31.05.2012

Günün Trailer'ı: 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün



Bazı günler akılalmaz bir öfkeyle başlıyorum güne. Bazı günlerse bu öfke hiç dinmek bilmiyor. Bu da öyle günlerden biri galiba. Şu kürtaj tartışmaları ( ve yanısıra Uludere, biber gazı, ihmal cinayetleri ve dini kurallara göre yaşama gerekliliği ) öyle kararttı ki içimi, ne yazmak istiyorum ne konuşmak. Yukarıdaki görüntüler Romanya'da yasadışı kürtaj yaptırmak isteyen bir kadının başına gelenleri anlatan 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün adlı filmden. Cannes'da Altın Palmiye alan bu sarsıcı filmi izlemenin tam da zamanı galiba. tabii bu filmi gösterecek bir babayiğit TV kanalı var mıdır derseniz, yanıtı biliyorsunuz herhalde.

30.05.2012

Cronenberg'den yeni film haberi


Gerçi kendisi henüz yeşil ışık yakılmadığını söylüyor ama David Cronenberg'in yeni bir senaryo üzerinde çalıştığını açıklaması bile bir haber sayılır. Bruce Wagner'in yazdığı bir senaryo üzerinde çalıştığını söyleyen Cronenberg bir kez daha Robert Pattinson ile çalışmak niyetinde. Filmde Viggo Mortensen'e de rol vermek istediğini söyleyen yönetmen bu filmin de en az Cosmopolis kadar zor olduğunu ve aslında 5 yıl önce çekmek için hamle yapıp başaramadığını belirtmiş. Hollywood'daki dekadans yüzünden hayatları mahvolan iki çocuk yıldızın hayatını anlatan film Maps To The Stars adını taşıyor. Bu arada ilginç bir not: film Cronenberg'in ABD'de çekeceği ilk film olacak. Daha önceki filmlerini hep Kanada'da ya da başka yerlerde çeken yönetmen bu seferki hikayenin her anlamda bir Los Angeles hikayesi olduğunu düşündüğü için ABD'de çekmeyi planlıyor.

1 + 1 kaç eder?



Belgesel sinemacı Ken Burns yukarıdaki kısa videoda hikayenin önemine dair bir konuşma yapıyor. Bir belgeselcinin hikayeyi öne çıkarması şaşırtıcı gelebilir ama Godard'ın ünlü "Sinema saniyede 24 kare gerçektir" deyişine verdiği yanıtla kendini çok güzel açıklıyor: "Belki. Ama sinema saniyede 24 kare yalandır da aynı zamanda." Burns'ün söylediği bir başka şey daha var ki, ben de özellikle altını çizmek istiyorum: "genellikle hikayeler 1 + 1'in 2 ettiği mantığıyla ilerler. Gerçek hayatta da böyledir bu. Ama ben 1+1'in 3 ettiği hikayeleri severim."

29.05.2012

Polanski'den kısa film.



Kısa film dedim ama ticari anlamda tam bir reklam aslında. Ben Kingsley ve Helena Bonham Carter'ın oynadığı ve Prada'nın "sunduğu" A Therapy adlı kısa film Polanski'nin elinde esprili bir reklama dönüşmüş. Bakalım beğenecek misiniz?

28.05.2012

Bill Murray rehberliğinde Moonrise Kingdom



Bill Murray geçtiğimiz günlerde Türkiye'de de vizyona çıkan Moonrise Kingdom'ın setinde küçük bir tur atmış ve ortaya yukarıdaki eğlenceli video çıkmış. Filmi izlemeyenler için söyleyelim, herhangi bir spoiler yoktur. Yani izleme keyfiniz bozulmaz, merak etmeyiniz.

Günün Trailer'ı: The Great Gatsby



Baz Luhrman imzalı yeni The Great Gatsby uyarlaması Aralık ayında gösterime girecek. Yukarıda izleyebileceğiniz trailer pek havalı olmuş ama bakalım Leonardo DiCaprio'nun Gatsby'yi canlandırdığı film nasıl çıkacak?

Cannes'dan "Sessiz"e ödül!

Rezan Yeşilbaş'a sahnede filmin oyuncusu Belçim Bilgin eşlik etti
Bu yıl ana yarışmada yokuz diye üzülürken öyle bir sevinç yaşadık ki, bilmiyorum herkes ayırdında mı? Rezan Yeşilbaş'ın "Sessiz" adlı kısa filmi 65. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi aldı. 10 kısa filmin yarıştığı kategoride Altın Palmiye ödülünü jüri başkanı Jean-Pierre Dardenne'in elinden alan Yeşilbaş bir hayli heyecanlı olduğu gözlenen konuşmasında "Bu ödülü Türkiye'nin sessiz ve yalnız bırakılmış kadınlarına adıyorum" dedi. Ben de buradan Yeşilbaş'ı tebrik ediyor ve bu önemli ödülün ona hayırlı gelmesini diliyorum.


Gelelim diğer ödüllere. İlk günlerden itibaren Michael Haneke'nin güçlü bir film ortaya koyduğu söyleniyor ve "Amour"un muhakkak bir ödül alacağı konuşuluyordu. Filmde rol alan ve her ikisi de efsane sıfatını fazlasıyla hak eden Jean Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva ( Hiroshima MOn Amour'dan hatırlıyoruz kendisini ) o kadar etkileyici bulunmuştu ki, Haneke'nin majör bir ödül alması halinde onların alamayacağı konuşuluyor ve belki de filmin sadece oyuncu ödülüyle yetinebileceği gibi bir akıl yürütülüyordu. Sonuçta böyle bir şey olmadı ve "Amour" Altın Palmiye'yi aldı. Ama tam da olması gerektiği gibi Haneke sahneye iki ünlü oyuncuyu çağırdı ve ödülü onlarla paylaştı.


Matteo Garrone'nin Reality adlı filmi Jüri Büyük Ödülü'nü alırken Cristian Mungiu'nun filmi Beyond The Hills gecenin en çok ödül alan filmi oldu. Önce Mungiu En İyi Senaryo Ödülü'nü aldı, ardından filminin iki kadın oyuncusu Cristina Flutur ve Cosmina Stratan En İyi Kadın Oyuncu Ödülü'nü paylaştılar. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nüyse The Hunt filmindeki rolüyle Mads Mikkelsen aldı. En İyi Yönetmen Ödülü'nün Post Tenebras Lux filmiyle Carlos Reygadas'a gittiği gecede Ken Loach'a da bir Jüri Ödülü verildi.

25.05.2012

"De Niro geçsin, ben beklerim"


Robert De Niro ve eşi Grace IWC galasında

Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Abdo her nasılsa Avrupalılarıra benzemiş iri yarı bir Arap ve mütevazı otelimizin önünde bizi Antibes’deki özel IWC galasına götürmek için bekleyen lüks Mercedes’in de şoförü. “Kolay buldunuz mu oteli?” diye soruyorum ve gecenin ilk darbesini yiyorum: “Elbette, GPS var.” Tabii ya, GPS diye bir şey var bu hayatta. Bendeki de akıl işte.

Gecenin ilk darbesi demem boşuna değil, zira az sonra, eğer elimizdeki lüste doğruysa, birbirinden ünlü yıldızların önümüzden geçeceği bir kırmızı halıya gideceğiz ve bir yandan işimizi yaparken bir yandan da ulaşılması bizim için çok zor olan bir hayata gıptayla bakıp içleneceğiz. Oktay’la benden biraz daha şanslı olan ve kırmızı halı bittikten sonra içeri girip Robert De Niro, Jeremy Irons, Karolina Kurkowa, Terry Gilliam, Ewan McGregor gibi isimlerin toplandığı salonda onlarla yemek yiyip vakit geçirebilecek. Al sana bir darbe daha.

David Cronenberg ve Sarah Gadon
Peki biz neden buradayız? Kısaca anlatmak gerekirse dünyanın en ünlü saat markalarından IWC özel bir gala düzenlemiş ve Türkiye’den bu galaya sadece NTV’yi davet etmiş. Türkiye’den bizim davet edilmiş olmamızınsa çok özel bir sebebi var aslında: Ferzan Özpetek. Gündüz saatlerinde Türk standında Gece Gündüz için bir söyleşi yaptığımız Ferzan Özpetek bu özel gala için geldi Cannes’a ve biz de onu takip ederek Antibes’deki son derece lüks Cap D’Eden oteline kadar savrulduk. Cannes’a 20 dakika uzaklıktaki bu cennet köşesi, nihayet dinen yağmurun da etkisiyle, bize yeni bir enerji aşılıyor ve diğer medya mensuplarıyla birlikte kırmızı halının karşısında bize ayrılan yere geçiyoruz. İlk gelen konuk dünya sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden David Cronenberg. “Bay Cronenberg, bir iki cümle lütfen”

Adrien Brody, biraz flu maalesef
David Cronenberg beni kibarca reddettikten sonra birlikte geldiği Sarah Gadon ( Cosmopolis’te oynuyor kendisi ) ile poz vermek üzere yerini alıyor ve ortalık “David, bu tarafa” sesleriyle, hatta çığlıklarıyla inliyor. Küçük bir kırmızı halıdayız ve bizim bulunduğumuz taraf tam anlamıyla sıkış tıkış. Gerçi biz grubun en başında, bir anlamda en rahat yerindeyiz ama bir süre sonra anlıyoruz ki en elverişsiz yer de burası aslında ve kimse mikrofonumuza doğru yönelmiyor. Adrien Brody de çağrımıza yanıt vermeyip hızlıca kırmızı halıdan geçiyor ve bir süre çok tanımadığımız, daha çok Alman ya da İsviçre sosyetesine mensup şık ve güzel insanların önümüzden geçişini seyrediyoruz. Tam o sırada tanıdık bir sima beliriyor ve yeniden hareketleniyoruz; iki gece önce Türk standındaki partiyi de şereflendiren Ewan McGregor bu.

Ewan McGregor ve annesi
McGregor bu sefer sadece eşini deği annesini de getirmiş ve kırmızı halıda her ikisiyle de sırayla poz vererek gecenin “en harbi yıldızı” ödülünü alıyor. Gerçi yine özel bir röportaj alamıyoruz ama Türk standında haşır neşir olduğumuz ( bkz: “Türk standında dünya yıldızları” haberi ) çok da umursamıyoruz. Bu sırada Supertramp’in saksofoncusu John Anthony Helliwell geliyor ve nihayet mirofonumuza konuşan biriyle karşılaşıyoruz. Kendisine İstanbul’da bir konser verip vermeyeceğini soruyoruz hemen ( ne de olsa Supertramp hiç gelmedi Türkiye’ye ) ve Helliwell şaşkınlıkla yüzümüze bakara “Dahaşimdi bir teklif aldım. Çok isterim, keşke tüm grubu toparlayabilsek de gelsek” diyor. Anlıyoruz ki az ötede bekleyen Yekta bizden önce kendisiyle konuşup Türkiye’ye çağırmış onu ve Helliweel de bir organizatörden teklif aldığı duygusuna kapılmış.

Paolo Coelho kendisi görüntüleyen medya mensuplarını çekiyor
Kalabalık gitgide artıyor ve yine tanımadığımız bir sürü cemiyet mensubu geçiyor önümüzden. Biz de bu arada daha elverişli bir konum bulabilir miyiz onu araştırıyoruz. Medya bölümünün tam ters ucuna geçip şansımızı bir de oradan deneyelim diyoruz ama o tarafta işler çok daha zor, şartlar ve görevliler çok daha acımasız. Tam o sıralarda Ferzan Özpetek geliyor ve çeşitli kameralara röportajlar veriyor. Tam önümüze geldiğinde canhıraş bir şekilde kendimize yer açıp mikrofonumuzu uzatıyor ve bir iki cümle koparıyoruz kendisinden. Özpetek hemen ertesi gün Roma’ya döneceğini ve maalesef hiç film izleyemeyeceğini söylüyor ve diğerleriyle birlikte içeri geçiyor.

Gemma Arterton ve IWC CEO'su Georges Kern
Eski yerimize geçip beklemeye devam ediyoruz. Başka kim gelecek acaba diye düşünürken İngiliz sinemasının en güzel oyuncularından birinin bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Söz konusu kişi Gemma Arterton ve tabii ki bana doğru değil ( o işin rüya kısmı ) kırmızı halıya doğru yürüyor. Birçokları gibi o da önce IWC’nin CEO’su Georges Kern ile fotoğraf çektiriyor ve benim “Gemma” çığlıklarıma aldırmadan içeri geçiyor. Bir darbe daha.

Mads Mikkelsen
Oktay’ın da zorlamasıyla kendimize tam ortada bir yer buluyoruz. Burada bir tarafımızda bir İtalyan televizyonu, diğer tarafımızda bir İsviçre televizyonu var ve gelen hemen herkes burada durup bir şeyler söylüyor. Nitekim yarışma filmlerinden The Hunt’ın (yön:  Thomas Vinterberg )başrol oyuncu Mads Mikkelsen geldiğinde “Filminiz basıl karşılandı?” soruma hiç beni üzmeden cevap veriyor ve “Gayet iyi, ayakta alkışlandı” diyor. Kendimi biraz daha iyi hissediyorum bu minör zafer sonucunda.



Eric Dane, Karolina Kurkova ve Georges Kern

Ray Liotta kimselere yaklaşmadan ama bol bol poz vererek geçip gidiyor ve ardından Gerard Butler geliyor. Ona da bir şeyler sormakta başarısız oluyorum ve önümdeki maçlara bakarım avuntusuna sığınıyorum. Karolina Kurkova ve Petra Nemcova gibi süpermodellerin güzelliğini bir hayli yakından takdir ettikten sonra önüme gelen Eric Dane’e ( Grey’s Anatomy dizisinin yakışıklı doktorlarından kendisi ) “Türkiye’de büyük bir hayran kitleniz var, onlara ne söyleyeceksiniz?” diyorum. “Türkiye mi?” diye hayretle sorduktan sonra “Hepsine çok teşekkür ederim, Türkiye muhteşem bir yer” diyor. Benden feyz alan İsviçreli muhabir hemen “İsviçre’de de çok hayranınız var” diyor ve Dane ilgisini hemen ona yöneltiyor. Benle konuşmaktansa güzel bir kızla konuşmayı tercih ettiğini anlıyorum ama pes etmeyip devam ediyorum. “Dizi daha kaç sezon sürecek?” soruma, “Bir sonraki sezon imzalandı ama ötesini bilmiyorum” diyor? Peki sinema filmi var mı: “Bakalım, şimdilik belli bir şey yok”.



Gecenin asıl onur konuğu sonlara doğru geliyor ve uzaktan gördüğüm anda kalp atışlarım hızlanıyor. Beyazperdenin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından Robert De Niro bu. Yanında eşi Grace ile birlikte geliyor ve son derece sempitik bir şekilde fotoğrafçılara poz verse de kimsenin yanına yaklaşmıyor. O sırada ilginç bir ayrıntıyı fark ediyorum. Kırmızı halının baş kısmında Jeremy ırons var ve kendi kendine gülerek De Niro’nun medyayla işinin bitmesini bekliyor. “O geçsin, ben beklerim” diyor sanki içinden. Gerçekten de De Niro içeri girdikten sonra Jeremy Irons yürümeye başlıyor ve bir iki dakika sonra da önümdeki yerini alıyor. “Cronenberg’in filminiizleyecek misiniz?” diye soruyorum eski yakınlıklarına atfen. “Çok isterim ve elbette seyredeceğim ama burada çok az kalıyorum, o yüzden daha sonra” diyor. “Peki yeni bir film projesi var mı?” dediğimde “Margin Call diye bir filmimiz var, çok güzel” diyerek nedense 1 yıl önceki filminden söz ediyor. Herhalde bazı yerlerde geç vizyona giriyor diye düşünerek “Ya tiyatro?” diye soruyorum. “Şu sıralar yok” diyor.

Petra Nemcova
Biraz sonra kırmızı halı geçişi bitiyor ve biz Oktay’la bir köşeye çöküp dinlenmeye başlıyoruz. Az sonra Yekta da yanımıza geliyor ve içeriden dedikodular vermeye başlıyor. Cannes’a kadar süren taksi yolculuğu boyunca nasıl Ewan McGregor ile sohbet ettiğini ( kendisini Türkiye’de seslendiren kişi olduğunu söyleyşnce inanılmaz komik anlar yaşanmış hatta içeride ), Cronenberg’e bizzat gidip hayranlğını nasıl ifade ettiğini ve gördüğü saat modellerinden bazılarının ne kadar görkemli olduğundan bahsediyor. Sanırım bunları Yekta Kopan’ın blogu Fil Uçuşu’nda çok daha ayrıntılı ve eğlenceli şekilde okuyabilirsiniz. Bizim kırmızı halı maceramızsa, yukarıda okuduklarınızdan ibaret. 

Kenya zürafası, Türk baklavası



Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Cannes sadece bir avuç filmin yarıştığı ve kırmızı halıda yıldızların şöyle bir boy gösterip evlerine döndüğü bir festival değil elbette. En az yarışma kadar, hadi daha düz söyleyelim, işin sanat kısmı kadar ticari kısmı da ön planda burada ve dünyanın en önemli, en büyük film meaketlerinden biri de festivalle eşzamanlı olarak buraya dünyanın dört bir yanından binlerce yapımcıyı, dağıtımıcıyı ve sektör çalışanını topluyor. Ben de Cannes’ın bu yüzünü daha iyi tanımak adıma çantamı omzuma atıp emin adımlarla Market’in kapısından giriyorum. Az sonra burayı feth etmiş olarak çıkacağım aynı kapıdan.

Brezilya standında Caipirinha hazırlığı
Tabii kapıyı bulabilirsem. Yaklaşık bir saat gezindikten ve içeride 3 kere kaybolduktan sonra pes ediyorum. Üstelik önce Ermeni standında Ararat konyağının, ardından Brezilya standında olağanüstü bir Caipirinha’nın tadına bakmış biri olarak yön duygum iyice karışmış durumda. Ama sadece yiyip içtiğim sanılmasın, Market’in dinamikleri konusunda da bazı önemli fikirler edindim bu süre zarfında.

Market'in café'sinden bir manzara
Bir kere Market gerçekten devasa bir yer.İçeride çoğu yapım veya dağıtım şirketine ait olmak üzere yüzlerce stand var ve bu standlarda her 15 dakika, ya da yarım saatte bir toplantılar, görüşmeler düzenleniyor. Kimi ülkesinde vizyona sokmak için film satın almaya gelmiş; kimi de çektiği filmi farklı pazarlara satmaya. Onların işi biraz daha net ve belki de daha kolay. Ama bir de kendi ülkelerinin sinemalarını ve dolayısıyla kendi ülkelerini tanıtmak için Market’e gelenler var. Örneğin Endonezya Sineması levhasını gördüğüm bir standa yaklaşıp “Cannes’da herhangi bir Endonezya filmi izleyebilir miyim?” diye sorduğumda olumsuz yanıt alıyor ve onların aslında ülkelerini büyük sinema pazarına bir lokasyon olarak tanıtmayı hedeflediklerini öğreniyorum. Standdaki görevli “Mesela son Bourne filmi Endonezya’da çekildi” dediğinde ben de hemen “Son Bond filmi de Türkiye’de çeki,ldi” cümlesini patlatıyorum. Karşılıklı gülüşüyoruz.

Yorulanlar Bollywood standının önüne oturmuş
Kenya standında yaklaştığımdaysa adının Timothy olduğunu söyleyen gençten bir adam bana Kenya’da film çekmenin ne kadar kolay ve avantajlı olduğundan bahsediyor. “Geçen yıl İngiltere’den beş kişilik bir ekip geldi çekim yapmak için ama sonra 3 kişi geri döndü, çünkü ülkemizde bu konuda o kadar çok işinin erbabı eleman var ki, onlara gerek olmadığı anlaşıldı” diyor Timothy gururla. Anlıyorum ki bu insanlar için ülkelerinde Hollywood ( ya da başka bir zengin ülke sineması elbette ) filmleri çekilmesi ekonomik anlamda çok önemli. Üstelik bu sadece ticari bir getiri sağlamıyor, zamanla kendi sienmaları da daha güçleniyor. Sonra bizim de aslında benzer bir tanıtım çabası içinde olduğumuzu hatırlıyorum. Ucuza servis veren ülkelerin Hollywood’a gözünü dikerek kendi ekonomilerini canlandırmaya çalışması hiç de yabancı ve yanlış gelmiyor bana. Bunları kafamdan geçirirken Timothy elini masanın altına atıyor ve herkese vermediğini belli eden bir yüz ifadesiyle elime tahtadan yapılmış küçük bir zürafa tutuşturuyor. Gülümseyerek teşekkür ediyor ve bir dahaki sefere ona bir Türk baklavası getireceğime dair söz veriyorum.

İşte Kenya zürafası

Abbas Kiarostami'den Tokyo hikayesi



Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Daha Cannes’a gelmeden önce bir yerlerde Kiarostami’nin son filmi hakkında birkaç cümlelik bir özet okumuş ve nasıl bir film olduğuna dair ufak çaplı bir akıl karışıklığı yaşamıştım. Şöyle diyordu kabaca o özette: “Okul parasını çıkarabilmek için Tokyo’da fuhuş yapan bir genç kızın hikayesi.” Tamamı Japonca olan ve Japonya’da geçen bir Kiarostami filmi zaten yeterince şaşırtıcıyken, konusuna dair de böyle bir cümle okuyunca iyiden iyiye merak ediyor insan. Japon kültüründe ( en azından uzaktan görebildiğimiz kadarıyla ) cinselliğe dair bize sıradışı gelebilen o kadar çok şey var ki, fuhuş yapan genç öğrenci imgesi belirli bir beklenti yaratıyor insanda. Ama bir kere daha anladık ki, film özetlerine güvenmek son derece yanlış. Hatta bu özetleri okumak bile başlıbaşına bir hata.


Yaklaşık 2 saat süren topu topu 5 – 6 uzun sahnenin er aldığı film öncelikle hiçbir şekilde fuhuşla doğrudan alakalı değil. Kiarostami sadece kendi Tokyo imgesinden hareketle 24 saatlik ( hatta o kadar bile değil ) bir zaman diliminde geçen bir film çekmiş ve bunu yaparken de aslında kendi sinemasından hiç de uzaklaşmayan bir yol izlemiş. Uzun diyaloglar; birbirini tanımayan, ya da yeni tanıyan bireyler arasındaki ilişkiler ( ve bu ilişkilerin filmin olası tüm açılımlarını hazırlayan dinamikleri ) ve tüm filme alttan alta yayılan tedirgin edici bir gerilim Like Someone In Love’ın öne çıkan yanları ve bunlar İranlı sinemacının filmlerinde daha önce de gözlemlediğimiz unsurlar. Kiarostami’nin özellikle birkaç sahnede ustalığını ciddi biçimde konuşturduğu filmde elbette kimi sorunlar yok değil. Senaryoda bazı soru(n)lar ya da kimi sahnelerin bazı anlarındaki kesintiler insanın aklını kurcalıyor ama filmden bir süre sonra bu akıl kurcalanmalarının hızla zihin açıcı tartışmalara yol açtığını fark ediyorsunuz ki, bu az bulunur bir nimet değil şu zamanda.


Büyük ölçüde 3 karakterin ( genç kız, sevgilisi ve kızın müşterisi olan yaşlı profesör ) kısa bir zaman dilimi süresince kesişen yolları ekseninde akan film başrol oyuncularının dengeli performanslarına çok şey borçlu. Oyuncuların birbirini ezmediği ( ki yaşlı profesör rolündeki Tadashi Okuno’nun rolü buna çok müsait ) film özellikle bazı anlarda yan karakterlerin berklenmedik katkılarıyla bir hayli kahkaha da topluyor. Öte yandan filmde Tokyo’ya dair klişeleşmiş herhangi bir imge görmek pek olası değil. Tokyo’da geçen ve batılı sinemacıların çektiği kimi filmler bu klişeleri doğru ya da yanlış bir şekilde gözümüze sokarken bir ortadoğulu olan Kiarostami’nin bu kolaycılığa düşmemiş olması en azından takdir edilesi bir durum. Ama şunu da söylemek gerek: film Kiarostami ölçeğinde bir yönetmen için “başyapıt” nitelemesini hak edecek seviyede değil ve majör bir ödül alacağını da sanmam.


Bu arada şu ilk birkaç sonunda Michael Haneke’nin Amour adlı filminin Croisette ve çevresinde ciddi bir yankı uyandırdığını söylemeliyim. Ne yazık ki henüz filmi izleme fırsatı bulamadım, ama aşağıdaki kareden de anlayacağınız gibi kendisiyle bir fotoğraf çektirmeyi başardım. Tek mesele gala öncesi acele adımlarla Festival sarayı’na doğru yürüyen ve önüne kesmemize az da olsa bozulan Haneke ile olan bu fotoğrafı ben çektim ve kolumun kısalığının azizliğine uğradım. Yoksa o kadar da cüce değilimdir.


24.05.2012

Argento'nun 3 boyutlu Dracula'sı



Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Cannes’da fena halde yağmurlu ve rüzgarlı bir Pazar günü yaşanırken yapılacak en iyi şeyin bir film izlemek olduğuna kanaat getiriyorum. Bir gece önce davetiye bulunmadığı için izleyemediğim Dario Argento’nun Dracula’sı saat 13.00’te gösteriliyor ve Yekta ile birlikte yaklaşık 1 saat kuyrukta beklemeyi göze alarak Festival Sarayı’nın 5. katındaki Bunuel Salonu’nun önüne gidiyoruz. Benim pembe kartımla Yekta’nın avi kartı uyumsuz olduğu için mutsuzu ama kapıdaki görevli “Mavi kartlıları pembe bölümüne alamayız ama siz arkadaşınızla birlikte mavi bölümde bekleyebilrsiniz” diyerek meseleyi gayet makul biçimde çözüyor.
Bekleyiş tahminimizden çok daha çabuk geçiyor ve kapı girişinde 3D gözlüklerimizi alıp yerimize oturuyoruz. Son birkaç filminden hareketle sinemadan hüsranla ayrılacağım yönünde şüphelerim var ama ne de olsa Argento’dan söz ediyoruz, üstelik bir Dracula uyarlaması ve olaylar sinemanın mabedinde, Cannes’da geçiyor. Yani korku sineması tutkunlarının kaçırmaması gereken bir fırsat gibi duruyor.


Film başladıktan bir süre sonra ne yazık ki şüphelerimin teyid edildiğini görüyorum. Daha önce bol miktarda Dracula uyarlaması izledim. Hammer filmlerinden tutun da, 1922 tarihli Nosferatu’ya kadar aklımda yer etmiş birkaç Dracula filmi sayabilirim. Büyük bir ihtimalle Werner Herzog’un Nosferatu uyarlaması beni en çok etkileyendir. Coppola’nın diğerlerine nazaran daha cilalı gibi dursa da hiç açık vermeyen Hollywood uyarlamasını severim doğrusu. Hatta Dracula filmleri konusunda son sözü söyledeiğini de iddia edebilirim. Konuyu vampir sineması çerçevesine taşırsak iş değişir elbette. Örneğin birkaç yıl önce vizyona çıkan Let The Right One In ya da yine aynı zamanlarda izlediğim Park Chan-wook imzalı Thirst bu türde son derece yenilikçi işlerdir bence.Ama iş Dracula’ya gelince Coppola’nın filmi her anlamda hesaplaşılması gereken bir uyarlamadır kanımca. Beğenseniz de, beğenmeseniz de.


Argento’nun Dracula’sı bana ilk başlarda Andy Warhol’un Blood For Dracula adlı filmini anıştırdı. Udo Kier ve Joe D’Allessandro gibi isimlerin oynadığı film bir iki aktörü dışta bırakırsanız fena halde amatör hissiyatı veren oyunculuk performansları ve Warhol’un kendi estetik beğenileri doğrultusunda insan bedeninin çıplak teşhirinin yer yer fazlaca öne çıktığı bir filmdi. Açıkçası Argento’nun  da bir an benzeri bir yol izleyeceğini düşündüm ama yanıldığımı çabuk anladım. Üstad, son yıllarda daha önce de gözlemlediğim gibi 70’li, 80’li yıllarda kullandığı sinema diline fena halde takılıp kalmış görünüyor. En yeni teknolojileri kullansa da ( 3D örneğin ) hem bu teknolojilerde yeterince yetkin görünmüyor, hem de bu teknikler sinemasına pek bir şey katmıyor. Rutger Hauer ( Van Helsing ) ve Asia Argento ( ki babasına ayıp olmasın diye oynadığı hissi geçiyor ) gibi oyuncuların varlığına rağmen genel olarak oyunculuk performasnları yapay bir tet bırakıyor izleyicide ve işin psikolojik boyutu bu derece zayıf olunca iiş sadece kan revan sahnelere kalıyor ki, Argento bu konuda da kendini tekrar ediyor doğrusu. Köpeğin yediği genç kız imgesinin benzerini de; bir anda ortalığı basan sinek sürüsünü de hatırlıyoruz. Uzun lafın kısası mizahın da hemen hemen hiç yer almadığı Dracula ne yazık ki bir iki sahne dışında sınıfta kalıyor.


Cannes'da halay enternasyonal



Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Böyle anlar vardır: durup nerede olduğunuzu hatırlamaya çalıştığınız. Ben de onlardan birini yaşıyorum şimdi karşımda halay çeken gruba bakarken.Türkler ve Almanlardan oluşan kadınlı erkekli bir grup Fransa’nın Cannes şehrinde, hem de dünyanın en önemli film festivali sürerken coşkulu bir halaya kalkışmış ve ben gördüğüm manzarayı nasıl yorumlayacağım konusunda fena halde kararsızım. Elimdeki içkiden bir yudum daha alıp konuyu daha fazla uzatmamaya karar veriyor ve “en iyisi artık gidip yatmak” diye düşünerek kendimce bir çözüme ulaşıyorum.

Partinin müzikleri Adam Bousdoukos'a emanet
Ama biz isterseniz başa dönelim. Bir önceki gece yine aynı sahilde bu geceki gruba göre daha az kişinin katıldığı partinin ardından bu kez Türk ve Alman standlarının ortaklaşa düzenlediği bir parti için erken saatlerden itibaren yoğun bir trafik başlıyor. Partinin evsahipliğini aslında Alman standı yaptığı için biz Türkler davetiye bulmakta zorlanıyoruz. Elbette sevgili Ahmet Boyacıoğlu NTV ekibinin davetiyelerini çoktan rezerve etmiş durumda ama etrafta o kadar çok talip ve bu yıl Cannes’da o kadar az parti var ki davetiyeler kapanın elinde kalıyor. Erken saatte davetiyelerimizi cebimize attığımı için içimiz rahat bir şekilde akşam yemeğine gidiyor ve saat 22.00 civarı kendimizi Uluslararası Köy’e atıyoruz.Fatih Akın henüz gelmemiş. DJ standındaysa tanıdık bir sima çarpıyor gözüme: Soul Kitchen’ın sempatik başrol oyuncusu Adam Bousdoukos.Zaten partidekiler de farkında onun varlığının ve arada bir yanına gidip fotoğraf çektiriyor bazıları.
Ahmet Boyacıoğlu, Fatih Akın ve Kültür Bkn. Müşavir Yrd. Faruk Şahin

Yanyana konumlanmış Türk ve Alman standlarının ortak sahili kısa sürede bir hayli doluyor ve “Fatih Akın nerede?” sorusu daha sık işitilmeye başlıyor. Bir ara Alman standının içine kafamı uzatıyor ve ünlü yönetmenin gelmiş olduğunu görüyorum. Hemen etrafımdakilere yayıyorum bu haberi ve ortalık hareketleniyor. Alman televizyonundan genç bir kadın onunla röportaj yapmaya başlıyor ve ortaya bir anda bir sürü kamera ve çok daha fazla fotoğraf makinesi çıkıyor. Parti tam anlamıyla başladı artık.
Etrafıma bakıp kimler gelmiş anlamaya çalışıyorum. Ortam daha kalabalık, alan daha geniş olduğu için işim kolay değil. Etrafta bir süre teftiş yapınca bir önceki geceye de katılan Zeynep ve Selim Atakan çifti, Özgü Namal, Gülçin Santırcıoğlu, Azize Tan, Vecdi Sayar gibi simaların yanısıra vaktinin büyük kısmını film izleyerek geçiren Atilla Dorsay’ın da burada olduğunu görüyorum. Nuri Bilge ceylan’ın ise odasında kalıp çalışmayı tercih ettiğini öğreniyoruz. Bu geceki partinin ağırlığı ise şarkı değil dans. Adam’ınçaldığı parçalar 90’ların dans müziklerinden tutun da Michael Jackson klasiklerine; rock’n roll’un ilk dönemlerinden balkan ezgilerine kadar geniş bir yelpazede seyrediyor ve insanlar büyük bir keyifle dans ediyor. Bir ara etrafa bakınırken Fatih Akın’ın ortadan kaybolduğunu fark edip araştırmaya koyuluyorum ve ünlü yönetmeni kumsalın denizle birleştiği bölgede Çamburnu sakinleriyle sohbet ederken buluyorum. Karadeniz’deki çay sorununu ve Çaykur’un durumunu konuşuyorlar bu sefer de.

Yekta Kopan ve Zeynep Atakan partide eğlenirken

Dans pistine döndüğümde yol arkadaşım Yekta Kopan’ın gerçekten koptuğunu ve mahir figürleriyle herkesi coşturduğunu görüp ona ayak uydurmaya çalışıyorum. Gündüz kendini gösteren yağmurun ardından hava son derece yumuşak,nemsiz ve ne kadar dans edersek edelim terlemiyoruz. Bir süre sonra ortam halaya dönünce kenara çekilip meydanı halay üstatlarına bırakıyoruz ve Türk standının gözbebeği Mukaddes hanımın liderliğindeki grubu izliyoruz. “Halay enternasyonal” diye geçiriyorum içimden. Sinemanın ve müziğin insanları birleştirici gücü böyle bir şey işte.

Ertesi sabah: Türk standında hava sakin ama esen rüzgar yüzünden deniz bir hayli dalgalı Cannes’da. Sabah 08.30’da azimli bir şekilde sinemaya giden Nuri Bilge Ceylan ve Selim Atakan’ı görüyoruz. John Hillcoat’un Lawless adlı filmini izlemişler ve hiç beğenmemişler. Öte yandan Altın Palmiye sahibi Cristian Mungiu’nun Beyond The Hills filminin çok iyi olduğu duyumlarını almış Ceylan ve muhakkak görülmesi gerektiğini düşünüyor. Eh, Cannes’ın gediklisi Nuri Bilge Ceylan böyle söylüyorsa, bir bildiği vardır elbette.

Fatih Akın soruyor: "Osman Pepe nerede şimdi?"



Dikkat!! bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Başlıktaki soru yeni filmi Cennetteki Çöplük’ün özel gösterimi için Cannes’a gelen Fatih Akın’a ait. Bu sorunun arkasındaki hikayeyse bir hayli ilginç. Akın 2008’de Cannes’da yarışan Yaşamın Kıyısında filminin çekimleri için Karadeniz’de bulunduğu sırada cennet gibi doğanın içine dev bir çöplük yapıldığını görünce deyim yerindeyse aklını kaçıracak gibi olur ve bu durumu kabullenemeyeceğini fark eder. Hemen yerel yönetimle temasa geçen ünlü yönetmen Trabzon’un Çamburnu köyündeki çöplüğün kaldırılması için ne gerekiyorsa yapılması için yetkililere çağrıda bulunur. Bu çağrısı karşılıksız da kalmaz; zamanın Çevre Bakanı Osman Pepe bir süre sonra Fatih Akın’la görüşür ve “Sen ne uğraşıyorsun bu işlerle, git filmin çek” der. Pepe’nin Akın’a çekmesini tavsiye ettiği film hangisidir tam olarak bilinmiyor, ama Fatih Akın bu sözleri kendine şiar edinir ve Çamburnu’ndaki çöplüğün ve bu çöplüğün kaldırılması için mücadele eden köylülerin belgeselini çekmeye karar verir. İşte bu belgeselin Cannes’daki gösterimi öncesinde Gece Gündüz programı için bir röportaj yaptığımız Fatih Akın şimdi soruyor: “Ben buradayım, Osman Pepe nerede şimdi?”. Tabii Fatih Akın’ın söyledikleri bununla sınırlı değil. Yönetmen, Yekta Kopan’a verdiği röportajda kişisel dünyasından, belgesel sinemacılığına ve çevre sorunlarına dair gerçekten çok önemli açıklamalarda bulundu. Gece Gündüz’ü kaçırmamanızı tavsiye ederim bu anlamda. Kaçıranlar ntvmsnbc.com'dan tekrarını izleyebilir.

Bünyamin Seyrekbasan, Çamburnu Bld. Bşk. Hüseyin Alioğlu ve Fatih Akın

Fatih Akın Cannes’da yalnız değil bu arada. Yanında Çamburnu beldesinin Belediye Başkanı Hüseyin Alioğlu ve filme çok emeği geçmiş Bünyamin Seyrekbasan da var. Üstelik Akın gerek Alioğlu’nu, gerekse Bünyamin beyi her gittiği yere götürüyor ve onların her yerde seslerini duyurabilmeleri için elinden geleni yapıyor. “Zaten bundan sonraki bütün festivallere de siz gidin” diyor onlara. Yeni filmine başlayacağı için meşgul olacağını bahane ediyor ama bir yandan da onları daha aktif olmaları için teşvik ediyor sanki.

Cennetteki Çöplük ile konuşurken Fatih Akın özellikle Bünyamin beyin ona ne kadar yardımcı olduğunun da altını çizerek yol arkadaşını taltif etmekten geri kalmıyor: “Bünyamin bey aslında fotoğrafçı ve hayatını düğünlerde falan video çekerek kazanıyor. Ama bu cep telefonları ve dijital kameralardan sonra işsiz kalmış. Boş vakti de olduğu için sağolsun bana çok yardım etti. Filmin %70’ini onun çektiği görüntülerden oluşturdum” diyor. Gerçekten de filmin afişine baktığımda Bünyamin Seyrekbasan’ın görüntü yönetmeni sıfatıyla yer aldığını görüyor ve içimden “Helal olsun, ikisine de” diyorum. Ama en çok da Fatih Akın’a. Bakmayın, kolay değildir sinema dünyasında bu derece önemsenen bir figürün egolarını bu kadar geriye itip de sözcüsü olduğu davayı öne ıkarması. Hele gece saatlerinde filmin şerefine verilen ve 300 – 400 kişilik bir grubun eğlendiği plaj partisinde kendisini deniz kıyısında Çamburnu sakinleriyle hala çevre sorunlarını konuştuğunu görünce saygım da hayranlığım da bir kat daha artıyor.

Son olarak Fatih Akın’ın yakında yeniden sete çıkacağını ve daha önce “aşk” ve “ölüm” bölümlerini çektiği üçlemesinin son ayağı olan “şeytan”ı çekeceğini belirteyim ve noktayı koyayım.

Cannes'dan bir güzel haber daha

Avustralya'nın Fransa elçisi H.E. Ric Wells ve Zeynep Atakan

Gerçi biz bu haberi birkaç gün önce birinci elden almıştık ama resmi açıklama yapılmadığı için kendimize ambargo koymuştuk. Haber şudur: Zeynep Atakan önümüzdeki Kasım ayında sahiplerini bulacak Asya Pasifik Film Ödülleri'nin jürisine seçildi. 2007'den beri verilen ve Asya Oscarları olarak da adlandırılan ödüller 23 Kasım'da Avustralya'nın Queensland kentinde sahiplerine verilecek. Cannes'da düzenlenen bir resepsiyonla açıklanan jüride Zeynep Atakan'ın yanı sıra oyuncu Maria De Mederios ve Sasson Gabay da yer alacak. Devamlılık Hatası olarak buradan Zeynep Atakan'ı tebrik ediyorum.

23.05.2012

Cannes'ın duvarları


Her yıl festival zamanı Cannes'ın duvarları dev afişler, film giydirmeleri ve fotoğraflarla süslenir. Bu yılki duvarlar içinde benim en beğendiğim yukarıda fotoğrafını gördüğünüz duvar oldu. Tabii aşağıdaki manzaralar da hiç fena değil, o ayrı.




Türk Standında İlk Parti



Zeynep Atakan, Nuri Bilge Ceylan ve Özgü Namal Türk Standında


Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Açılışın hemen ertesinde Nuri Bilge Ceylan’ın ödül almasını da vesile ve bahane eden Türk standı ilk partisini Perşembe gecesi verdi. Biz de davete icabet etmekte hiç nazlanmadık elbette ve yemeğimizi yer yemez kendimizi Village International’e ( tüm standların sıralandığı Uluslar arası Köy ) attık. Bir de gördük ki herkes çoktan gelmiş, eğlence faslında bir hayli yol alınmış. Hemen içecek bir şeyler kapıp kalabalığa karıştık.

Partinin hareketlenmeye başladığı anlar

Kalabalık demişken; kimler vardı kısaca bahsetmek lazım. Tabii ki Nuri Bilge Ceylan ve yapımcı Zeynep Atakan gecenin en özel misafirleri olarak baş köşeye yerleşmişlerdi. Zeynep Atakan’ın eşi Selim Atakan da partideydi haliyle ve gecenin en güzel sürprizi de az sonra ondan gelecekti. Ama ondan önce başka kimler vardı onları sayayım. Yönetmen Kutluğ Ataman, oyuncu Özgü Namal, kültür sanat duayeni Vecdi Sayar, oyuncu Gülçin Santıroğlu, film eleştirmenleri Cüneyt Cebenoyan ve Esin Küçüktepepınar yaklaşık 100 kişinin bulunduğu kalabalıkta ilk gözüme çarpanlardı. Yabancı konukların da bulunduğu partinin ev sahipliğini ise her yıl olduğu gibi Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre liderliğindeki stand ekibi ile İstanbul’daki Canbaz’ın efsane ismi oyuncu Rıza Sönmez yapıyordu.

Selim Atakan iş başında
Gelelim gecenin asıl sürprizine. Selim Atakan gün boyu standın iç kısmında duran klavyesini alıp partinin daha çok yayıldığı bahçe kısmına çıkınca her şeyin havası bir anda değişiverdi. Atakan’ın mahir parmakları artık çoğunu herkesin ezbere bildiği bestelerini çalmaya başlayınca aramızda ne kadar çok şarkıcı olduğunu da öğrenmiş olduk. Hep bir ağızdan söylenen Mamak Türküsü ve Çember gibi şarkılardan sonra özellikle bir sesin hepimizden daha baskın çıktığı anlaşıldı ve sahne amatörlerden kurtulup bir profesyonele, Gülçin Santırcıoğlu’na kaldı. Oyunculuğuyla tanıdığımız Santırcıoğlu’nun performansı o kadar başarılıydı ki Yekta Kopan hemen kendisine kaset doldurmak için etraflı bir teklif hazırlamak üzere bir yapımcı aramaya başladı. Şaka bir yana Selim Atakan’ın müthiş enerjisiyle renklenen gece daha güzel olamazdı diye düşünüyorduk ki hayatımızda gördüğümüz en güzel havai fişek gösterisi başladı ve gerçekten uzunca bir süre de tam tepemizde bir renk cümbüşü yarattı. Sonrasında ufak ufak otelimize doğru yollandık zaten, fazlasını kaldıramayacağımızı anlamıştık zira.  

Ve sahne Gülçin Santırcıoğlu'nun

Sıra Ahmet Boyacıoğlu'nda

"Bunlar Zor İnsanlardır"



Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Quinzaine des Realizateurs bölümünü açılışı Cannes Film Festivali’nin açılışından bir gün sonra yapıldı. Perşembe akşamki açılışta NuriBilge Ceylan’a da Carosse D’Or ödülü verildi. Quinzaine’in açılışı önünde bir hayli uzun bir kuyruğun oluştuğu bir otelde yapıldı ve biz de törenin başlamasına 45 dakika kala o uzun kuyrukta bekleyen sabırlı kalabalığın kıskanç bakışları altında elimizi kolumuzu sallayarak içeri girip erkenden yerimizi aldık.



Quinzaine’in başkanı tarafından Nuri Bilge Ceylan’a dair son derece övücü sözlerin sarf edildiği tören koltuklarımızı kabartmadı desek yalan olur. Ama sanıyorum herkes yine de Nuri Bilge Ceylan’ın sözlerini daha çok hatırlayacak. Ceylan’ı ödülü aldıktan sonra yaptığı kısa konuşmada bu ödülün kendisine yönetmenler tarafından verilmiş olduğunu özellikle çok önemsediğini belirtti ve “Bunlar zor insanlardır. Kolay kolay bir şeyi beğenmezler. O yüzden çok mutlu oldum” diyerek tüm salonu kahkahaya, hemen ardından da alkışa boğdu.


Nuri Bilge Ceylan sahneden indikten sonra Edouard Waintrop açılış filmi olan The We and The I’dan söz etti ve filmin yönetmeni Michel  Gondry’yi sahneye davet etti. Gondry her zamanki tuhaf ama zihin açıcı tavrıyla Quinzaine’in 15 gün anlamına geldiğini ama İngilizcesinin Forthnight olduğunu yani 14 gün anlamına geldiğini hatırlattı. Ve herkesin önünde bir hesap yaparak bu yıl 44.sü düzenlendiğine göre bir dilde 660, diğerinde ise 616 günü geride bıraktığımızı kanıtladı ve o da salondan alkışını kaptı. Gencecik oyuncularını ( ki anladığım kadarıyla hepsi amatördü ) sahneye çıkarıp hepsine de kısaca mikrofon tutmasıysa ayrıca çok sempatikti.


Nuri Bilge Ceylan'ın merak ettiği filmler




Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.

Bugün Quinzaine çadırında Gece Gündüz programı için Nuri Bilge Ceylan’la keyifli bir söyleşi yaptık. Ceylan aldığı Carosse D’Or ödülünün kendisi için ne ifade ettiğinden tutun da, Cannes’a ilk kez üzerinde herhangi bir baskı olmadan gelmenin nasıl bir şey olduğuna kadar bir çok şeyden bahsetti. Tüm bunları bugün ( 18 Mayıs Cuma ) Gece Gündüz’de izleyebilirsiniz.Ama benim aklımda en çok yer eden birkaç şeyi ben size hemen fısıldayayım dedim. Bu yılkiş film seçkisini nasıl bulduğunu sorduğumuzda usta yönetmen özellikle birkaç filmi çok merak ettiğini söyleyerek başladı sözlerine. Hangi filmler derseniz, Ceylan öncelikle Carlos Reygadas’ın son filmi “Post Tenebras Lux”u çok merak ediyormuş. Reygadas’ı öteden beri sevdiğini söyleyen Ceylan ayrıca Avusturyalı sinemacı ( hayır Haneke değil ) Ulrich Seidl’ın filminden de umutlu olduğunu belirtti. Hatta Ceylan Nanni Moretti başkanlığındaki jürinin kompozisyonunu da düşünerek Seidl’ın Paradies: Liebe adlı filminin Altın Palmiye’yi bile alabileceğini tahmin ettiğini söyledi. Öte yandan izlemek istediği asıl seçkinin de Un Certain Regard ya da Quinzaine gibi daha yenilikçi ve cüretkar filmlere yer veren bölümler olduğunu da sözlerine ekledi.
Ceylan’ın üzerinde durduğu bir diğer konu da Türkiye’de bir süredir tartışılan salon meselesiydi. Bir çok yerli filmin yeterli salon bulamamasından şikayet ettiği hatırlatıldığında Ceylan bu durumun işin ticari doğası gereği kaçınılmaz olduğunu ama internetin bu konuda önemli bir çözüm alternatifi sunabileceğine inandığını belirtti.