31.01.2010

Yönetmenler Sendikası ödülü Kathryn Bigelow'un


Avatar'ı izlemediğimi bir kez daha hatırlatmakla birlikte, Yönetmenler Sendikası doğru karar vermiş gibi geliyor bana. Bu sabah aldığım habere göre DGA yani Yönetmenler Sendikası Ödülü diğer rakiplerini geride bırakan Kathryn Bigelow'un oldu. Diğer adaylar kimdi derseniz; Avatar ile James Cameron, Up In the Air ile Jason Reitman, Precious ile Lee Daniels ve Inglorious Basterds ile Quentin Tarantino. Bu arada hemen belirteyim, Bigelow DGA'nın 62 yıllık tarihinde bu ödülü alan ilk kadın yönetmen. Bu bir başarı mı, yoksa utanç mı siz kara verin. Oscar'da henüz hiç kadın yönetmen ödül alamadı, onu da özellikle hatırlatmak isterim.

29.01.2010

David Fincher ve Charlize Theron televizyona iş mi yapacak?



İlginç bir soru aslında. Neden derseniz Charlize Theron ayarında bir Hollywood yıldızının televizyona geçmesi çok da rastlanacak bir durum değil. Yani bu haber yakında fos çıkarsa çok da şaşırmayın. Ama eğer doğruysa ( ki Variety doğru diyor ) işin içinde HBO ve David Fincher da var. Kadro son derece sağlam yani. FBI'ın seri katiller ve tecavüzcüler üzerine uzmanlaşmış elemanlarından John Douglas ile Mark Olshaker'in birlikte kaleme aldığı Mind Hunter: Inside the FBI's Elite Serial Crime Unit adlı kitabından hareketle çekilecek Mind Hunter adlı dizi tam da Se7en ve Zodiac gibi filmlerin yönetmeni David Fincher'a göre bir iş, değil mi? İnsan düşününce heyecanlanıyor doğrusu. Dizinin pilot bölümünü yazan kişiyse Dexter'ın yapımcılarından Scott Buck bu arada. Yeme de yanında yat, daha ne olsun?

Miramax tarih oldu



Evet yanlış okumadınız, 90'lı yıllarda ortalığı kasıp kavuran Amerikan bağımsız sinema hareketinin öncülerinden Miramax artık yok. Daha önce de birkaç kez bahsetmiştim, Miramax'ın ve 90'ların öyküsünü Peter Biskind'in şahane kitabı Down and Dirty Pictures'de okuyabilirsiniz. Kısaca bahsetmek gerekirse Miramax 1979 yılında Bob ve Harvey Weinstein kardeşler tarafından kuruldu. Şirketlerine anne ve babalarının adlarından hareketle ( Miriam ve Max ) Miramax adını veren iki kardeş 1980'li ve 90'lı yıllarda önce ABD'de yabancı ve bağımsız filmlerin dağıtımıyla bir pazar hakimiyeti kurdular ve ardından yapımcılığa başlayarak işi ilerlettiler. Tie Me Up Tie Me Down ( Almodovar ), The Cook, Thief His Wife and Her Lover ( Greenaway ), The Crying Game ( Neil Jordan ) ve Sex, Lies and Videotape gibi filmlerin Amerika dağıtımı hep Miramax sayesinde yapıldı. Tarantino ve Kevin Smith gibi yönetmenler Miramax ile adlarını duyurdular ilk. 1993 yılında şirket Disney tarafından satın alındı ve iyiden iyiye palazlandı. Weinstein kardeşlerin Hollywood'daki ünü de artmış, özellikle 90'lı yılların son bölümünde yürüttükleri agresif kampanyalar sayesinde Miramax dönemin Oscar şampiyonlarından biri olmuştu. Tabii bu kadar büyüyen bir şirketin ilk kurulduğu dönemdeki gibi cüretkar hamleler yapmasını beklemek saflık olurdu ve nitekim Miramax 2000'li yıllara doğru bağımsız sinemadan iyice koparak bildiğimiz stüdyolara dönüştü. Son yıllardaysa zaten Weinstein kardeşler şirketten ayrılmış ve Miramax'ı Daniel Battsek devralmıştı. Ve nihayet Disney son bir hamleyle Miramax'ı kapatıverdi. Bu da herhalde bir devrin bittiğinin işareti olsa gerek.

Günün Afişi



Günün afişi Oliver Stone'un 1987 tarihli filminin aynı isimli devamı olan Wall Street filmine ait. Filmin bir de Money Never Sleeps diye ikinci ve kendince pek havalı bir adı daha var. Merak edenler filmin trailer'ını buradan izleyebilirler.

Hayatı film olmayacak bir adam: J.D. Salinger



Dünyanın bütün blogları Salinger yazacak bugün. Nasıl yazmasın, eli kalem tutan, gözü kitap gören hemen herkesin bir gönüldeşliği olmuştur Salinger'la. Kimi Catcher in the Rye'ı, kimi Gönülçelen'i, kimi Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı okumuş, Holden'in peşinde oradan oraya savrulmuştur. Yazarın tüm hayatını kapsayan o meşum esrar perdesi de onunla birlikte mezara girecek umudundayım. Bir yandan da sormadan edemiyorum, Salinger'ın mahremiyetine olan titizliği miydi acaba onu hep arzulanır kılan ( edebiyatçı kimliğiyle değil de, popüler kültüre malzeme olması arzulanan kimliğiyle ), onu mahremiyetinden daha da koparan? Ayrıca çok da merak ediyorum neydi bu kadar özenle koruduğu, sakladığı, paylaşmak istemediği? Salinger'ın bu yönü çok tartışılır, konuşulur ama onu asıl unutulmaz kılan biz sadık okurlarının sadece bir kısmına ulaşabildiği eserleriydi elbette. Gönülçelen'i ilk annem vermişti bana, ergenlik çağına adım attığım yıllarda. Onun böyle bir adeti vardır, her yaşın romanlarını kitaplarını bilir ve zamanı geldiğinde çıkarıverir. Okumayı ilk söktüğüm yıllarda da Tom Sawyer'i vermişti örneğin. Gönülçelen'i severek okumuş ama Salinger'in kıymetini daha sonra Franny ve Zooey ile Dokuz Öykü'yü okuduğumda kavrayabilmiştim asıl.


Salinger yeni bir roman ya da öykü yayımlamasını beklemeyeceğiniz, elinizdeki kitaplarını tekrar tekrar okuyacağınız ve bundan da hiç gocunmayacağınız, gücenmeyeceğiniz, sıkılmayacağınız bir yazar. Şimdi öldüğü için kimi müsveddelerini ortaya çıkarıp basmak isteyenler olacaktır mutlaka. İşin bu kısmına etki edemeyeceğimiz muhakkak ama böyle bir şey olursa, yani Salinger'in günışığına çıkmamış eserleri basılırsa onları okuyup okumamak bizim elimizde. Bu noktada Kafka geliyor elbette aklıma. Acaba vasiyeti gereği yakılmalı mıydı yazdıkları, yoksa Max Brod'un yaptığı mıydı doğru olan? Neyse ki bu soruya Salinger özelinde vereceğimiz yanıt için biraz daha süremiz var, en azından yeni eserleri basılana kadar. Yine de hayatının film olmayacağına eminim. Bu kadar gizemli bir hayttan ancak Garbo Talks gibi bir film çıkar sanırım. Adı bile hazır sanki: Looking For Salinger. Salinger rolünü de Marlon Brando ya da Humphrey Bogart gibi ikonik bir oyuncuya versinler hatta, nasıl olsa görünmeyecek.

28.01.2010

Shane Black ve Mel Gibson tekrar birarada



Hatırlar mısınız bilmem, yıllar evvel Shane Black'in senaryosunu yazdığı Lethal Weapon filmiyle zaten parlak olan yıldızını daha da parlatmıştı Mel Gibson. Daha sonra Shane Black bir süre daha senaryo yazmaya devam etti ve The Last Boy Scout, Last Action Hero ve The Long Kiss Goodnight gibi filmlere imza attı. 2005 yılındaysa ilk yönetmenlik denemsi olan Kiss Kiss Bang Bang adlı filmi çekti. Başrolünü Robert Downey Jr.'un oynadığı Kiss Kiss Bang Bang fena bir film değildi, hatta bir yıl sonra Black Antalya Film Festivali'ne de gelmişti ve onunla filmi hakkında bir de röportaj yapmıştım. Güzel günlerdi.. Herneyse, geyiği uzatmayayım, Shane Black şu günlerde ikinci filmi Cold Warrior üzerinde çalışıyor. Filmde soğuk savaş döneminden emekli bir casus yeniden göreve çağırılıyor ve Rusya kökenli bir terör saldırısını önlemek üzere uğraş veriyor. İşte bu casusu da Mel Gibson'ın oynaması gündemde. Eğer bu durum gerçekleşirse Black ve Gibson 21 yıl sonra ilk kez aynı projede çalışacak.

Son durum: Knockout



Hızla film çekmeye devam eden Steven Soderbergh ( geçen yıl iki film bitirmişti hatırlarsanız ) yeni projesi Knockout üzerinde çalışıyor bir süredir. Ben de fırsat buldukça ilginizi çekeceğini düşündüğüm filmlerle ilgili son durumları aktarmaya çalışıyorum ve bugün aldığım bir habere göre Knockout'un oyuncu kadrosuna yeni bir isim eklenmiş. Yeni habere göre bir süredir televizyonda Big Love adlı dizinin başrollerinden birini üstlenen Bill Paxton da Soderbergh'in filminde rol alacak. Hatırlayacağınız gibi esas kızı Amerikalı uzakdoğu dövüşçüsü Gina Carano'nun canlandırdığı film gizli operasyonlarda çalışmış bir ajanın ihanete uğrayışını ve hayatını kurtarmak adına verdiği mücadeleyi anlatıyor. Sıkı bir aksiyon gibi görünse de Soderbergh'in kendine has bir yorumla konuyu işleyeceğini düşünmek çok yanlış olmaz herhalde. Bill Paxton da, eğer bir değişiklik olmazsa Carano'nun babası rolünü üstlenecek. Fransız aktör Vincent Cassel'in de bir rol üstleneceği filmin oyuncu kadrosu gitgide bir yıldızlar geçidine dönüşüyor bu arada. Michael Douglas, Evan McGregor, Channing Tatum, Antonio Banderas ve Michael Fassbender kadrodaki diğer isimler. Çekimler de haftaya Dublin'de başlıyor. Durum budur.

27.01.2010

Son durum: The Social Network



Aaron Sorkin'in senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini ise David Fincher'ın üstlendiği The Social Network'ten daha önce de bahsetmiştim hatırlarsanız. Facebook'un kuruluş hikayesini anlatan film Ben Mezrich'in kitabından hareketle çekildi. Mezrich daha önce de Las Vegas'daki kumarhaneleri dize getiren MIT takımının gerçek öyküsünü kaleme almıştı ve o kitabı da 21 adıyla filme aktarılmıştı. Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'i Jesse Eisenberg'in canlandırdığı film ABD'de 1 Ekim 2010'da vizyona girecek. Umalım da bizde de aynı sıralarda salonlara çıksın.

!f İstanbul programından öneriler


Memleketin tek bağımsız film festivali !f 11 Şubat'ta başlıyor. Dün geceki basın kokteyline gidemedim ama bugün hızlıca programı inceledim ve bazı "görülmesinde fayda olan" filmler belirledim. Maksat hizmet.



Herşeyden önce bu köşede daha önce de duyurduğum Red Riding Trilogy'yi mutlaka görmelisiniz. Channel 4 televizyonu için çekilen 3 bölümlük seri ( ki ben de küçük ekranda izledim ve perdede bir kez daha görmeye can atıyorum ) gerçekten de unutulmaz bir sinema deneyimi olacak, inanın. Size referans olarak Zodiac ve LA Confidential filmlerini gösterebilirim. Görselliği, anlatımı ve entrikası bu iki filmin arasında bir yerlerde ve bir anlamda daha da yukarıda sanki. James Ellroy'a hastalık derecesinde tutkun olduğumu bilenler ( ki beni az çok tanıyanlar bilir sanırım ) ne derece büyük bir iltifat ettiğimi de anlamışlardır. Şöyle özetleyeyim, eğer bu yıl !f'de sadece bir film görecekseniz bu Red Riding ( tabii 3 film oldu bir anda ) olmalı.



Cannes Film Festivali'nde büyük yankı uyandıran Un Prophete görülmesi gereken bir diğer film. Ben henüz izleyemedim ve kısmetse festivalde izleyeceğim. Jacques Audiard'ın filminin yılın en çarpıcı filmlerinden biri olduğunu söylüyor gören herkes, siz de görün, siz de söyleyin bence. Michel Gondry'nin yeni filmi The Thorn In My Heart ( L'epine Dans Le Coeur ) dikkatimi çeken başka bir film oldu. Bu kez kendi ailesini anlatan Gondry önceki işlerinden farklı bir filme imza atmış görünüyor. Zaten filmde Suzette ve Jean-Yves Gondry, yani yönetmenin halası ve halasının oğlu rol alıyor. Filmin bir belgesel olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.



Belgesel demişken; Türkiye'de öldürülen "barış gelini" Pippa Bacca'ya bir ağıt niteliğindeki Pippa'ya Mektubum ve gıda endüstrisindeki çarpıklıkları gözler önüne seren Food Inc. bu yılın programında bence öne çıkan belgesel yapımlar. Bu filmlerin ilki, yani Pippa'ya Mektubum, konusunun zorluğuna ve yola çıktığı hikayenin içerdiği tüm dehşete rağmen ilginç bir şekilde kara mizaha yaklaşn bir film olmuş anladığım kadarıyla. Food Inc. ise insanı yemekten soğutacak denli çarpıcı bir film.


Festivalin müzik odaklı bölümü "Sesli Yaşam"da birçok ilginç film var ama benim ilgimi en çok All Tomorrow's Parties çekti. Filmin yukarıda gördüğünüz fotoğrafı bile insanı salona çekmeye yeter herhalde.



İki de deneysel yapım var görülmesi gereken. İlki Gustav Deutsch'un imzasını taşıyan FILM IST: a girl & a gun. Deutsch'un eski film parçalarından oluşturduğu a girl & a gun bana her izleyenin farklı bir yolculuk yapabileceği benzersiz bir derleme gibi göründü. İzleyince daha anlayacağız herhalde. İlgimi çeken diğer deneysel yapımsa Double Take adlı film. Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu anlamakta zorlandığınız; biraz belgesel, biraz sahte belgesel, tuhaf bir film. Aklıma Orson Welles'in F For Fake'i geldi nedense ( tekrar izlemenin vakti gelmiş anlaşılan ). Bu iki filmi de görmeye çalışacağım mutlaka. Şimdilik bu kadar, iyi seyirler, falan filan..

Oscar adaylarını kim açıklayacak?



Bildiğiniz gibi her yıl Oscar adayları Akademi Başkanı ve ünlü bir oyuncu tarafından açıklanır. Örneğin geçen yıl Sid Ganis'in yanında Oscarlı oyuncu Forest Whittaker vardı. Bu yıl, Sid Ganis'in başkanlık görevini devrettiği Tom Sherak çıkacak basının karşısına ve adayları açıklayacak. Yanındaysa Rachel Getting Married filmiyle Oscara aday gösterilmiş genç oyuncu Anne Hathaway olacak. Meraklısına duyurayım istedim.

26.01.2010

Berlin'de bir Türk filmi daha: Kasaba



Bu da nereden çıktı diyeceksiniz şimdi ama hiç demeyin. 60. Berlin Film Festivali'nin Forum bölümü bu yıl 40. yıldönümünü kutluyor ve bu vesileyle filmleri daha önce Forum'da gösterilmiş 12 sinemacı geçmiş 40 yılın programından en sevdikleri filmi seçmiş. 2006'da Still Life adlı filmiyle Venedik'te Altın Aslan kazanan Çinli sinemacı Jia Zhangke de Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba filmini seçmiş gösterilmesi için. Forum 40. Yıl programında ayrıca Claire Denis imzalı Beau Travail, Hou Hsiao Hsien'den Dust In The Wind, Souleymane Cisse'den Baara, Jean Luc Godard imzalı Sauve Qui Peut ( La vie ) ve Aki Kaurismaki'den The Match Factory Girl gibi filmler de yer alıyor.

Berlin jürisi de belli oldu



Berlin Film Festivali'nde Jüri Başkanlığını Werner Herzog'un üstleneceğini bir süre önce duyurmuştum zaten. Şimdiyse jürinin geri kalanı belli oldu. Yapılan açıklamaya göre İtalyan yönetmen Francesca Comencini, Afrikalı yazar Nuruddin Farah, Alman oyuncu Cornelia Froboess, İspanyol yapımcı Jose Maria Morales, Çinli oyuncu Yu Nan ve Oscarlı aktris Renee Zellweger jürideki diğer isimler.

Anılarımızdan bir yıldız daha kaydı: Pernell Roberts öldü



Tabii Pernell Roberts'ın kim olduğunu ancak yaşı 40 civarında olanlar ve üstü hatırlayacaktır. 1970'li yıllarda, yani TRT'nin ilk yıllarında televizyonda Bonanza adlı bir dizi vardı. Cartwright ailesinin maceralarını hiç sektirmeden izlerdik o zamanlar. Western türündeki bu dizide baba Ben Cartwright ( Lorne Green, 1987'de öldü ), ortanca oğul Eric "Hoss" Cartwright ( Dan Blocker, 1972'de öldü ) ve küçük Joe namyla da tanınan Joseph Cartwright ( Michael Landon, sonrada Küçük Ev dizisiyle de devam ettik izlemeye ama 1991'de öldü o da ) gibi karakterler hep ailemizden birileri olmuştu sanki. İşte o ekipten en sona büyük oğul Adam Cartwright yani Pernell Roberts kalmıştı. 1928 doğumlu oyuncuyu sonraları Trapper John MD ( hangi adla gösterilmişti bir türlü hatırlayamadım ) adlı dizide de izlemiştik. Özellikle o dizi benim o zamana kadar izlediğim en iyi hastane dizisiydi, aklımda öyle kalmış. 90'lardan sonra kariyeri düşüşe geçti ve en az 15 yıldır herhangi bir film ya da dizide rol almadı Roberts. Kansere yenik düşmüş, 81 yaşında. Biz de yaşlanmışız bu arada, onu anladım ben de.

Cannes'da jüri başkanı Tim Burton



Bugün yapılan bir açıklamaya göre Amerikalı sinemacı Tim Burton bu yıl Cannes Film Festivali'nin jüri başkanlığını üstlenecek. Yönetmenlik kariyeri boyunca sadece 1995 yılında Altın Palmiye için yarışan ( Ed Wood ) Tim Burton'ın jürisinde başka kimlerin olduğu henüz açıklanmadı. 12 - 23 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek 63. festivalin resmi seçkisi ise Nisan ortasında açıklanacak.

Rekor nihayet sulara gömüldü



Titanic'in 12 yıldır geçilemeyen gişe rekoru nihayet tarihe karıştı. Yeni rekortmen Avatar artık. Tabii James Cameron'a ait rekoru yine James Cameron'ın kırması da bir hayli manidar oldu. Adamın bir bildiği var demek ki. İşin kötüsü ben Titanic'ten nefret etmiş olduğum için sırf bu yüzden Avatar'a karşı da ciddi bir önyargı geliştirmiş durumdayım ve filmi hala görmedim. Yani Avatar'ın "teknik" üstünlüğünü tahmin etmekle beraber "artistik" kalitelerinden bir türlü emin olamıyorum ( görmediğim için ). Kesin sayılar henüz açıklanmadı ama düne kadar 1 milyar 839 milyon dolar civarında olan hasılata yaklaşık 15 milyon dolar daha eklendiği ve böylece Titanic'in 1 milyar 842 milyon dolarlık rekorunun geçildiği belirtildi. Hasılat 2 milyara dayanır mı bilemiyoruz ama bu rekor da uzun bir süre kırılmayacak, orası kesin.

25.01.2010

Bunlar da yapımcıların seçimleri



Oyuncular Sendikası'nın ardından Yapımcılar Birliği de ( PGA ) yılın en iyilerini açıkladı. PGA bu yıl tıpkı Oscar'da olduğu gibi En İyi Film kategorisinde ilk kez 10 aday belirlemişti. Bu adaylar şöyle sıralanmıştı: "An Education", "Avatar", "District 9", "Inglourious Basterds", "Invictus", "Precious", "Star Trek", "The Hurt Locker", "Up" ve "Up in the Air". Kazanansa, benim de favorim, The Hurt Locker oldu. Böylece Altın Küre'de zafere ulaşan Avatar'a karşı The Hurt Locker biraz olsun güç kazandı. Tabii asıl yarış Oscar için her zamanki gibi. Up, beklendiği gibi, En İyi Animasyon kategorisinde ödül alırken; Yapımcılar Birliği, En İyi Belgesel dalında ödülü The Cove'a verdi. The Cove'un bu ödülü fazlasıyla hak ettiğini ve yılın en iyi belgesellerinden biri olduğunu bir kez daha vurgulamak isterim.

24.01.2010

Oyuncular Sendikası yılın en iyilerini seçti


Oyuncular Sendikası dediğim SAG, yani Screen Actors Guild. Her yıl yılın en iyi oyuncularını seçiyor SAG ve son 14 yılın 7'sinde Oscar ödüllerinde En İyi Film ünvanını alan filmi önceden bilmişler. O da şöyle oluyor, SAG her yıl tüm oyuncu kadrosunu ödüllendirdiği bir film belirliyor ve bu ödül de SAG'in en önemli ödülü oluyor. Örneğin geçen yıl "ensemble cast" ( tüm kadronun ödüllendirildiği ) ödülünü Slumdog Millionaire almıştı ve Oscar'da da En İyi Film ödülü aynı yapıma gitmişti. SAG bu yıl ensemble cast ödülünü Inglorious Basterds'a vermiş. Açıkçası bu filmin En İyi Film Oscar'ını alacağını hiç sanmıyorum. Ama SAG de ödülü Avatar'a verecek değildi herhalde. SAG'in seçimi doğru bence, sadece Oscar'da tutmaz, o da onları bağlamaz sanıyorum. Gelelim SAG'in verdiği diğer ödüllere. En İyi Erkek Oyuncu Jeff Bridges ( Crazy Heart ), En İyi Kadın Oyuncu Sandra Bullock ( The Blind Side ). Bana bu yıl Jeff Bridges Oscar dahil herşeyi silip süpürecek gibi geliyor. Jeremy Renner de iyiydi ama Bridges'in arkasında müthiş bir kariyer var. Sandra Bullock'u The Blind Side'da beğenmiş olmakla beraber Oscar'ı alacağından emin olamıyorum. Zira o kadar da unutulmaz bir performans değildi Bullock'ınki. Henüz izlemediğim Precios'daki Gabourey Sidibe'yi çok merak ediyorum örneğin ve Oscar için şanslı olduğunu hissediyorum nedense. SAG, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü Christoph Waltz'a ( Inglorious'daki en iyi oyuncuydu gerçekten de ); En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü ise Mo'Nique'e ( Precious ) vermiş, ki bu oyuncular Oscar'a da çok yakınlar.

22.01.2010

Ferzan Özpetek de Berlin'de



İtalya'da yaşayan, İtalya'da sinema yapan Türk yönetmen Ferzan Özpetek son filmiyle Berlin Film Festivali'ne gidiyor. Festivalin Panorama bölümünde gösterilecek olan filmin adı Mine Vaganti. Başrollerinde Riccardo Scamarcio, Nicole Grimaudo, Alessandro Preziosi, Ennio Fantastichini ve Lunetta Savino'nun yer aldığı filmde Serra Yılmaz var mı, yok mu henüz bilemiyorum ama IMDB'de gözükmediğine göre yok demektir. Bu arada yukarıdaki fotoğraf sizi yanıltmasın, Cem Yılmaz filmde oynamıyor, sadece seti ziyaret etmiş.

Sundance'de sürpriz Banksy filmi



İngiliz sokak sanatçısı, grafitti aleminin taçsız ve adsız kralı Banksy, hakkında çok şey söylenen ama gerçekte çok az şey bilinen bir şahıs. Radikal ölçüde muhalif işleriyle egemen güçlerin hiç de hoşlanmadığı bir sanatçı olduğunu tahmin etmek zor değil elbette, ki biz de kendisini bu sebepten seviyoruz biraz da. Banksy mevzusu da nereden açıldı derseniz, bugün okuduğum bir habere göre kendisi hakkında çekilmiş bir pseudo-documentary ( sözde belgesel, sahte belgesel ) Sundance'de gösterilecekmiş. Aslında çok gizli bir gösterim olacakmış bu ama geçtiğimiz günlerde bu bilgi sızdırılmış ve hatta festival direktörü John Cooper da küplere binmiş. Exit Through The Gift Shop isimli filmin yönetmeni Terry Guetta. Asıl adı Thierry Guetta olan yönetmen aslen Banksy gibi bir sokak sanatçısı ( Brainwash adıyla tanınıyor sokakta ) ve bu film her iki sanatçıya da ışık tutacak anlaşılan. En azından yorumlar ve dilekler bu yönde. Bu arada Banksy filmi şöyle tarif ediyor: "Filme alınması imkansız olan bir konu hakkında, başarısız olmuş bir film".

Kritik: Ejder Kapanı



Acaba diyorum, Ejder Kapanı'nı Red Riding'i izlediğim gecenin sabahında değil de farklı bir günde izlemiş olsam farklı mı düşünürdüm? Ne de olsa biri son yılların en iyi suç filmi, diğeriyse... Ejder Kapanı. Ama hayır, ne zaman izlesem sonuç aynı olurdu herhalde. Filmi henüz izlememiş olanlar ve izleme niyetini muhafaza edenler yazıyı okumasınlar derim, zira içerikle ilgili bir sır açık edebilirim, sonra bozuşmayalım. Şuna hiç şüphe yok, Uğur Yücel bu ülkenin yetiştirdiği en yetenekli, en mahir oyunculardan biri. Bu filmde de minimum hatayla oynuyor, bu bir. Kenan İmirzalıoğlu bu işe başladığından bu yana inanılmaz yolk kat etmiş, bu iki. Kamera kullanımı birçok sahnede şaşırtıcı derecede hatasızdı, bu da üç. Galiba filmle ilgili söyleyeceğim tüm iyi şeyler bu kadar. Uğur Yücel NTV ile yaptığı röportajda "Senaryoyu ilk okuduğumda bana çok eski gelmişti" gibisinden bir söz söyledi. Sonradan çok ağır konuştuğunu düşünüp pişman olmuş ve filmi çekmeye karar vermiş. Keşke ilk düşüncesinde israrlı olsaymış, zira filmin senaryosu, olay örgüsü, hikaye kurgusu gerçekten eski. Akla Se7en'ı getiriyor bazen ama Righteous Kill'e daha yakın düşüyor. Adaleti bireylerin uygulaması tartışması da alabildiğine eski ve neresinden tutarsanız tutun gerici konumuna düşmemeniz mümkün değil. Sistemin çalışmadığı ya da işlemediği ( ya da kökten yanlış olduğu ) durumda meseleniz sistemle olmalı; suç işleyenlerle değil. Ama bu hakikaten başka bir tartışma konusu, o yüzden uzatmayacağım. Berrak Tüzünataç maalesef rolünün altından kalkamıyor ama rolü de zaten gereği kadar iyi işlenmemiş. Dünyanın neresinde gencecik bir stajyer en ağır, en kanlı vakalara götürülür anlamadım. Hadi gitti neden fenalık geçirip kusmaz, bayılmaz mesela. Keşke her cinayet mahallinde bayılsaydı da izleyici için komik bir leitmotif doğsaydı. Komik demişken bu arada, Sırrı Süreyya Önder'in hakkını yememek lazım, son derece komikti. Her çıktığı sahnede ortalığı kırdı geçirdi. Sağolsun. Ceyda Düvenci iyiydi ama yokluğu da filmden fazla birşey eksiltmeyecekti sanki. Nejat İşler'in az sayıdaki sahnede sergilediği performans da kötü değildi, hakkını vereyim. Genel toplama bakacak olursak, iddialı aksiyon sahnelerinin pek birşey ifade etmediği, duygusal sahnelerinin izleyicide herhangi bir duygu uyandırmadığı, entrikası tek boyutlu sıradan bir polisiye olmuş Ejder Kapanı. Hollywood yapsa yerin dibin sokarız. Türk sinemasını da diğer tüm dünya sinemaları gibi ciddiye alacaksak, ona göre not vermeliyiz bence, başka türlüsü aşağılık kompleksi olur çünkü. Öyleyse ** 1/2.

Frankenstein'ın sahne uyarlaması kimden geliyor dersiniz?



Hemen söyleyeyim, Danny Boyle'dan geliyor. En son 8 Oscar alan Slumdog Millionaire ile herkesi ters köşeye yatıran Danny Boyle'un bir sonraki filmi merakla bekleniyordu. Ama Yönetmen sinemadan önce tiyatroya el atmaya karar vermiş görünüyor. Şunu da belirtmekte yarar var tabii, Boyle ilk filmi Shallow Grave ile İngiliz sinemasına bomba gibi düşmeden önce ciddi bir tiyatro kariyeri yapmıştı. Hatta Frankenstein projesi gündeme geldiğinde Boyle "15 yıl boyunca farklı meşgaleler yüzünden uzak kaldığım tiyatroya dönmekten çok mutluyum" gibi laflar bile etmiş. Keşke izleyebilsek, mesela tiyatro festivalinde falan.

Sundance başladı



Dünyanın en prestijli bağımsız film festivali Sundance başladı. Daha önce Cannes Film Festivali'ne 2 kez gitmiş biri olarak şunu itiraf edeyim ki, en çok gitmek istediğim festival artık ( Cannes aradan çıktığına göre ) Sundance. Ne zaman karlar altındaki Park City görüntülerini görsem içim gider. Herneyse, olur inşallah birgün diyelim ve bu yıl çokça konuşulan/konuşulacağı umulan filmlere kısaca göz atalım. Festival Rob Epstein ve Jeffrey Friedman'ın yönettiği Howl adlı filmle başladı. Açılış filmi her zaman dikkat çeker malum ve Mad Men'den tanıdığımız Jon Hamm'in başrollerinden birini üstlendiği film de olumlu eleştiriler aldı. Howl ünlü şair Allen Ginsberg'in hayatından bir kesidi anlatıyor ve özellikle de 1957 yılında şair hakkında açılan müstehcenlik davası üzerine yoğunlaşıyor. James Franco'nun Ginsberg rolünü üstlendiği filmde ayrıca David Straithairn, Mary Louise Parker ve Jeff Daniels gibi oyuncular da var.



Festival programındaki filmler arasında benim dikkatimi çeken iki de korku filmi var. İlki, Ryan Reynolds'un bir tabuta kapatıldığı Buried. Rodrigo Cortes'in klostrofobik filmi yarın geceyarısı dünya prömiyerini yapacak. Festivalde gösterilecek bir diğer korku filmiyse Frozen. Daha önce Hatchet adlı filmi çeken Adam Green'in imzasını taşıyor Frozen ve bana sorarsanız en az Buried kadar klostrofobik görünüyor. Bu kez ( daha önce bahsetmiştim aslında bu filmden ) bozulan bir telesiyejde masur kalan bir grup arkadaşın donucu soğukla olan mücadelesi anlatılıyor.


1970'lerde müzik yapan aynı adlı müzik grubunun öyküsünü anlatan The Runaways de ilginç görünüyor. Joan Jett, Cherry Curie ve Lita Ford gibi müzisyenlerin dahil olduğu grubun hikayesinde Kirsten Stewart ve Dakota Fanning başrolleri paylaşıyor. Filmin yönetmeniyse daha önce birçok videoklip çeken ve ilk filmiyle Sundance'e katılan Floria Sigismondi.

Philip Seymour Hoffman'ın ilk yönetmenlik denemesi Jack Goes Boating ve The West Wing'in yazar ve yapımcılarından John Wells'in ilk yönetmenlik çalışması The Company Men merakımı celbeden diğer filmler oldu. Bu filmlerin ikincisinde Tommy Lee Jones, Ben Affleck, Kevin Costner, Chris Cooper ce Maria Bello gibi isimler de rol alıyor. Daha çok film var gerçi ama fazla uzatmamak lazım, belki sonra yine bu konuya dönerim. Bu arada Sundance Film Festivali'nin nasıl kurulduğunu, sanıldığı gibi Robert Redford'un gözbebeği falan olmadığını ve ona rağmen başladığını okumak isteyenler Peter Biskind'in Down And Dirty Pictures adlı kitabını edinsinler derim. Son derece faydalı bir eser.

21.01.2010

Günün Filmi: Red Riding



Son yıllarda izlediğim en iyi suç filminden söz etmek istiyorum bugün: Red Riding. Hemen şunu belirteyim Red Riding aslında Channel 4 televizyonu için çekilmiş 3 bölümlük bir dizi. Her biri 90 dakika süren bölümleri 3 farklı yönetmen çekmiş. Geçtiğimiz yıl içinde İngiltere'de televizyonda gösterilen filmler DVD olarak da hemen satışa çıktı. Meraklısı Amazon'dan Red Riding Trilogy'yi hemen edinebilir ama ben sinema salonunda izlemenizi tavsiye ederim. Eğer yanılmıyorsam bu yılki !F İstanbul'un programında yer alıyor Red Riding. David Peace'in aynı adlı roman serisinden uyarlanan Red Riding ( Peace'in romanları 4 tane bu arada ) 1974'te başlıyor. Zaten her bölüm bir seneyi konu alıyor. İlk bölüm 1974, ikincisi 1980, üçüncüsü 1983 ( Peace'in romanlarından biri de 1977 ). İlk bölümü daha önce Becoming Jane adlı filmiyle adını duyuran Julian Jarrold çekmiş. Jarrold'ın 16 mm formatla çektiği ve 1974 yılını anlatan ilk bölüm görüntüleri, atmosferi ve çerçeveleriyle olağanüstü bir giriş yapıyor üçlemeye. Çocuk kaçırma, pedofili, rüşvet ve polis yolsuzluğu gibi başlıklar tüm üçleme boyunca işleniyor ve yer yer James Ellroy'un romanlarını çağrıştırıyor izleyiciye. Bir yandan son derece sağlam bir hikaye kurgusu, kolay kolay çözülemeyecek bir entrika ve diğer yandan alabildiğine yürek burkucu bir drama. Tam bu noktada bir parantez açıp Hollywood'un üçlemeye kanca attığını belirteyim. İşin içinde Ridley Scott da var ve bu durum bende biraz endişe uyandırdı doğrusu. Hollywood remakeleri malum, keşke hiç bulaşmasalar. Herneyse, dönelim konumuza, ilk bölümde Clare adlı küçük bir kızın kaçırılıp, tecavüz edildikten sonra öldürülmesiyle yaşanan olaylar dizisi anlatılıyor. Bu bölümün merkezinde Yorkshire Post gazetesi için çalışan genç muhabir Eddie Dunford var. Öykünün ayrıntıları hakkında fazla bilgi vermek istemiyorum ( çünkü mutlaka izlemelisiniz bence ), o yüzden uzatmayacağım ama Eddie rolünü üstlenen Andrew Garfield'ın sojn derece başarılı bir performans sergiledğini söylemek isterim. Kendisini yanılmıyorsam ilk kez izliyorum ama yine eğer yanılmıyorsam daha çok izleyeceğiz ileride.


İkinci bölümde aynanın diğer tarafına geçiyoruz bir anlamda ve 1980 yılına gidip polisin içinde sürdürülen bir soruşturmaya tanık oluyoruz. Bu bölümde polis yozlaşmasının nerelere kadar uzandığı gözler önüne seriliyor ve 6 yıl öncesine dönülüp yeni ipuçları da veriliyor. Son bölümde, yani 1983'te ise tüm düğümlerin çözüldüğünü görüyoruz. Bu kez ilk bölümden beri gördüğümüz bir polis şefi ve küçük kızların cinayetinden sorumlu tutularak hapsedilen aklı kıt bir adamın avukatı olayların merkezinde. Filmin son karelerini izlerken içinizden ağlamak gelecek, o kadar etkileyici inanın. Bu arada hemen belirteyim, ikinci bölümü Man On Wire belgeselinin yönetmeni James Marsh 35 mm formatla; üçüncü bölümü de Hilary & Jackie adlı filminden tanıdığımız Anand Tucker Red One kamerayla çekmiş. Her üç bölüm de farklı formatlarla çekilmiş anlayacağınız ama görsel anlamda büyük bir uyum var. Kimi sahnelerin anlatımında yönetmenlerin tarz farkları ortaya çıkıyor elbette ama bu da ayrı bir güzellik katıyor bence. Her üç bölümde de rol alan oyuncular var; Sean Bean, Peter Mullan, David Morrissey gibi. Ne de olsa bir dizi bu. Yine de izlediğim bir çok sinema filminden çok daha etkileyici, çok daha sinema!

One, Two, Three, Four, Five Six, Seven.. All good children go to heaven.

Güneşi Gördüm buraya kadar



Hiç şaşırtıcı değil elbette. Mahsun Kırmızıgül'ün bol gişe yapan filmi Güneşi Gördüm geçtiğimiz aylarda Türkiye'nin Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ı için adaylık talebinde bulunmuştu. Akademi kabul etmemiş. Geçtiğimiz yıl Üç Maymun son 9 film arasına kalmıştı hatırlarsanız, ki hakkıydı zaten, ilk 5'e de kalabilirdi. Mahsun bey bir süredir ABD'de yanılmıyorsam ve filmi için çeşitli kulis faaliyetlerinde bulunuyor. Ama yeterli olmamış anlaşılan kulis. Filmde de bir pırıltı görmek istemiş olabilirler diye düşünüyorum.

20.01.2010

Alexander Payne geri dönüyor



Bundan birkaç ay önce Payne'in yeni filmine hazırlandığını duyurmuştum ama kesin bir tarih verememiştim. Hatırlanacağı gibi en son 2004 yılında Sideways'i izlemiştik Alexander Payne'den. O zamandan beri ses seda çıkmamıştı. HBO'nun Hung adlı dizisinin yapımcılarından biri sıfatıyla adını duyuyorduk ama elbette sinemaya dönmesini diliyorduk bir süredir. Bugün okuduğum bir habere göre Payne önümüzdeki günlerde The Descendents adlı filmin çekimlerine başlıyormuş ve başrolde de, daha önceki haberde de duyurduğum gibi, George Clooney oynayacakmış. Çakimleri Hawaii'de başlayacak film Kaui Hart Hemmings'in aynı adlı romanından uyarlandı. Merakla bekliyorum doğrusu.

Spider-Man 4'ün yönetmeni belli oldu



Eğer bir değişiklik olmazsa ( ki neden olmasın ?), Sam Raimi'den boşalan yönetmen koltuğunda artık Marc Webb oturacak. Hemen hatırlatalım, Marc Webb geçen yıl bir hayli ses getiren (500) Days of Summer adlı filmin yönetmeniydi. Sony ve Marvel'in de doğruladığı haber üzerine Webb "Rüyalarım gerçek oldu sanki" ayarında laflar etmiş. "Ben bu işi Sam Raimi'den devralmadım, bu hem imkansız hem de küstahça olurdu. Ben teni fikirler, yeni öyküler getirmek için geldim. Hikayeye yeni bir boyut, yaratıcı bir ses eklemek istiyorum." demiş sonra da. Bu arada yeni filmle ilgili bir de şöyle bir bilgi var: bütçe sadece 80 milyon dolar olacak. Sadece diyorum, zira Spider-Man tarzı filmlerin bütçesi 150 milyon dolardan aşağı olmaz genelde. Demek ki işin aksiyon kısmı biraz daha alçakgönüllü olacak. Tobey Maguire'ın yerine kimin örümcek kostümünü giyeceği ise henüz belirsiz.

19.01.2010

Tayfun Pirselimoğlu Berlin'e gidiyor



Berlin Film Festivali'nin başlamasına az bir süre kala programa dair detaylar da netleşiyor. Bugün festivalin Forum bölümüne katılacak filmlerin hangileri olacağı açıklandı. Tayfun Pirselimoğlu'nun yeni filmi Pus da bu 34 filmlik seçki içinde yer aldı. Böylece Altın Ayı için yarışan Semih Kaplanoğlu imzalı Bal ve Panorama bölümünde gösterilecek Reha Erdem filmi Kosmos'un ardından 60. Berlin Film Festivali'nde izleyiciyle buluşacak üçüncü Türk filmi de Pus oldu. Ayruca Türk asıllı Alman yönetmen Thomas Arslan'ın filmi Im Schatten de Forum'un ana programı içinde. Hatırlatmak gerekirse, festival 11 Şubat'ta başlayacak ve 21 Şubat tarihinde son bulacak.

18.01.2010

Günün Afişi



Günü afişi Gwoemul ( The Host ) ile gönülleri feth eden Güney Koreli sinemacı Bong Joon-ho'nun yeni filmine ait: Mother. Cannes ve Toronto gibi festivallerde gösterilen film herhalde bizde de !F ya da İstanbul Film Festivali'nde gösterilecek. İnşallah tabii.

Spike Jonze'dan kısa film



Yaratıcı zekasıyla her zaman şaşırtıcı işlere imza atmasını bilen Spike Jonze uzun metraja geçmeden önce uzun süre video klip ve kısa film çekmişti. Genellikle bu geçişte geri dönen pek olmaz ama Jonze ara sıra hala kısa film çekiyor ve bu filmler de çeşitli festivallerde izleyiciyle buluşuyor. Bunların sonuncusu da önümüzdeki günlerde Sundance Film Festivali'nde gösterilecek olan I'm Here. Spike Jonze'un 2009 sonbaharında Absolut Vodka sponsorluğunda çektiği 30 dakikalık kısa film bir "robot aşk öyküsü" olarak nitelendiriliyor. Filmi izlemek nasip olur mu bilemiyorum ama yukarıda basına dağıtılan ilk fotoyu görüyorsunuz, idare ediverin artık.

Mad Men bir kez daha Altın Küre'ye uzandı



Bu da galiba bir Altın Küre klasiği oldu. Mad Men üçüncü yılında da yine Altın Küre'yi alarak yoluna sağlam adımlarla devam ediyor. Rakipleri arasındaki Dexter ve True Blood'ı ben daha çok seviyorum ama bu Mad Men'in çok iyi bir dizi olduğu gerçeğini gölgelemiyor elbette. Öte yandan Michael C. Hall ( Dexter'in ta kendisi ) En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alarak beni ziyadesiyle mutlu etti. Keza John Lithgow'un ( Dexter'in son sezondaki kötü adamı ) En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alması da üstüne kaymak oldu. En İyi Kadın Oyuncu dalında Juliana Margulies'in ödül alması ise tam bir sürprizdi bence. The Good Wife yeni sezonun fena sayılmayacak dizilerinden ve Margulies de gayet başarılı bir oyunculuk sergiliyor ama Glenn Close, January Jones, Anna Paquin ve Kyra Sedgwick'in olduğu listede bana son tercih Margulies olurmuş gibi geliyor doğrusu. Komedi ya da Müzikal kategorisinde ise ilk kez bir müzikal galip geldi ve ödülü Glee aldı. Alec Baldwin bu kategoride bir kez daha En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alırken ( bu üçüncü oldu ); En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Toni Collette aldı ( United States of Tara ile ).

Altın Küre Avatar'ın oldu


Ne yalan söyleyeyim, James Cameron'dan ziyade eski eşi Kathryn Bigelow'un geceyi zaferle kapamasını umuyordum ( ki Cameron da ödül alırken aynı şeyi söyledi ) ama Yabancı Basın Birliği de her ne hikmetse sektörün ağır babaları gibi hareket etti ve ödülü Avatar'a verdi. Oscar'ın da Avatar'a gideceğini tahmin hiç zor değil artık. Hollywood'dakiler sever böyle yüksek gişe getiren yenilikleri. Bir tek ben sevmiyorum galiba. En İyi Film ve En İyi Yönetmen dallerında zafere ulaşan Avatar'ın yanı sıra komedi dalında En İyi Film seçilen The Hangover'ı da çok takdir etmediğimi söylemeliyim. Bu kategorideki adaylar genel olarak çok parlak değil ama hiç değilse (500) Days of Summer alsaymış ödülü, The Hangover'da gerçekten iş yok. Oyuncu ödüllerine gelince: Drama dalında En İyi Erkek Oyuncu Jeff Bridges ( Crazy Heart ile Oscar'a da çok yakın ), En İyi Kadın Oyuncu Sandra Bullock ( The Blind Side'ı izledim ve bence de iyi oynamış ama ödül alması yine de şaşırttı ). Komedi ve Müzikal dalındaysa En İyi Erkek Oyuncu Robert Downey Jr. ( Sherlock Holmes rolünde hiç fena değildi ama ödüllük mü, orası tartışılır ), En İyi Kadın Oyuncu Meryl Streep ( tartışmıyorum bile, ne diyeyim ki ). Christopher Waltz bir kez daha Inglorious Baterds'daki en iyi şey olduğunu kanıtladı ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü kaptı. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncuysa Precious'dan Mo'Nique oldu.

16.01.2010

Kritik: Whatever Works


Woody Allen'ın son filmi Whatever Works salonlara Kim Kiminle Nerede? adıyla çıktı. "Nasıl işinize gelirse" gibi bir tercüme daha uygun düşebilirmiş sanki ya da "Nasıl hoşunuza giderse". Malum Woody Allen her yıl mutlaka bir film çekmesiyle ünlüdür ve bu film her sonbahar ABD'de gösterime çıkar. Şaşmaz bir rutini vardır Woody Allen'ın bu anlamda. Ama bu şaşmazlık son yıllarda filmlerinin bir kısmının bir hayli şişirme olmasına yol açıyordu. İlla her yıl bir film çekeceğim diye abuk sabuk, manasız filmler de çekebiliyordu üstad. İzlediğim son Woody Allen filmi ( ki tüm kariyerinin en iyi filmlerinden biridir ) Match Point olmuştu doğrusu. 70'li yıllardan bu yana aralıksız üreten Woody Allen hiç şüphesiz ( özellikle ilk dönem filmlerini baz alırsam ) son derece zeki ve güçlü bir mizah duygusa sahip bir yönetmen. Annie Hall, Manhattan, Zelig, Take The Money And Run gibi filmler hep Allen'ın benzersiz zekasının parlak ürünleri. Ben, itiraf edeyim ki, daha sonraki dönemde çektiği Hannah And Her Sisters, Broadway Danny Rose, Radio Days ve hatta Husbands and Wives gibi filmlerini daha çok sevmişimdir. Gelelim Whatever Works'e. Birincisi bu filmde Woody Allen oynamıyor. İyi ki de oynamıyor aslında, zira son yıllarda hep aynı adamı oynuyordu Allen ve sıkılmaya başlamıştım. Bu kez başrolü Larry David'e vermiş. David, bildiğiniz gibi, Seinfeld'in yaratıcılarından biri ve başrolünü de üstlendiği Curb Your Enthusiasm'ın tek hakimi. Bir anlamda 90'ların ve 2000'lerin Woody Allen'ı kendisi. Allen'ın 70'lerde yaptığını 20- 30 yıl sonra yaptığını söylemek çok da yanlış olmaz bence. Bu yüzden bu filmde başrolü üstlenmesi pek manidar geldi bana. Nevrotik New Yorklu yahudiden, huysuz New Yorklu yahudiye güzel bir geçiş olmuş. ( Buarada filmlerinde hep bir "all star cast" görmeye alıştığımız Allen bu kez Larry David dışında yıldız bir isme rol vermemiş ki bu da ayrıca ilginç ) Onun haricinde, yine tamamı New York'ta geçen film, zekice esprilerine ve Pygmalion göndermelerine rağmen çok da akıllarda yer etmiyor ne yazık ki. 2000'lerin başındaki kayıp döneminde çektiği filmler kadar kötü değil, hatta saçma sapan komedilerin bir matahmış gibi sunulduğu şu günlerde insana ilaç gibi gelen anları da var ama hepsi o kadar. Yıldız? ***1/2

15.01.2010

Bu belgeseller izlenir



Belgesel sinema gitgide güçleniyor. Michael Moore'un belgesel filmleri salonlara geri getirişinden bu yana bu işin ticari bir karşılığı da olduğu anlaşıldı. İyi ki de anlaşıldı. Daha çok belgesel izliyoruz bu vesileyle. Bunların bazıları izleyicinin algısını, dünyaya bakışını, hatta hayatını değiştirecek güçte oluyor üstelik. Uzatmayayım, bugün aldığım bir habere göre, Hollywood'un iki ustası, Steven Spielberg ve Spike Lee önümüzdeki dönemde belgesel çekmek üzere kolları sıvayacakmış. Hemen düzelteyim, Steven Spielberg yönetmen olarak değil, yapımcı olarak belgesele imza atacak. Televizyon için çekilecek bu belgesel yıkılan İkiz Kuleler'in yerine yapılacak olan Dünya Ticaret Merkezi'nin belgeseli olacak. Spike Lee ise daha önce Katrina kasırgasının yarattığı felaketi anlatan When The Levees Broke: A Requiem in Four Acts adlı belgeselin devamını çekecek. HBO için. Spielberg'in belgeseli 2011'de yayınlanacak, Spike Lee'ninki ise henüz belli değil.

Kathryn Bigelow'un yeni filmine dair



The Hurt Locker ile geçen yılın en iyi filmlerinden birine imza atan Kathryn Bigelow yakın takibimiz altında malum. Bir zamanlar James Cameron ile evli olan ama vaktinde yakayı sıyırıp kendi yolunu çizan Bigelow önümüzdeki günlerde yeni filminin hangisi olacağına karar verecek. Bu da büyük bir ihtimalle New York Times muhabiri David Rohde'nin anılarını kaleme aldığı Held By Taliban adlı yazı dizisinden uyarlanan film olacak. Rohde 2008 Kasım'ında Taliban tarafından kaçırılmış 7 ay 10 gün boyunca Pakistan'da esir tutulmuştu. Ortada henüz bir senaryo bile yok gerçi ama kulislerde Bigelow'un bu filmi çekeceğinin kesin olduğu konuşuluyor. Rohde'nin yazdıklarını okumak isterseniz şuraya bir göz atabilirsiniz.

14.01.2010

Bardak altlığınız Kubrick mi, Jarmusch mu?



Bu ürünler tam da sinefiller için. Tasarım ekibi Retro Whale sinema tutkunları için piyasaya sürdüğü bardak altlığı, magnet gibi ürünlerde yönetmenlerden tutun da, favori filmlerinden sahnelere kadar birçok eğlenceli illüstrasyon kullanmış. Yukarıda örneğini gördüğünüz magnetlerin bardak altlığı da var örneğin. Aşağıdaki Pulp Fiction bardak altlıklarıysa tam da Tarantino hayranlarına göre. Fiyatlar çok ucuz değil ama alınmayacak kadar da pahalı diyemem doğrusu. Kendinize ya da sevdiğiniz birine güzel bir armağan olabilir. Merak edenler şuraya bir göz atsın.






Günün Afişi



Günün Afişi'nde bu kez bir kısa film var: Connected. Danimarkalı yönetmenler Jens Raunkjær Christensen ve Jonas Drotner Mouritsen'in imzasını taşıyan film uzak gelecekte, kıyamet sonrası dünyada geçiyor. Filmi izleme fırsatı bulamadığım için fazla ahkam kesmek istemiyorum ama Danimarkalı tasarım stüdyosu Barq'dan Joaquim Marqués Nielsen ve Anders Baden Nielsen'in tasarladığı afiş gerçekten çok iyi. Merak edenler için filmin teaser'ı burada.

Duncan Jones'un yeni filmi Source Code olacak



Birbirinden abuk bilim-kurgu filmlerinin cirit attığı beyazperdede Duncan Jones'un Moon'u gibi akıl dolu işler çok sık çıkmıyor karşımıza. Ne yazık ki. Sam Rockwell'in birinci sınıf oyunculuğu ( tabii Kevin Spacey'yi de atlamamak lazım ) ve Duncan Jones'un ustalıklı, dingin anlatımıyla akıllarda yer eden film son yıllarda izlediğim en iyi bilim-kurgulardan biri. Herneyse, Moon'u ileride kritik köşesinde daha ayrıntılı ele alırım, biz Duncan Jones'un yeni filmine geçelim. Source Code adlı yeni filminde Jones yine ilginç bir hikaye anlatacak. Bir treni hedef alan bombalı bir terörist saldırı var bu kez filmin merkezinde. Ve bu saldırıyı araştırmak üzere görevli bir asker. Ancak bu asker bilindik metodlara başvurmak yerine trendeki yolcuların bilinçlerine girecek ve farklı bakış açılarından topladığı verilerle olayı çözmeye çalışacak. Buraya kadar heyecan verici doğrusu. Filmin başrollerinde Jake Gyllenhaal, Vera Farmiga ve Michelle Monaghan var.

13.01.2010

Kritik: Sherlock Holmes


Bir süredir Guy Ritchie'ye olan inancımı tamamen kaybettiğim için olsa gerek, beklentilerim en alt düzeydeydi Sherlock Holmes hakkında. Belki de bu yüzden, filmi tahminimden iyi buldum. Robert Downey Jr. piyasadaki en yetenekli oyunculardan biri bence. Kariyeri tepetaklak gitmeden önce de hayranlıkla izlediğim bir oyuncuydu, kendini nihayet toparladıktan sonra da. Yine de çok daha büyük işler yapabileceğine inanıyorum hala. Sherlock Holmes rolünde de yine bildiğimiz Robert Downey vardı; parlak, zeki ve şaşırtıcı. Filmin özellikle ilk 30 dakikası çok iyi aktı. Sonra kaçınılmaz olarak ağırlaştı ve sonlara doğru iyiden iyiye sarktı. Aksiyon sahneleri ise tüm parıltısına rağmen sıkıcıydı doğrusu. Sherlock Holmes gibi zekanın en saf halini temsil eden bir karakterin bu derece fiziksel aksiyona yatkın oluşunu farklı bir bakış açısı olarak yorumlayabilirsiniz ama ben aksiyonun da zekaya dayanan türünü seviyorum. Holmes'un dağınık odasında tek başına düşüncelere daldığı bölümler çok daha heyecan verici benim için. Bir de şu var; Guy Ritchie sürati seven bir yönetmen ve burada da alabildiğine hızlı bir kurgu var ama yine de 120 dakika civarındaki film size fazla uzun geliyor. Bu arada Holmes ve Watson'ın yıllardır birlikte yaşayan eşcinsel çift halleri yer yer gerçekten komikti. Tabii Watson'ın bu çok daha zeki hali muhafazakar Holmes okurlarını ne kadar tatmin edecek bilemiyorum ama beni çok da rahatsız etmedi. Jude Law'un Robert Downey karşısında bir hayli zayıf kalması dışında ikilinin performansı fena değildi. Irene Adler'in Rachel McAdams gibi dişilikten yoksun bir oyuncu tarafından canlandırılması ise büyük talihsizlik olmuş. Moriarty ise ( ki başından beri yüzü görünmeyen kötü adamın o olduğunu biliyorduk ) "Brad Pitt mi canlandırıyor" dedikodularına yer bırakmayacak kadar gizemli kalmış. Bir sonraki film için herhalde. Kaç yıldız derseniz.. ***