29.02.2012

Erland Josephson 1923 - 2012


Max Von Sydow ile birlikte İsveç sinemasının en tanınmış simalarından biri olan usta aktör Erland Josephson'ın ölüm haberini bir kaç gün geç aldım. Josephson daha çok Avrupa sinemasında işler yapan ve en çok da Bergman filmlerindeki performanslarıyla hatırlanan bir oyuncu. Hour of The Wolf ( Vargtimmen ), Scenes From A Marriage, Fanny And Alexander gibi filmler aklıma ilk gelenler. Ama sadece Bergman ile değil, Avrupa sinemasının başka büyük ustalarıyla da çalışmıştı Josephson. Örneğin Angelopoulos ( Ulysses' Gaze ), Peter Greenaway ( Prospero's Books ) ve Tarkovski ( Nostalghia, The Sacrifice ), Istvan Szabo ( Hanussen ).

Bu fotoğraf tarihi bir belge niteliğinde. En sağda Liv Ulmann, yanında Ingmar Bergman, önde Erland Josephson ve en sağda da Sven Nyqvist. İsveç sinemasının çekirdek kadrosu adeta.

Şu anda tam hatırlayamıyorum ama 90'lı yıllarda İstanbul Film Festivali'nin konuğu olarak İstanbul'a geldiğinde tanışma fırsatı da bulmuştum kendisiyle. Bir söyleşisinde çok farklı yönetmenlerle çalıştığı hatırlatıldığında şunları anlatmıştı. "Andrei Tarkovski ile Kurban'ı çekiyorduk ve bir sahnede kameranın çok uzaklarda bir yerde olduğunu gördüm. Beni algılayabilmesi için konuşurken elimi kolumu oynattığımı hatırlıyorum. tam o sırada Tarkovski çekimi durdurdu ve megafonla bana doğru seslendi "Erland! Bu bir yakın plan". Bana çok tuhaf gelmişti ama filmlerini izleyince haklı olduğunu anlıyorsunuz tabii. Öte yandan Greenaway ile sürekli çıplak insanların etrafta koşuşturduğu bir film çekiyorduk ve set bana inanılmaz kalabalık ve kaotik gelmişti. Ona böyle bir ortamda nasıl sakin kalabildiğini sordum ve bana "Sakin ol Erland, sadece film çekiyoruz" dedi." Josephson'ın bu anıları yıllardır aklımdan silinmemiştir işte.

Reha Erdem filmleri Mubi'de


Sinema tutkunlarının yakından takip ettiği internet sitelerinden biri olan Mubi'de şu sıralar Reha Erdem filmlerini izlemek mümkün. Yönetmenin 5 filmini ( A Ay, Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne, Beş Vakit ve Hayat Var ) takipçilerine sunan Mubi gayet ucuz sayılabilecek bir ücret talep ediyor bunu için. Bu arada her filmin her ülkede izlenemediği notunu da düşmüşler, haberiniz olsun. Meraklısına kısayol burada.

Günün afişi



Zeki Demirkubuz'un yeni filmi Yeraltı 13 Nisan'da gösterime girecek. Başrolünü Engin Günaydın'ın oynadığı filmin afişini görüyorsunuz yukarıda. Hikayenin Dostoyevski'den esinlendiğini söylememe bile gerek yok herhalde.

28.02.2012

Skyfall için videoblog



Yeni James Bond filmi Skyfall için şimdiden sağlam pr çalışması başlamış durumda. Film Ekim ayında vizyona çıkacak ama izleyiciyi ısıtmak ( ya da bıktırmak, sizin seçiminiz ) için şimdiden internette faaliyet başladı. Yukarıda gördüğünüz de filmin videoblog'unun ilk bölümü. Sam Mendes'in Bond hayranlığını anlattığı video "Amerika'dqa geçirdiğim yıllar Bond filmi için çıraklık dönemimmiş" sözleriyle bitiyor. Ya abartmış, ya da biz kendisini yanlış anlamışız şimdiye kadar.

Günün trailer'ı: Comic-con


Belgesel sinemacı Morgan Spurlock bu sefer özellikle Amerika'da ciddi bir çılgınlık halini alan çizgiroman ve bilim-kurgu fanatizmine çevirmiş kamerasını. Her yıl düzenlenen ve fanatiklerin sevdikleri kahramanların kılığına girerek katıldıkları Comic-con'un belgeselini çeken Spurlock konuya yakınlık duyan ( hatta kendileri de fanatik olan ) bir çok ünlüyle de konuşmuş. Kaçırmamak gerek.

27.02.2012

Oscar'da sürpriz yok


Hem de hiç yok. Hani ilaç olsun diye Meryl Streep'e değil de Viola Davis'e ( ya da Michelle Williams'a ) bile verilmedi ödül. Gerçi adaylar arasında da büyük bir sürpriz olmadığı için, törende de sürpriz beklemek yanlıştı zaten. Uzatmayayım, genel olarak sıkıcı geçen törenin ardından ödül raporu şöyle yazıldı.

En İyi Film: The Artist
En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius ( The Artist )
En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin ( The Artist )
En İyi Kadın Oyuncu: meryl Streep ( The Iron Lady )
En İyi Yard. Erkek Oyuncu: Christopher Plummer ( Beginners )
En İyi Yard. Kadın Oyuncu: Octavia Spencer ( The Help )
En İyi Uyarlama Senaryo: The Descendants
En İyi Özgün Senaryo: Midnight In Paris
Yabancı Dilde En İyi Film: A Separation ( İran )
En İyi Belgesel: Undefeated
En İyi Animasyon: Rango
En İyi Kısa Belgesel: Saving Face
En İyi Kısa Animasyon: The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore
En İyi Kısa Film: The Shore
En İyi Kurgu: The Girl With The Dragon Tattoo
En İyi Kostüm Tasarımı: The Artist
En İyi Görüntü Yönetimi: Hugo
En İyi Sanat Yönetimi: Hugo
En İyi Makyaj: The Iron Lady
En İyi Müzik: The Artist ( Ludovic Bource )
En İyi Şarkı: Man or Muppet - Bret McKenzie ( The Muppets )
En İyi Ses: Hugo
En İyi Ses Miksajı: Hugo
En İyi Görsel Efekt: Hugo

Meraklısı için, devamına tıklarsanız birkaç fotoğraf daha bulabilirsiniz.




24.02.2012

Godard'dan Jefferson Airplane konseri




Olay 1968 yılında Manhattan'da geçiyor. 7 Aralık 1968'de zamanın sıkı rock gruplarından Jefferson Airplane bir binanın çatı katına çıkıp döktürmeye başlar. O esnada bir kaç kamera da kayıttadır ve o kameralardan birini de, filmde de görebileceğiniz şekilde, Jean Luc Godard kullanmaktadır. Mini konser grubun polis tarafından tutuklanıp götürülmesiyle sonuçlanır ama Godard sağolsun tarihe muhteşem bir not düşülmüş olur.

23.02.2012

Peter Greenaway'in yeni projesi



Uzun zamandır gerçekten bu kadar heyecanlandığım bir haber yazmamıştım galiba. Peter Greenaway yeni film projesini açıklamış Daha doğrusu Greenaway'in yapımcı ortağı Kees Kassander yapmış açıklamayı. Kassander'in Screen Daily'ye söylediğine göre Britanyalı sinemacı Thomas Mann'ın klasik eseri Venedik'te Ölüm'ü sinemaya uyarlayacak. Tabii Visconti'nin neredeyse roman kadar ünlü uyarlaması hep akıllarda olduğu için ister istemez bir karşılaştırma yapacak izleyenler. Bu da aslında ciddi bir meydan okuma anlamına geliyor. Öte yandan Peter Greenaway'in sinema anlayışına az çok vakıf biri olarak gerçek bir uyarlama seyredeceğimize inanıyorum. Kariyeri boyunca yeni bir sinema dili yaratma peşinde olan Greenaway yıllarca "sinemayı edebiyatın esaretin kurtarmalıyız" dedikten sonra bir edebiyat uyarlaması yapıyorsa muhakkak farklı bir iş çıkaracaktır ortaya. Diye düşünüyorum. Öte yandan Kassander adı Food For Love olması muhtemel filmin 1989 tarihli The Cook, The Thief, His Wife and Her Lover tarzında bir film olacağını söylemiş. Bu da işin ilginç yanı aslında çünkü benim en sevdiğim Greenaway filmi olmakla beraber en edebi filmidir aynı zamanda The Cook... Bakalım, bekleyip göreceğiz.

Oscar öncesi birkaç söz



Oscar ödüllerinin dağıtılmasına 3-4 gün kaldı topu topu. her yıl, Oscar'ı yayınlayan kanlalla da olan bağım sebebiyle, haftalarım Oscar'la içli dışlı geçiyor. Bu arada hemen bir not, ntvmsnbc.com için hazırladığımız Oscar arı kovanına ( aramızda böyle diyoruz ) bir göz atmanızı tavsiye ederim. Dönelim konumuza. Bu yıl 9 filmin En İyi Film ödülü için arıştığı Oscar ödülleri beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Üstelik daha ödüller dağıtılmadan kurabiliyorum bu cümleyi, artık varın siz hesap edin hayal kırıklığımın büyüklüğünü. Gerçi diyeceksiniz ki "ne bekliyordun?". Haklısınız, Oscar'dan bir şey beklemek salaklık, yine de koca Hollywood'da sizinle yakın bir sinema anlayışına sahip yeterli insan olmadığını görmek insana gelecek için karanlık bir projeksiyon sunuyor, ki sinema söz konusu olduğunda karanlık bir projeksiyondan kötüsü yoktur.


İzleyebildiğim kadarıyla bu yılın adayları arasında ( Hugo ve Extremely Loud hariç tüm filmleri izledim diyebilirim ) beni fena halde heyecanlandıran bir film yok. The Artist fena değil, sürükleyici, sempatik, duygusal vesaire, ama son tahlilde o kadar da zihninizde yer edecek bir film değil. Üstelik biraz düşününce son derece uzlaşmacı bir söylemi var. Hollywood'un ilk yıllarına yazılmış bir aşk mektubu sözde ama tipik bir happy ending'le bittiğinde de "ne yüzeysel bir aşkmış birader" diyorsunuz. Sinema tarihi teknolojik yeniliklerle kapanan devirlerin tarihidir bir anlamda da. Ya bu yeniliklere ayak uydurursunuz, ya da yok olur gidersiniz. Aşk için ölmek belki gereksiz bir romantizmdir bilemem, ama böylesi bir aşk mektubu olarak aklıma Boogie Nights geliyor ki ( pornoyu sanata çevirmek isteyen bir grup sinemacının hikayesidir hatırlarsanız ) çok daha etkileyici ve dürüst bir filmdir bana sorarsanız.


Bir diğer iddialı film olan The Descendants'a gelelim. George Clooney tahminimden iyi bir oyunculuk sergilemiş, hakkını teslim edelim, ama Alexander payne'in yıllardır bir sinema dahisi olarak lanse edilmesine fena halde bozuluyorum doğrusu. Sideways'i de izledim, About Schmidt'i de ve hatta bu ikisinden daha çok sevdiğim Election'ı da. Kötü filmler değiller elbette, her birinin övülesi meziyetleri var, doğrudur. Yine de Payne'in yaratıcı bir sinemacı olarak ortalama bir yönetmen olduğunda ısrar ediyorum. Tam da Akademi'nin ortalama zevkine uygun bir yönetmen. The Descendants'ın uyarlandığı romanı okumadım ( ve çok iyi bir okur olmasam da dünyada çıkan kitapları falan takip ederim ve filmi çekilene kadar romanı da duymamıştım açıkçası ) ama Clonney'nin canlandırdığı baş karakterin geçirdiği değişimin izleyici için pek bir şey ifade etmediğini, son derece beklendik bir çizgide seyrettiğini söyleyebilirim. Her şey beklenmedik olacak diye bir kural yok elbette ama eğer senaryo bu kadar düz ve beklendik bir şekilde akıyorsa en azından sinemasal anlatımınızda bir ustalık olmalı ki o filmi izlediğinize değsin. Ben göremedim şahsen.


Tek tek tüm filmleri yazmak niyetinde değilim, ama kısaca Terrence Malick'in eski filmlerini ( Badlands ve Thin Red Line gibi ) The Tree of Life'tan çok daha fazla sevdiğimi; Moneyball'un, The Help'in ve Midnight in Paris'in iyi ama yeteri kadar iyi olmadıklarını, War Horse'un ise neredeyse sıkıcı denebilecek kadar sıradan olduğunu söyleyebilirim. Oysa örneğin bir A Separation ( Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü favorisi ama En İyi Film de olabilirdi pekala ) bir Margin Call, bir Shame, hatta bir Ides of March ve hatta hatta bir The Debt neden bu adaylar arasında yok, anlayamıyorum. Daha doğrusu çok iyi anlıyorum da, kabullenmek istemiyorum diyelim. Her zamanki gibi belgesel filmler ve yabancı filmler çok daha sağlam, çok daha yenilikçi, çok daha etkileyici.


21.02.2012

Günün Afişi


Belgesel sinemacı Jay Cheel'in henüz çekmediği How To Build A Time Machine adlı yeni filmi için tasarlanan bu afiş Jesse Philips'in imzasını taşıyor. Cheel film için para toplama peşinde her türlü maddi katkıya açık. Yani siz de isterseniz filme bağışta bulunabilir ve yukarıda gördüğünüz afişlerden bir adet edinebilirsiniz. Filmle ilgili daha detaylı bilgiyi aşağıdaki ilginç tanıtım videosunda bulabilirsiniz.


How to Build a Time Machine - Doc Ignite Campaign Video from Jay Cheel on Vimeo.

Banderas'tan Picasso olur mu?


Şüpheli bir cast daha. Antonio Banderas'ın İspanyol sinemasının  usta ismi Carlos Saura'nın yöneteceği 33 Dias ( 33 Gün ) adlı filmde Pablo Picasso'yu canlandıracağı haberini okuduğumda aklıma yukarıda gördüğünüz soru geldi. Banderas'tan Picasso olur mu sahi? Şöyle bir düşünecek olursak daha önce Picasso'yu Anthony Hopkins canlandırmış ve hiç de fena bir performans sergilememişti. Ama o da nihayetinde İngiliz ve Picasso'yu Latin asıllı bir oyuncunun canlandırması kesinlikle daha doğru. Ama o kişi Antonio Banderas mı acaba? Elbette Saura'nın nasıl bir film çekeceği burada çok önemli ama ben Banderas'ın insanda hayranlık uyandıracak bir oyunculuk sergilediği herhangi bir film hatırlamıyorum doğrusu. Benim izlemediğim bir filminde olabilir belki, bilemem. Bu arada Banderas yıllardır kendisine Picasso rolünün teklif edildiğini ama hep reddettiğini ve Malaga'da doğduğu evin Picasso'nun doğduğu yerden 4 sokak uzakta olduğunu söyleyerek heyecanını paylaşmış. 33 Dias ünlü ressamın İspanya İç Savaşı'nın betimleyen başyapıtı Guernica'yı çizdiği dönemi anlatacakmış.

Günün Trailer'ı: Marley


One Day In September ile 2000 yılında En İyi Belgesel dalında Oscar alan Kevin Macdonald'ın yeni belgeseli Marley Nisan ayında gösterime girecek. Bob Marley'in hayatını anlatan film şimdiden izlenecekler listeme girmiş durumda. Festivale gelir mi dersiniz?

20.02.2012

Berlin'den kalanlar


Bir festivale gidemeyip de uzaktan olan bitenlere dair konuşmak/yazmak çok zor geliyor bana ama yine de kısaca bahsetmek gerek. Bu yıl 64. kez düzenlenen Berlin Film Festivali'nde Mike Leigh'nin başkanlığını üstlendiği jüri Altın Ayı ödülünü İtalyan sinemasının usta kardeş yönetmenleri Paolo ve Vittorio Taviani'nin Cesare Deve Morire ( Sezar Ölmeli ) adlı filmine verdi. Macar sinemacı Bence Fliegauf'un yönettiği Csak a Szel  ( Just The Wind ) adlı film Jüri Büyük Ödülü'nü alırken, en iyi yönetmene verilen Gümüş Ayı ödülü Barbara adlı filmiyle Alman sinemacı Christian Petzold'a verildi.


En İyi Kadın Oyuncu ödülünü Rebelle adlı filmle Kongo asıllı genç oyuncu Rachel Mwanza; En İyi Erkek Oyuncu ödülünü En Kongelig Affere ( A Royal Affair )adlı filmdeki oyunuyla Danimarkalı oyuncu Mikkel Boe Folsgaard aldı. En Kongelig Affere En İyi Senaryo ödülünü de alırken, Ursula Meir'in filmi L'Enfant d'En Haut Özel ödüle layık görüldü.


Festivalin farklı bölümlerinde gösterilen iki Türk filmi de ödülle döndü. Reis Çelik'in filmi Lala Gece festivalin Generation bölümünde Kristal Ayı alırken, Emin Alper'in Tepenin Ardı adlı filmi Forum bölümünde Caligari ödülünü aldı. Her iki sinemacıyı da kutlarım.


13.02.2012

Bafta'yı da The Artist kaptı


Farklı bir sonuç beklemek saflık olurdu belki. İşin kötüsü bu kadar da fazla ödül alan bir filmden hızla soğumaya başlayorum. Diderot'nun meşhur sözü geliyor aklıma nedense: "Fikirlerime kimse katılmazsa kendimi kötü hissederim herhalde, ama fikirlerime herkes katılırsa çok daha beter hissederim." Ya da buna benzer bir laf, şimdi tam hatırlayamadım kelimesi kelimesine. Uzatmayayım, The Artist toplam 7 Bafta ödülü aldı: En İyi Film, En İyi Yönetmen ( Michel Hazanavicius ), En İyi Erkek Oyuncu ( Jean Dujardin ), En İyi Özgün Senaryo ( Michel Hazanavicius ), En İyi Görüntü Yönetmeni ( Guillaume Schiffman ), En İyi Müzik ( Ludovic Bource ) ve Kostüm Tasarımı ( Mark Bridges ). En İyi Kadın Oyuncu Ödülü tahmin edileceği üzere Meryl Streep'e ( The Iron Lady ) giderken yardımcı oyuncu dallarında Christopher Plummer ( Beginners ) ve Octavia Spencer ( The Help ) ödüle uzanan isimler oldu. En İyi İngiliz filmi Tinker Tailor Soldier Spy olurken, Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü Pedro Almodovar'ın La Piel Que Habito ( neden A Separation değil bilinmez ), En İyi Belgesel Film Ödülü de Senna'ya verildi. Bu arada Senna'nın En İyi Kurgu dalında da ödül aldığını belirteyim, ki harika bir kurgusu vardı bence.

10.02.2012

Günün Trailer'ı: The Bourne Legacy


Uzun zamandır beklenen The Bourne Legacy nihayet ufukta gözüktü. Matt Damon'dan boşalan yeri Jeremy Renner'ın doldurduğu film bakalım Bourne hayranlarını memnun edecek mi? Bu arada Jeremy Renner'in gereksiz yere kariyerini aksiyon filmlerine yatırdığını ve aslında başka rollere yönelse daha iyi olacağını düşünen sadece ben miyim?

8.02.2012

Yılın oyuncularından sıradışı performanslar


Touch of Evil: Brad Pitt from Bunker Media on Vimeo.


New York Times'ın internet sitesinde yayınlanan bu videolar 2011'in en beğenilen oyuncularıyla çekilen kısa filmler. Filmleri Alex Prager çekti ve her biri için de sinema tarihinin ünlü bir karakterinden esinlendi. Örneğin yukarıda Brad Pitt'i David Lynch'in unutulmaz filmi Eraserhead'deki Henry Spencer'ı canlandırırken görüyorsunuz. Hemen aşağıda da Rooney Mara A Clockwork Orange'ın Alex'ine bürünmüş. Diğerlerini keşfetmek de size kaldı artık. Videoların hepsini izlemek isteyenlere de New York Times'ın sitesine gitmelerini öneriyorum.


Touch of Evil: Rooney Mara from Bunker Media on Vimeo.



Touch of Evil: Adepero Oduye from Bunker Media on Vimeo.



Touch of Evil: Ryan Gosling from Bunker Media on Vimeo.



Touch of Evil: Mia Wasikowska from Bunker Media on Vimeo.



Touch of Evil: Michael Shannon from Bunker Media on Vimeo.



Touch of Evil: Jean Dujardin from Bunker Media on Vimeo.

7.02.2012

Günün Trailer'ı: Martha Marcy May Marlene


Geçen yıl Sundance'de büyük sükse yapan ama Türkiye'de ne zaman vizyona gireceği belli olmayan Martha Marcy May Marlene'i FilmEkimi'nde izleyen izledi, izlemeyen DVD'sini bekleyecek gibi görünüyor. Başrolündeki Elizabeth Olsen'in bir hayli prim yaptığı filmde Winter's Bone ile yıldızı parlayan, bağımsız sinemanın yeni Buscemi'si John Hawkes da oynuyor.

Oscar adayları



Hem de hepsi bir arada. Bu fotoğraf geleneksel Oscar Luncheon'da çekildi. Her yıl tüm Oscar adaylarının davet edildiği bu öğlen yemeği bu yıl 6 Şubat'ta düzenlendi. Ortaya da bu dev fotoğraf çıktı. Fotoğrafın burada çok küçük göründüğünü kabul ediyorum ama eğer üzerine tıklarsanız detaylara vakıf olacağınız kadar büyüyecektir.

6.02.2012

Jay Shaw'dan Güzel İşler



Yukarıda ve aşağıda tasarımcı Jay Shaw'un bazı afiş çalışmaları var. Bu afişler çoğunlukla Mondo'da sergilenip satışa çıkan işler. Iron Jaiden adıyla da bilinen Jay Shaw Denver'da yaşıyor ve 20. yüzyıl ortalarında Polonya ve Çekoslavakya gibi ülkelerde tasarlanmış film afişlerinden özellikle etkilendiğini gizlemiyor. Zaten tarzından da anlamak mümkün bunu. Üstte afişini gördüğünüz Kill List adlı filmi izlemenizi de ayrıca tavsiye ederim. Ben Wheatley'in çektiği film bir aile draması gibi başlayıp insanın içine işleyen bir korku filmine dönüşüyor. En altta da Jay Shaw'un favori Mondo afişi var: Heads of State'in tasarladığı Invasion of the Body Snatchers.





3.02.2012

Günün Afişi



Ken Taylor'ın tasarladığı bu Drive afişi Mondo'da yayınlandı. Meraklısı satın alabilir. Bu arada henüz gösterime çıkmadı ama filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Vizyona çıkınca tabii.

Günün Trailer'ı: Michael



Michael Schleinzer'ın ilk uzun metrajlı filmi 2011'de Cannes'da gösterildi ve bir hayli de ses getirdi. Umalım da buralarda da vizyona çıksın.

2.02.2012

Kevin Spacey'den müthiş taklitler



Biraz da eğlenelim. Birkaç yıl önce Inside the Actors Studio adlı efsanevi programa katılan Kevin Spacey programın yine efsanevi sunucusu James Lipton'ın tuzağına düşüyor ve bir seri taklit yapıyor. Hepsi müthiş ama galiba ben en çok Clint Eastwood taklidine bayıldım.

1.02.2012

Klasik Sahne: Withnail & I



Withnail &I'dan çok söz ettim, bari bir sahnesini koyayım dedim. Yukarıdaki sahne filmin en çok hatırlanan repliklerinden birini de içeriyor: "We want the finest wines avalaible to humanity. We want them here and we want them now!" 1987 tarihli filmi bulmak çok değil ama Criterion'ın güzel bir DVD'si var, Amazon'dan edinebilirsiniz. Bu arada filmin afişinin de Ralph Steadman imzalı olduğunu söylemem gerek. Hunter S. Thompson ile bir ortak nokta daha yani.

Kritik: The Rum Diary


Hunter S. Thompson'ın otobiyografik özellikler taşıyan romanından sinemaya uyarlanan The Rum Diary ( vizyona nedense Tutku Günlükleri olarak girdi ) kağıt üzerinde çok şeyler vaat eden bir film aslında. Bir kere Hunter S. Thompson 20. yüzyılın en etkili seslerinden biri. Literatüre "gonzo" gazetecilik olarak geçen muhabirlik tarzını yaratan Thompson bir yandan da post-beat yazarların önde gelen isimlerinden. Onun Rolling Stone, Scanlan Monthly gibi dergilerle, çeşitli günlük gazeteler için yazdığı yazılar has edebiyat değeri taşıyor. İlk gençlik yıllarında yazdığı ve uzun yıllar kayıp sayılan romanı The Rum Diary ise 1998'de basıldı. Porto Riko'nun başkenti San Juan'da basılan küçük bir gazetede çalışmak üzere San Juan'a gelen Paul Kemp adlı Amerikalı bir gazetecinin başından geçenleri anlatan romanın filmini ise yine ilginç bir karakter olan Bruce Robinson çekti. Robinson 1980'li yıllarda İngiliz sinemasının en kült olmuş filmlerinden biri olan Withnail & I'a imza atmıştı. Richard E. Grant ve Paul McGann'in başrollerini paylaştığı Withnail & I işleri güçleri ot içip kafayı bulmak olan iki işsiz aktörün maceralarını anlatıyordu. Dediğim gibi, kağıt üzerinde harika bir buluşma gibi duruyor Robinson ve Thompson. Gerçi Robinson'ın kariyerinde topu topu 4 film çektiğini ve en sonuncusunun da 1992 tarihli Jennifer 8 olduğunu düşünürsek aklımızda bazı soru işaretlerinin, tedirgin şüphelerin doğması normal ama yine de... Filmi kağıt üstünde sağlam bir iş gibi gösteren üçüncü isimse elbette Thompson'ın yakın arkadaşı, Hollywood'un en garanti gişe yıldızlarından Johnny Depp. Daha önce de Hunter S. Thompson'ı canlandıran ( Fear and Loathing in Las Vegas'ı hatırlayınız ) Depp'in bir kez daha Thompson karakterine büründüğünü duyunca güzel bir film izleyeceğime dair inancım bir kere daha tazelenmişti doğrusu.  Ama öyle olmadı ne yazık ki.



Filmi izlediğimde aklıma gelen ilk cümle "Hunter S. Thompson'a haksızlık etmişler" oldu. Kitabı da çok uzak olmayan bir geçmişte okuduğum için bu düşüncemde haklı olduğuma inanıyorum. Herşeyden önce filmde Thompson'ı sesi alabildiğine kısık çıkıyor. Yazıda müthiş bir etki yaratan Thompson tarzı filme neredeyse hiç aktarılamamış. Elbette bu noktada Bruce Robinson'ı sorumlu tutuyorum. Robinson ne yazık ki yıllar önce Terry Gilliam'ın yaptığını yapamamış ( onunki çok iyi bir çözümdü bana sorarsanız ) ve Thompson'ın hikayesini sıradan bir anlatıya çevirmiş. Ondan beklenen herhalde yeni nesil için bir Withnail & I çekmesiydi ama anlaşılan Robinson o sihri kaybetmiş çoktandır. Aslına bakarsanız Johnny Depp'in de ne kadar doğru bir tercih olduğunu tartışmak lazım. Bence değil çünkü. Fiziki benzerlikten söz etmiyorum ( ki benzemiyorlar ama önemi yok ) burada, daha çok karakterin ruhunu anlayıp yeniden yaratabilmek konusunda benim tereddütlerim. Johnny Depp çok sevdiği ve ahbaplık da ettiği Thompson'ı tanıyor elbette ama oyunculuk yeteneklerinin hala kısıtlı olduğunu ve böylesi karakterlerden ziyade Tim Burton'ın daha plastik tiplerini ( ya da Kaptan Jack Sparrow gibi karikatürün sınırlarında gezinen tipleri ) canlandırmada daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Oysa Thompson böyle bir karakter değil ve bu şekilde oynayarak onu yeterince güçlü bir şekilde var edemezsiniz. Yeri gelmişken söyleyeyim, Johnny Depp'in oyunculuğunun dramatik aktörlük anlamında geldiği en iyi nokta Public Enemies filmidir ve burada da Michael Mann'a hakkını teslim etmek gerekir. konumuza geri dönecek olursak, Thompson dışında ( ne de olsa o yıllar önce romanı yazıp aramızdan ayrıldı ) avantaj olarak adını saydığım kişilerin hiçbiri beklenen etkiyi yaratamadığı için zayıf, sıradan, ruhsuz bir film çıkmış ortaya. Çok Hollywood, çok cilalı, çok da yanlış bir yol. Thompson adına söylüyorum elbette. ** 1/2



Günün Afişi


Shame'in bu afişini Tunç Şahin twitter'da paylaşmış. Macaristan'da bu afişle gösterime çıkıyor film. Ben çok beğendim doğrusu.