31.01.2012

İntikam Haftası


Red White & Blue 18 Trailer from Trinity film on Vimeo.


Farkettim ki geçtiğimiz hafta izlediğim filmlerin büyük bir kısmı ya doğrudan, ya da dolaylı olarak intikam temasını işliyor. Bu filmlerin ilki Türkiye'de gösterilmeyen ama gösterildiği yerlerde ilgi ve övgü alan Red, White and Blue adlı yapımdı. 2006 tarihli filmi The Living and the Dead ile sinema çevrelerinde bir hayli ses getiren İngiliz sinemacı Simon Rumley'nin ABD'de çektiği ilk film Red, White and Blue. Film her gece farklı bir erkekle yatan ve kendi deyişiyle "bir yattığı erkekle bir daha yatmayan" Erica'nın hikayesini anlatıyor. Erica kaldığı pansiyonda yaşayan kendisinden yaşça büyük ve Irka'tan emekli tuhaf karakter Nate ile tanışınca hikayenin gidişatı da değişir ve genç kız belki de ilk defa hayatında birisine değer vermeye başlar. Ne var ki bu yeni ve tam da tarifi mümküğn olmayan mutluluk çok uzun sürmeyecek Erica'nın HIV taşıyıcısı olduğu anlaşılacaktır. Yakın geşmişte yattığı gençlerden biri onun kendisine HIV bulaştırdığını anlayınca durum çirkinleşecek ve nihayetinde Erica'nın öldürüleceği karanlık bir süreç başlayacaktır. Ardındansa Nate'in intikamı başlar. Variety'nin "Larry Clarke'ın çekmeye başladığı, Wes Craven'ın bitirdiği film" olarak nitelediği Red, White and Blue aslında bir değil iki intikam öyküsü anlatıyor. Hatta belki de üç. Açıklamaya çalışayım. Asıl ve çok bariz intikam tabii ki Nate'in Erica'nın katillerinden aldığı intikam. Bu son derece grafik bir şiddetin hakim olduğu ve bilinçli bir intikam hikayesi. Diğer intikam hikayesi ise kendisine HIV bulaştıran kızdan intikam almak isteyen ama tam da o sırada annesi ölmese belki de bu intikamdan vazgeçebilecek ( en azından kızı öldürmeyecek ) olan Franki'nin hikayesi. Bir öfke anında öldürücü darbeyi ( ya da darbeleri ) vuran Franki büyük bir ihtimalle yaptığından pişman ama iş işten geçmiştir artık. Buna karşılık Nate asla pişmanlık göstermiyor ve yaptığının adaleti yerine getirmek olduğunu düşünüyor. Gelelim filmdeki olası üçüncü intikam hikayesine. Franki'nin HIV olduğunu anladıktan sonra yüzleştiği Erica'nın anlattıklarından öğreniyoruz ki, önüne gelenle yatan Erica 4 yaşında öz babasının tecavüzüne maruz kalmıştır. Yani onun aslında HIV olduğunu biliyor olması ve başına gelen türlü felaketin intikamını almak için virüsü yaydığı ihtimali hiç de göz ardı edilecek gibi değil. Bu da aslında filmin endi içindeki bölünmüş yapısını açıklıyor sanki. İlk bölümde Erica'nın merkezde olduğu bir film izlerken, ortada Franki'nin merkeze yerleştiğini görüyoruz. Son bölümdeyse hikayeyi neredeyse bir korku filmine çeviren Nate'in hakimiyeti başlıyor. Zaten bu bölümde artık Erica yok bile. Sadece parçalara ayrılmış, torbalara tıkılmış cansız bedeni var. Film her ne kadar intikamı adalet çerçevesinde ele alsa da izleyici bu tür filmlerde sıklıkla karşılaştığı rahatlama hissinden mahrum kalıyor. Katharsis yok ve bu da filmin en önemli artısı benim gözümde. Gerçek hayattta Nate belki de bir kahraman olarak karşılanacak toplumda, Erica'ya yapılanlar o denli korkunç çünkü. Ama filmde Nate'in yaptıkları çok daha çarpıcı bir kötülük olarak sunuluyor ve intikamın adaletle örtüşüp örtüşmediği ( ki bence örtüşmüyor ) meselesi ciddi biçimde sorgulanıyor. Bu arada şunu da belirtmem lazım, Nate rolünde Noah Taylor gerçekten insanın içini ürpertecek bir performans sergiliyor. Sonuç olarak izleyenin aklında kalan, ruhunda gölgeler bırakan bir film Red, White and Blue.



Bu yıl !F İstanbul'da son filmi Take Shelter gösterilecek olan Jeff Nichols'ın bir önceki filmi Shotgun Stories belki bir intikam filmi olarak nitelenmesi zor ama içinde kesinlikle intikam teması da işlenen bir yapım. Başrolünü -tıpkı Take Shelter'da olduğu gibi- Michael Shannon'ın üstlendiği Shotgun Stories karakterlerine alabildiğine mesafeli duran ama anlattığı hikayenin dramatik vurgu noktalarını kaçırmayan bir film. Son dönemin en yetenekli Amerikalı aktörlerinden biri olan Shannon'ın varlığıyla bir kat daha güçlenen film aynı babanın iki farklı kadından olan oğulları arasında çıkan ve neredeyse kan davasına dönüşen bir anlaşmazlığı konu alıyor. Shannon'ın canlandırdığı Son Hayes ve kardeşleri ( Boy ve Kid ) davetli olmadıkları halde babalarının cenazesine giderler ve diğer ailesinin gözü önünde tabutuna tükürürler ( yukarıdaki sahne ). Hiç görmediğimiz adam belli ki geçmişte onlara çok kötü şeyler yaşatmıştır. İşin ilginç yanı ( ki bu aslında film için bir artı puan ) izleyici babanın onlara ne yaptığını hiç bir zaman öğrenmez. Ne birisi anlatır, ne de flash-back ile olaylar anımsanır. Belki biz de o korkunç şeyleri yaşasak ( en azından biraz olsun görsek ) olan bitene hak vermemiz, kendimizi bir "taraf"tan hissetmemiz çok kolaylaşacaktır. Ama Nichols'ın derdi bu değil ve bu anlamda kolaycılığa kaçmaması da takdire şayan. Tabii bu da izleyicinin filme girmesini alabildiğine zorlaştırıyor. Zaten anlatımı son derece soğuk, bir de hikayenin bazı noktaları boş bırakılınca duygusal bir bağ kurmak neredeyse imkansız hale geliyor. Shotgun Stories intikam temasını merkeze alan bir film değil ama iki ailenin gitgide yükselen öfkesi ve her seferinde bir önceki eylemin intikamı gibi gelişen kavgaları ( ki insanlar ölüyor bu süreçte ) bende filmi diğerleriyle aynı çatı altına alma dürtüsünü doğurdu. Olayların duygusal olmasa da izleyicide psikolojik bir boğulma hissine sebep olmasıysa galiba bu yazıda ele alacağım tüm filmlerde farklı derecelerde de olsa ortak olan bir başka özellik.



Kimilerince geçen yılın en iyi filmlerinden biri olan I Saw The Devil bu hafta izlediğim ve intikam temasını işleyen bir başka yapım. Bu sefer kesinlikle filmin merkezinde intikam var ama elbette farklı bir bakış açısıyla ele alınmış. Güney Kore yapımı filmin adı ilk ipucunu veriyor zaten. I Saw The Devil, yani Şeytanı Gördüm adı filmin aslında "kötülük" kavramı üzerinde şekillendiğini gösteriyor bize. Bu da galiba intikam ediminin hiçbir işe yaramayacağı tek kavram. Saf kötülük, yani pişmanlıkla işi olmayan bir kötülük intikamdan etkilenmez. İşin kötüsü intikam alanı da kendisine benzetir, yani dönüştürür. Güney Koreli yönetmen Kim Ji-woon'un filmi o kadar çarpıcı bir şekilde işliyor ki intikam meselesini üzerine felsefi bir makale yazılabilir hissi doğuyor insanda. Filmin henüz başlarında vahşice öldürülen genç bir kızın gizli ajan olan sevgilisi Soo-hyun'un başlattığı insan avı onu yıllardır cinayetler işleyen ama izi bir türlü bulunamayan Kyung-chul'un kapısına götürür. Aklında onu öldürme düşüncesi vardır belki ama alacağı intikam daha çok ona eziyet etme, öldürdüğü sevgilisine yaşattığı acıların çok daha fazlasını ona yaşatma şekline dönüşür ( ya da en başından beri bu vardır aklında, buna emin olamıyoruz ). Gerçekten de ona yutturduğu bir çip sayesinde her adımını takip etmeye başlayacak ve çeşitli zamanlarda ona işkence etmeye devam edecektir. Bir başka intikam hikayesi olan Oldboy'dan tanıdığımız Choi Min-sik'in mükemmel bir şekilde canlandırdığı Kyung-chulbaşına gelenleri tam olarak kavradığında kontrolü ele geçirir ve bu sefer roller değişiverir. Bizler, yani izleyiciler de gerçek bir intikamın asla varolmayacağını bu andan itibaren kavramaya başlarız. Kötülüğün kurallarıyla oynamaya başlarsanız şiddetin ve şiddet yoluyla almaya çalıştığınız intikamın aslında kötülükten başka bir şey olmadığı gerçeğiyle karşı karşı kalırsınız. Siz şeytanı adam edemezsiniz, o sizi köleleştirir. Çok mu karamsar bir film peki I Saw The Devil? Belki, ama birazdan ele alacağımız Sympathy For Mr. Vengeance kadar değil. Bu arada filmin ışığının, renklerinin ve uzun sayılabilecek süresine rağmen temposunun çok iyi olduğunu söylemeliyim. Neden yılın en iyilerinden biri olduğunu anlamak zor değil yani.



Ama önce Martyrs var. Fransız korku filmi Martyrs bir intikam filmi mi acaba? Bence değil. Ama son derece çarpıcı bir sahneyle başlıyor ( ilk sahnesi değil gerçi ama, ilk sahnelerinden biri ) ve bunun bir intikam eylemi olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Genç bir kadın kendisine çocukluğunda türlü işkenceler etmiş bir ailenin tüm fertlerini öldürüyor ve buradan itibaren de neredeyse hiç bitmeyen ve şiddetin alabildiğine izleyicinin gözüne sokulduğu bir kabus başlıyor. Yukarıda da izleme fırsatı bulabileceğiniz ilk sahne önce mutlu ( ya da daha doğrusu sıradan ) bir aile tablosu çizerken gerçekte bambaşka sırların var olduğu bir dünyaya çekiyor izleyiciyi. Fransızcası olmayanlar için baştaki konuşmaların çok manası olmadığını hemen söyleyeyim. Kaspı çalıp da herşey başkalaştıktan sonraysa elinde tüfekle dehşet yaratan Lucie mutfakta bir sandalyeye oturttuğu çocuğa önce yaşını soruyor ve ardından ekliyor: "Anne babanın neler yaptığını biliyor musun?" Bu soruya biz de hayır yanıtını veriyoruz ama birazdan öğreneceğimizi de biliyoruz. Martyrs konusunu çok uzatmak istemiyorum zira intikam teması bu sahneden sonra gitgide silikleşiyor ve işler çok daha mistik bir hal alıyor. İnsan ruhu ve psikolojisi üzerine bir çeşitleme olarak ilerleyen film burada ele aldığım yapımlar içinde şiddeti en sert kullanan film hiç şüphesiz. Bitse de kurtulsak hissi izleyicinin sık sık kapıldığı bir his oluyor ki, bu da aslında filmin bütünü içinde çok anlamlı. İşkencenin insanı hayattan vezgeçme noktasına sürüklemesi filmin sonlarında anlayacağımız bir şeyle örtüşüyor. İzleyince anlayacaksınız.



Gelelim Park Chan-wook'un "intikam üçlemesi" olarak bilinen serisinin ilk halkası olan Sympahty For Mr. Vengeance'a. Oldboy ve Sympathy For Lady Vengeance ile devam eden üçlemenin bu ilk filminde Park Chan-wook bir yandan ablasına böbrek nakli yaptırabilmek için didinen sağır ve dilsiz bir gencin hikayesini anlatıyor, bir yandan da bu ameliyat için para bulabilmek uğruna kaçırdıkları ve istemeden ölümüne sebep oldukları küçük kızın babasının intikam hikayesini. Sağır dilsiz Ryu'nun kendi böbreğini ve parasını kaptırdığı organ mafyasından aldığı intikamı da gösteren film içerdiği şiddet dozuna rağmen karakterlerin psikolojik dünyalarıyla, yukarıdaki diğer filmlere nazaran, daha fazla ilgili. Şuna şüphe yok ki Park Chan-wook günümüz sinemasında intikam meselesine en çok kafa yoranlardan biri, belki de birincisi. O yüzden bu filmin diğerlerinden daha zor bir film olduğunu da kabul etmek lazım. İntikamın yanı sıra suç nedir, suçluluk nedir, suçlu kimdir, gibi soruları da beraberinde getiriyor Sympathy For Mr. Vengeance. Filmin adından da gelen bir sempati/empati konusu da var ki, işte izleyiciyi en çok da bu noktada ayazda bırakıyor Park Chan-wook. Çok katmanlı, çok oylumlu bir film var karşımızda ve meseleye tek bir açıdan, tek bir pencereden bakmak zorlaşıyor. Bir sonuca ya da karara varamıyorsunuz. En azından benim açımdan böyle oldu. Diğer tüm filmlerde hangi noktalarda kısılıp kaldığımı, hangi noktalarda çıkış yolu bulduğumu anladım, burada emin olamadım. Oldboy'u daha önce izlemiş ve açıkçası filmden daha net bir ruh haliyle ayrılmıştım ama burada aynı şey olmadı. Kafamı en çok meşgul eden, aklımı en çok kurcalayan film bu oldu. Belki üçlemenin son filmi Sympathy For Lady Vengeance'ı izlediğimde daha bütünlüklü bir noktaya ulaşacağım ama bunu söylemek için de erken.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder