bile etkiledi doğrusu. Yanlış anlaşılmasın, F1'e bir dönem çok düşkündüm, ama Senna'nın öldüğü dönemde değil de, NTV'nin yarışları yayınlamaya başladığı dönemde ilgilendim daha çok. Sonra geriye yönelik biraz merak geliştirdim ama fazla da uzun sürmedi ilgim, takibi bıraktım. Yine de Nigel Mansell, Jacques Villeneuve ve Mika Hakkinen gibi tarafını tuttuğum sürücüler olmuştur. Öte yandan çok duyup dinlememe rağmen Senna hakkında fazla bir bilgim yoktu. Bu yüzden de Asif Kapadia filmi bir kat daha değer kazandı gözümde. Neden derseniz, Kapadia filmde hiç bir şeyi anlatıp açıklamaya kalkmamış. Sadece ve sadece eski görüntüleri kullanarak, hiç yeni röportaj yapmadan, hiç anlatıcı sesi kullanmadan, zaten elde olan görüntülerle bir montaj yapmış. Bunun ne kadar riskli bir yöntem olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Benim gibi kısıtlı bilgiye sahip birini bile gözünü kırpmadan filmi izleyecek hale getiriyor ki, son derece zor bir iş. Senna'nın F1'e ilk girdiği yıllarda Prost ile çekişmesi, ardından gelen şampiyonluklar ve motor sporları federasyonu ile girdiği çatışma ve nihayet beklenmedik ( ya da maalesef beklendik ) trajik son. Film, çok erken bir yaşta, 34 yaşında hayata veda eden ve ölmese belki de bugün Michael Schumaher'e ait birçok rekoru elinde tutmaya devam edecek olan bir sporcunun trajik bir kahraman olarak portresini çiziyor. Yarış kariyerinin son yıllarını da kendisi dahil, tüm yarışçıların güvenliği için kavga etmekle geçiren bu özel adamın hayatını sizin de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.
Belgesel sinemacılar içinde Errol Morris'in bambaşka bir yeri var. Seçtiği konular ( ya da daha doğrusu kişiler ) öyle kolay kolay herkesin izletmeyi başarabileceği konular değil. Belki bir Werner Herzog hariç. Tabii ikisinin çok farklı tarzları olduğunu da söylemem gerek. İkisi de son derece sıradışı konularda filmler yapıyor ama Herzog her zaman filmlerinin içine bir şekilde kendini dahil edip ( hatta zaman zaman öne çıkarıp ) kurmacanın sınırlarında gezinen işler çıkarırken, Morris ele aldığı meseledeki tuhaflığın altını çizip kendisini geri planda görünmez kılıyor. Onun son filmi Tabloid'e gelince. Açıkçası eski bir güzellik kraliçesi olan Joyce McKinney'nin öyküsünü izleyince bir süre inanmakta zorluk çektim. Hatta film Herzog'un imzasını taşıyor olsa kesin uydurmadır diyecektim. Ama Morris belki de çok daha zor olanı yapmış ve kurmacada inanılmaz gelebilecek bir hayat öyküsünü filme aktarmış. Hayatının farklı dönemlerinde magazin basınında ( tabloid tam magazin demek değil aslında ama bizde en yakın karşılığı o sanki ) farklı şekillerde yer almış sıradan bir kadının hayatı söz konusu olan. Hem Joyce McKinney'nin hikayesi var filmde, hem de tabloid basınının bir manzarası. Bu manzara da aslında Amerikan toplumunun bir yansıması elbette. Morris'in filminde kullandığı ve bugün ucuz eğlenceyi bir matahmış gibi yutturan eğlence kanallarının ( tabloid habercilik onların işi olduğu için yaptım bu kıyaslamayı ) yanından bile geçemeyecekleri güzellikteki grafik anlatım teknikleri ise filmin en büyük artısı belki de.
Bill Cunningham'ın adını duymuştum elbette ama kim olduğunu bilmiyordum. Bilmiyormuşum. Bu da benim ayıbım. Ama artık biliyorum ve kendisine büyük bir hayranlık ve saygı duyuyorum. Bill Cunningham şu sıralar 83 yaşında olan bir moda fotoğrafçısı. Hala aktif bir şekilde çalışıyor ve her gün New York sokaklarında fotoğraflar çekiyor. Çektiği fotoğrafları da New York Times'daki köşesinde yayınlıyor. Onu diğer moda fotoğrafçılarından ayıran özelliği ise insanları değil kıyafetleri fotoğraflıyor oluşu. İşin doğrusu onu herkes tanıyor ama kim olduğunu tam olarak kimse bilmiyor. Her yere bisikletiyle giden, inanılmaz bir iş disiplini ve ahlakı olan Cunningham bu işi para için yapmıyor. "Para almaya başladığın an özgürlüğün gider" diyor filmin bir yerinde. Bir başka yerinde ise ona "Catherine Deneuve geçti, neden çekmedin ?" diyenlere, "İlginç bir şey giymiyordu, neden çekeyim ki" diyecek kadar özel bir adam Cunningham. Anna Wintour'un "hepimiz Bill için giyiniyoruz" dediği, hereksin büyük bir saygıyla söz ettiği Cunningham'ı tanımak benim için geçen haftanın en büyük kazancıydı herhalde. Umarım bu film İKSV'nin Film Festivali programında yer alır.
Cameron Crowe'un çektiği Pearl Jam Twenty özellikle müzik belgesellerine ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir film. 90'lı yıllarda daha çok Nirvana'ya konsantre olan biri olarak Pearl Jam'in hikayesine yabancıydım ama döneme ve müziğe az çok hakim sayılırım. Cameron Crowe'un gruba duyduğu hayranlığın her karesinde ortaya çıktığı film Pearl Jam'e yazılmış bir aşk mektubu gibi. Nirvana'nın daha karanlık bir yanını temsil ettiği grunge'ın ( ve Seattle'ın ) özlemle anılan bir fotoğrafını çeken Crowe neredeyse beraber büyüdüğü Pearl Jam'in harika bir tarihçesini sunuyor. Bunun içinde müthiş bir başarı hikayesin de var, trajik dönemeçler de; kişisel mücadeleler de var, komik çatışmalar da. Filmlerinde de müzik meselesine her zaman ayrı bir önem veren Crowe böylesi bir belgeseli çekecek en doğru isim olsa gerek. Keşke birisi de Nirvana için böyle bir film çekebilse.
Andrew Rossi'nin çektiği Page One: Inside the New York Times geçen hafta izlediğim son belgeseldi. ABD'nin en önemli gazetelerinden birinin çok boyutlu bir portresini çizmeye kalkışan ve bunda da büyük ölçüde başarılı olan Rossi bir yandan medyadaki devrim niteliğinde değişimleri mercek altına alıyor, bir yandan da haberciliğin tanımı, tarifi hakkında yeni bir hesaplaşmanın izini sürüyor. Biz bir süredir Türkiye'de haberciliğin ne olduğu hakkında fena halde kaybolup, kafa karışıklığına mahkum olduğumuz için bu filmi izlemek ayrıca önemli diye düşünüyorum. Wikileaks'den Irak'ta yaşananlara, iflas eden gazetelerden, sosyal medyaya kadar birçok konuya değinen film en nihayetinde özgürlük ( en başta da ifade özgürlüğü ) meselesinde kilitleniyor. Bu kilidi nasıl açacağımız meselesiyse bizim için ayrı bir muamma maalesef.
14.01.2012
Günün Trailer'ı: Moonrise Kingdom
Wes Anderson'ın yeni filmi Moonrise Kingdom'ın ilk trailer'ı var bugün menüde. Wes Anderson'ı severim. Kendine has bir dili vardır ve filmlerinin yine kendine has bir ruhu olduğunu düşünürüm. Bu filmde de yine Bill Murray var kadroda. Ayrıca Frances McDormand, Edward Norton ve Bruce Willis gibi isimler de var ki, hiç fena görünmüyor.
13.01.2012
Ayın 13'ü Cuma gününe denk gelirse...
Böyle bir inanış var ecnebide malum. Ayın 13'üne denk düşen Cuma günü uğursuz olarak görülüyor. Gregoryen takvime göre her yıl en az 1, en fazla da 3 kez rastlanan bir durum bu. Eğer ay Pazar günü başlıyorsa, bilin ki ayın 13'ü Cuma gününe denk düşecektir. Ben de bugünü bahane bilerek size bu gece izlemeniz için birkaç korku filmi önereyim dedim.
İlk önerim akla ilk gelen film elbette: Friday the 13th. Ama tabii serinin ilk filmini öneriyorum. Serinin en başarılı filmi ilki midir derseniz, tartışılır elbette ama birkaç yıl önce çekilen reboot'u asla değil, ona emin olabilirsiniz. Aslına bakarsanız slasher filmleri popülerleştiren Friday the 13th serisi o kadar da önemli bir yer tutmuyor bence korku sineması literatüründe ama güne en uygun düşen filmlerden biri olduğu da kesin.
Bu seçim biraz garip gelebilir ama bence Don't Look Now insanın içini ürperten, uzun zaman aklınızdan çıkmayacak bir film. İzleyiciyi korkutmak için ucuz numaralara başvurmayan; kan, şiddet gibi unsurlarla etkilemek gibi derdi olmayan bir film Nicolas Roeg'unki. Tabii biraz günün ruhuna aykırı düştüğünü kabul ediyorum, yani topluca arkadaşlarınızla izleyip eğlenebileceğiniz bir film değil Don't Look NOw. Ama gecenin sonlarında, hala uyanık kalan bir iki kişi için müthiş bir deneyim olabilir.
Ama 1985 tarihli Re-animator tam tersi, hep birlikte çığlık çığlığa izlenebilecek bir film. Bol kan, bol şiddet, ve bol mizah var. H.P. Lovecraft'ın eserinden Brian Yuzna - Stuart Gordon ikilisinin uyarladığı film kendi janrında minör bir klasiktir kanımca.
Son önerim yeni ama şaşılacak derecede başarılı bir film: The House of the Devil. Son yıllarda benzerlerini çokca izlediğimiz ve her biri de diğerinden berbat olan korku filmlerinden biri değil bu. İşin ilginci film sanki birkaç yıl önce değil de bundan 30-40 yıl önce çekilmiş izlenimi veriyor. Oyunculuklarından atmosferine, anlatımından çerçevelerine tamamen başka bir döneme ait gibi ve bu da filmin asıl beni tavlayan yönü. Yoksa korku filmlerinden korkmayı çok uzun zaman önce bıraktım.
Bunlar da New York reklamları
Bu hafta şansımız reklamlardan açıldı anlaşılan. Yukarıdaki videoda 11 Eylül saldırılarından sonra New York'a moral vermek için çekilen bir seri reklam var. Bu reklamlarda adları New York'la özdeşleşmiş bazı kişilerin rol aldığını göreceksiniz. Woody Allen, Robert De Niro, Christopher Walken gibi sinema yıldızlarıyla Henry Kissinger gibi politikacıların rol aldığı reklamlarda zamanın Belediye Başkanı Rudy Giuliani de görünüyor haliyle. Bu arada hemen belirteyim, benim favorin Ben Stiller'ın rol aldığı ilk reklam.
12.01.2012
Bresson afişleri
Fransız sinemacı Robert Bresson kimselere benzemeyen tarzıyla sinema tarihinde özgün köşelerden birini tutar kanımca. Aşağıda ( sayfanın devamına gitmeyi unutmayın ) çektiği tüm filmlerin afişlerini görüyorsunuz. Bazıları orijinal fransız afişleri, bazılarıysa Polonya, Almanya, Japonya gibi farklı ülkelerde yapılmış afişler.
Günün Trailer'ı: Ayn Rand and the Prophecy...
İtiraf edeyim ki kitabı okumadım. Ayn Rand'a karşı bir önyargım olduğundan sanırım bir türlü elim gitmedi Atlas Shrugged'a. Ama bu belgesel kesinlikle ilgimi çekti doğrusu. Kimbilir, izledikten sonra kitabı da okumaya kalkabilirim. Ayn Rand and the Prophecy of Atlas Shrugged, daha önce TV için birçok biyografi-belgesel çeken Chris Mortensen'in sinemadaki ilk belgeseli. İKSV'deki arkadaşlara duyurulur.
11.01.2012
Reklamlar bu kez Fellini'den
Geçenlerde size Ingmar Bergman'ın çektiği reklamlardan bahsetmiş ve bir de örnek sunmuştum. Bu kez Federico Fellini'nin 1980'li ve 90'lı yıllarda çektiği reklamlardan örnekler var Devamlılık Hatası'nda. Yukarıdaki Campari reklamı 1984 tarihli. Aşağıdaki Banca di Roma reklamınıysa 1992'de çekmiş Fellini. Her iki reklamda da Fellini'nin senaryoyu yazdığını söylemem gerek. Gerçi izleyince başkasının yazmış olabileceğini düşünmeyeceğiniz reklamlar bence.
10.01.2012
Kim Novak: "Bu bir tecavüzdür"
Başlıktaki sözlerle Kim Novak ne diyor sizce? Şaka değil, ciddi bir itham cümlesi bu. Ama hemen söyleyeyim söz konusu tecavüz bir kadına karşı yapılmış fiziki bir saldırı değil. Hikaye çok daha ilginç aslında.
Yılın en çok ses getiren filmlerinden The Artist'de usta yönetmen Alfred Hitchcock'un Vertigo adlı başyapıtı için bestelenen bir müzik kullanılmış. Kim Novak da bu duruma çok sinirlenmiş ve bir basın açıklaması yapmış. "Bir tecavüzü ihbar etmek istiyorum" sözleriyle başlayan Kim Novak şöyle devam ettirmiş açıklamasını: "The Artist adlı film tarafından eserimin ırzına geçilmiştir. Bu film Vertigo'daki Aşk Teması müziğini alarak kendi duyguları için kullanmıştır. Alfred Hitchcock ve Jimmy Stewart haklarını arayacak durumda değil ama ben arayabilirim. The Artist'in en önemli anlarında izleyicide duygular uyandıran müzik, bilinçli ya da bilinçsiz kullanılmış olsun, bizim eserimizdir."
Filmin yapımcıları olan Weinstein kardeşlerden konuyla ilgili bir tepki gelmezken filmin yönetmeni Michel Hazanavicius yanıt vermekte gecikmedi. "The Artist benim sinemaya yazdığım bir aşk mektubudur ve tarih boyunca benim ( ve ekibimizin ) filmlere karşı duyduğum saygı ve hayranlıktan doğmuştur. Hitchcock, Lang, Ford, Lubitsch, Murnau ve Wilder'ın eserlerinden esinlenmiştir. Bernard Hermann'ı çok severim ve müziği de birçok farklı filmde kullanılmıştır. Ben de kullandığım için çok memnunum. Kim Novak'a saygım sonsuz ama aynı fikirde olmadığımıza üzüldüm" diyor Hazanavicius. Sizi bilmem ama ben burada Hazanavicius'dan yanayım doğrusu.
Tim Burton'dan Stainboy - Bölüm 1
2000 yılında, internetin daha çok para getireceği, bu yüzden de daha çok yatırım yapıldığı bir zamanda Flinch stüdyosuyla birlikte bir animasyon dizi yapmak üzere yola çıkan Tim Burton ilk bölümünü yukarıda izlediğiniz Stainboy'u yaratmıştı. Aslında 26 bölüm planlanmış, ama sadece 6 bölüm tamamlanabilmişti. Şunu da belirtmekte yarar var aslında, Stainboy ilk kez 1997 yılında yine Tim Burton'ın imzasını taşıyan The Melancholy Death of Oyster Boy and Other Stories adlı resimli kitapta görünüyordu. İşin doğrusu ben de bu seriyle yeni tanıştım ve hemen sizinle paylaşmak istedim. Her hafta bir bölüm halinde, 6 bölümü de yayınlayacağım, haberiniz olsun.
9.01.2012
Amerikalı eleştirmenler "Melancholia" dedi
Ödül raporlarına devam. Bu hafta ABD Ulusal Film Eleştirmenleri Birliği'nin ödülleri var menüde. Bildiğiniz üzere ABD'de hemen her eyaletin ya da kentin kendi eleştimenler topluluğu var ve bunların her biri ayrı ayrı ödüller veriyor. Bir de 58 kişinin oy verdiği ulusal çapta bir birlik var, ki işte bu ödüller de onların verdiği ödüller. Ağaşıda da göreceğiniz gibi her film ya da kişinin aldığı oylar ( bu oylar da aslında tek tek sayılmıyor, örneğin bir dalda en iyi seçilen 3 oy alıyor ) yanlarında yazıyor. Bazı dallar çok çekişmeli geçmiş fark edeceğiniz üzere. Ama bence bu tabloda en çok öne çıkan film A Separation. Hem En İyi Film dalında 20 puan almış, hem de kendi kazandığı dalda en büyük farkı atmış. Filmin oyuncularını da aslında bir şekilde görmek gerekirdi ama hepsi o kadar iyiler ki, hangisine ödül vermeli, bilemiyorum.
En İyi Film
Melancholia - 29 ( Lars Von Trier )
The Tree of Life - 28 ( Terrence Malick )
A Separation - 20 ( Ashgar Farhadi )
En İyi Yönetmen
Terrence Malick - 31 ( The Tree of Life )
Martin Scorsese - 29 ( Hugo )
Lars von Trier - 23 ( Melancholia )
En İyi Erkek Oyuncu
Brad Pitt - 35 ( Moneyball, The Tree of Life )
Gary Oldman - 22 ( Tinker Tailor Soldier Spy )
Jean Dujardin - 19 ( The Artist )
En İyi Kadın Oyuncu
Kirsten Dunst - 39 ( Melancholia )
Yun Jung-hee - 25 ( Poetry )
Meryl Streep - 20 ( The Iron Lady )
En İyi Yard. Erkek Oyuncu
Albert Brooks - 38 ( Drive )
Christopher Plummer - 24 ( Beginners )
Patton Oswald - 19 ( Young Adult )
En İyi Yard. Kadın Oyuncu
Jessica Chastain - 30 ( The Tree of Life, Take Shelter, The Help )
Jeannie Berlin - 19 ( Margaret )
Shailene Woodley - 17 ( The Descendants )
Kurmaca Olmayan En İyi Film
Cave of Forgotten Dreams - 35 ( Werner Herzog )
The Interrupters - 26 ( Steve James )
Into The Abyss - 18 ( Werner Herzog )
En İyi Senaryo
A Separation - 39 ( Ashgar Farhadi )
Moneyball - 22 ( Steve Zaillian, Aaron Sorkin )
Midnight in Paris - 16 ( Woody Allen )
Yabancı Dilde En İyi Film
A Separation - 67 ( Ashgar Farhadi )
Mysteries of Lisbon - 28 ( Raoul Ruiz )
Le Havre - 22 ( Aki Kaurismaki )
En İyi Görüntü Yönetimi
The Tree of Life - 76 ( Emanuel Lubezki )
Melancholia - 41 ( Manuel Alberto Claro )
Hugo - 33 ( Robert Richardson )
İstanbul Film Festivali'nde Jüri Başkanları belli oldu
31. İstanbul Film Festivali 31 Mart - 15 Nisan tarihleri arasında yapılacak. 1982 yılından bu yana takipçisi olduğum bir etkinlik festival ve haliyle benim için anlamı bir başka. Bu yıl uluslararası jüriye Nuri Bilge Ceylan başkanlık edecek. Ulusal jürinin başkanı ise Murathan Mungan olacak. Açıkçası ben asıl ikisinin birden yer aldığı bir jürinin kararlarını merak ederdim. Hatta o jürinin toplantılarına kulak misafiri olmak isterdim. İkisi de yüksek zekaya sahip bu iki yaratıcının neler konuşup, tartışacağını; hangi kriterlerle filmleri değerlendireceğini, hangi noktalarda anlaşıp, hangi konularda ters düşeceğini duyup, görmek isterdim. Tabii bu işin fantezi yanı. Yoksa her ikisinin de başkanlık görevlerini mükemmelen yürüteceğine eminim. Yeter ki değerlendirecekleri filmler onların seviyesinde olsun.
6.01.2012
Billy Crystal'ın izinde
Oscar'da bu yıl ev sahipliği görevini emektar komedyen Billy Crystal üstlenecek biliyorsunuz. Bu usta komedyenin 8. Oscar sunuculuğu falan olsa gerek. Eddie Murphy ve Brett Ratner ile ilgili hikayeyi anımsadığınızı tahmin edip uzatmıyorum. Bu yıl bir de matrak bir trailer çekmişler Billy Crystal ve Oscar ile alakalı. Robin Williams, Josh Duhamel, Megan Fox ve Vinnie Jones gibi isimler de küçücük roller üstlenmiş. Bakalım hoşunuza gidecek mi?
Günün Trailer'ı: Return
Çoğu zaman ( hatta neredeyse her zaman ) savaştan dönen erkektir. Bu sefer bir kadın. Bunda filmi yönetenin de bir kadın olmasının payı büyük bence. Liza Johnson'ın ( daha önce 1 uzun, bir kaç tane de kısa metrajlı film çekmiş ama bu onun ilk kez adını duyurduğu film ) yönettiği Return'de başrolleri Linda Cardellini ve Michael Shannon paylaşıyor. İlk kez Freaks and Geeks'de tanıyıp sevdiğimiz Cardellini bu filmde eğer söylendiği kadar iyi oynuyorsa sürpriz bir Oscar adaylığı bile alabilir.
Dünya 2 Miles Davis filmine hazır mı?
Aslında başlığa taşıdığım soruyu biraz Don Cheadle'ın sözlerinden türettim. Bir süredir bir Miles Davis filmi çekmeye hazırlanan Cheadle başka bir Miles Davis filmi çekileceği haberleri üzerine "Dünya 2 Miles Davis filmine hazırsa, harika, bence 8 - 10 tane çekilmeli" dedi. Hem oynayacağı, hem de yöneteceği ( ki Cheadle için bir ilk olacak bu ) film için alışılmış biyografilerin dışında bir yol izleyeceğini söyleyen Cheadle "kübist" ( ne demekse ) bir yorumu tercih edeceğini belirtiyor. Cheadle şunu da eklemeden geçmiyor bu arada: "Miles'ın tüm müzik hakları bizde. Aileyle birlikte hareket ediyoruz. Sadece hayatının 3-4 yıllık bir dönemi var ki sanıyorum diğer filmin yapımcıları o zamanın haklarını almış ve onunla ilgili bir film çekecekler."
Gerçi diğer filmle ilgili haberler de o kadar yabana atılır cinsten değil sanki. George Tillman'ın çekeceği söylenen film için Miles Davis'in en büyük oğlu Gregory'nin devrede olduğu belirtiliyor. Keza Gregory Davis'in yazdığı Dark Magus: The Jekyll and Hyde Life of Miles Davis adlı kitaptan faydalanılacak film için. Daha çok Ray ya da Walk The Line tarzı bir film çıkacak ortaya ve adı da -eğer bir değişiklik olmazsa- "Miles" olacak. Bakalım hangi film daha önce çekilecek ve hangi filmi daha çok beğeneceğiz. Bu arada benden de size bir Miles Davis performansı, neyi beklediğimizi tam anlayabilmeniz için.
5.01.2012
Eski filmlere yeni remake
Bu iş iyice sıktı ama bunu bizim değil Hollywood'un anlaması lazım herhalde. Şimdi de The Evil Dead ve Carrie'nin remakeleri geliyormuş. İkisi de son derece sağlam filmlerdir ve ikisine de dokunulmamasını tercih ederim doğrusu. Buradan yetkililere seslenmek isterim: lütfen bu filmleri çekmeyiniz. Açıkçası beğendiğim bir remake hatırlamakta çok zorlanıyorum ve özellikle de kültleşmiş filmlere ne olursa olsun dokunulmaması gerektiğini düşünüyorum. Bu arada merak edenler için bilgi de vereyim, Carrie'yi daha önce Boys Don't Cry filmiyle adını duyuran Kimberly Peirce çekecek. Söylenenlere göre Brian De Palma'nın versiyonuna kıyasla Stephen King'in romanına daha sadık bir uyarlama olacakmış. Yönetmenin başrol için ilk tercihi de Hailee Steinfeld imiş. The Evil Dead'e gelirsek, filmi Fede Alvarez çekecek ve başrollerden birini de Lily Collins üstlenecek.
Key Lime Pie
2007 tarihli bu kısa animasyon tam da film noir meraklıları için. Yalnız burada femme fatale yok, pie fatale var! Yönetmen Trevor Jimenez şimdilik sadece bu kısa filmi çekmiş ama yenilerini çeker umudundayım doğrusu.
4.01.2012
Günün Afişi
Bugünkü afişimiz Martin Ansin tasarımı. Bela Lugosi'nin ölümsüzleştirdiği Dracula için tasarlanan bu afişin 2 de versiyonu var gördüğünüz gibi. Mondo'dan satın almak mümkün elbette.
2.01.2012
Kritik: Contagion
Soderbergh'i özlüyorum. Contagion'ı izledikten sonra bunu fark ettim. En çok da Sex, Lies and Videotape'i çeken Soderbergh'i özlüyorum elbette ama Out of Sight'ı çeken, The Limey'i çeken hatta Traffic'i çeken Soderbergh'i de özlüyorum. Aslında Traffic belki de bu kritik için en manalı mihenk taşı olabilir, zira Contagion da Traffic'e benzer bir yapıya sahip. Birinde "uyuşturucu" vardı filmin merkezinde ve hayatları bundan etkilenen bir grup insan; diğerindeyse bir "hastalık" ve bundan etkilenen bir grup insan var. Ama Soderbergh Traffic'de yaptığını burada yapamıyor ve ele aldığı karakterler de kartonlaşmaktan kurtulamıyor ne yazık ki. Nedeni de basit aslında. Her şeyden önce uyuşturucu bağımlılığı kişisel bir mesele. Yani insanların uyuşturucuyla ilişkisini kişisel düzlemde ele alıp her birinin hikayesini ortaya çıkarabilirsiniz. Salgın meselesi ise hiç kişisel değil; hatta fazlasıyla kişiden bağımsız bir mesele. Ama zaten işin asıl ustalık isteyen yanı da bu. Yani bir yönetmen salgın hastalık gibi hiç de kişisel olmayan bir olguyu nasıl kişiselleştirecek ve izleyiciyle nasıl bir ilişki kuracak? Bunu yapamadığınızda elinizde Outbreak ( Wolfgang Petersen - 1995 ) misali bir gerilim kalıyor ki, yer yer tam da bu olmuş Soderbergh'in filminde. Oysa bu işin yalnızca bir yanı olmalıydı. Zaten Soderbergh de bunu kırmak için uğraşmış, uğraşmamış değil ama başarılı olamamış bana sorarsanız. İşin içine bir ihanet ( Gwyneth Paltrow'un eski kocasıyla ilişkiye girdiğini anlıyoruz), ahlaki bir ikilem ( Laurence Fishburne'ün bazı bilgileri kendi lehine kullanması ), izleyicinin dikkatine sunulmuş bir soru ( Marion Cotillard'ın yerinde olsanız siz ne yapardınız?) sokmaya çaba göstermiş ama bunları yeterince güçlü elemanlar haline getirememiş. Daha önce The Bourne Ultimatum ve The Informant gibi senaryolarda imzası bulunan Scott Z. BUrns bu film için yanlış bir isimmiş bence. Traffic'i ise Stephen Gaghan kaleme almıştı ve belki o olsa daha iyi bir çözüm getirebilirdi hikayeye. Belki de getiremezdi bilemiyorum, salgın hastalık meselesi ( hem de küresel ölçekte bir salgın ) çok kolay bir konu değil zira.
Gelelim Soderbergh'i özlüyor olmam meselesine. Gençliğimin en önemli filmlerinden biri olan Sex, Lies and Videotape herhalde Soderbergh'in en iyi filmi olsa gerek. Herhalde diyorum, çünkü arada izlemediğim bir iki filmi oldu. Ama Soderbergh'in neredeyse tek başına 90'larda alevlenen bağımsız sinemanın fitilini yaktığını söylemek çok yanlış olmaz. Bunu da ilk filmi olan ve Cannes'da Altın Palmiye kazanan Sex, Lies ile yaptı. Sonrasındaysa uzun bir bocalama dönemi geçirdi Soderbergh. Hollywood ondan çok şey bekliyor, o ise bu beklentiyi nasıl karşılayacağını bilemiyordu. Kafka gibi deneysel sularda gezinen ve bence hiç de fena olmayan bir film çekti ama ondan istenen kesinlikle bu değildi. Kimilerine göre "başarı endişesi" çekiyordu ve bu psikolojik bir bozukluğa işaret ediyordu. King of the Hill gibi bugün kimsenin pek hatırlamadığı bir film daha çekti ve iyice yitik bir adam olarak görülmeye başladı. Keza The Underneath ile de ilginç bir işe kalkışmış ( görsel olarak bugün Contagion'a kadar uzanan bir çizginin temellerini attığı filmdir bana sorarsanız ) ama tarifi tutturamamıştı. Onu dirilten Elmore Leonard'ın kitabından uyarladığı Out of Sight oldu.
Out of Sight aslında sadece onu değil George Clooney'yi de uzun zamandır istediği yere getirecekti. ER ile televizyona sığmayacak hale gelen Clooney bu filme gelene kadar en az 3 iddialı yapımda şansını denemiş ama bir türlü sinema yıldızı statüsüne ulaşamamıştı. Out of Sight onun nihayet gelen kırılma anı oldu ve Clooney ondan sonra ciddi bir yükselişe geçti. Benzer bir durum Jennifer Lopez için de geçerli aslında ama bana sorarsanız o bu şansı bence yanlış değerlendirdi ve sonrasında hep abuk filmlerde rol alarak vizyonsuzluğunu kanıtlamış oldu. Out of Sight'ın başarısı ise herşeyden önce Leonard'ın romanının ruhunun çok güzel bir şekilde beyazperdeye yansımış olmasıydı. Soderbergh nihayet "entelektüel" kaygılarından kendini uzaklaştırmış ve rahat bir eğlencelik çektiğinin bilincinde olarak kamerayı eline almıştı. Biraz da Tarantino'ya mı özenmişti bilinmez, hikayenin kurgusunda farklı yollar denemiş ve bunda da başarılı olmuştu. Hatta Clooney ile Lopez'in sevişme sahnesinde Don't Look Now'daki sevişme sahnesine gönderme yapacak kadar ince işlere de kalkışmış ve benzer bir paralel kurgu kullanmıştı. Sonuçta Out of Sight, renklerinden müziklerine ( David Holmes ), oyuncularından ( Don Cheadle, Albert Brooks, Steve Zahn, Ving Rhames vs. ) kurgusuna kadar doğru işleyen bir film oldu ve Soderbergh'i yeni bir yola soktu.
Bu yeni yolunda Soderbergh bir yandan The Limey gibi benim özellikle çok sevdiğim "stylish" işlere imza atarken, bir yandan da Erin Brokovich, Ocean's Eleven gibi popüler sinemanın da en popüleri sayılabilecek filmler çekti. Bir süre onun da "bir onlara, bir bana" taktiğini izlediğini gördük. Yani bir yandan Hollywood'a para kazandıracak cilalı işleri yapıypr, bir yandan da kendini tatmin edecek "farklı" filmler çekiyordu. Bu farklı filmler içinde çok az izleyici çeken Full Frontal, Bubble, Solaris gibi yapımlar var. Açıkçası ben bu sürecin bir yerinde Soderberegh'in sinemayla olan ilişkisini şaşırdığını düşünüyorum. Ocean's Eleven gibi tırnak içinde "kaliteli" Hollywood yapımlarına imza atan biri Che'yi doğru bir bakış açısıyla çekebilir mi sizce? Yanıtlanması gereken soru budur bana sorarsanız. Orson Welles de para kazanmak için reklamlarda oynuyordu ama kendi sinemasından asla, tekrar ediyorum ASLA taviz vermedi. Soderbergh'i özlemem bundandır işte.
Contagion ** 1/2
Kağıttan Star Wars
Çok yeni sayılmaz belki ama cut-paper ( kağıt kesme ) tekniğiyle yapılan bu kısa Star Wars filmi meraklılarının çok hoşuna gidecek bence. Filmi yapan Eric Power adlı bir sanatçı. Filmin soundtrack'i ise Jeremy Messersmith'in Tatooine adlı şarkısı.
Yeni yıla eski kitap
Bu da benden size bir yeniyıl hediyesi. Aşağıda Blade Runner Sketchbook'un internet versiyonunu bulacaksınız. İçinde 100'den fazla çizim olan kitapta Blade Runner'ın arabalarından silahlarına, kıyafetlerinden grafik tasarımlarına, mekanlarından mimarisine hemen her şeyin nasıl tasarlandığına dair ipuçları var. Her sayfayı büyüterek yakından da inceleyebilirsiniz. Kitap aslında 1982 yılında basılmış ama uzun zamandır yeni baskısı yapılmadığı için bulunması zor kitaplar sınıfına girmişti. Artık değil. Doya doya okuyunuz ( ya da bakınız ).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)