31.05.2011
Michael Mann hangi filmi çekecek?
26.05.2011
Güzel İşler
Günün Afişi
Günün Trailer'ı The Descendants
Alexander Payne'in yeni filmi The Descendants Aralık ayında vizyona çıkacak. Daha önceki filmlerinden Sideways'i seven, About Schmidt'e çok bayılmayan biri olarak bu yeni filme şüpheyle yaklaşıyor ama merakla bekliyorum. Başrolde George Clooney var. Trailer ortada, bakın, merak edin.
Kıyamet'in koptuğu sahne
Oscar'da elektronik oylama
25.05.2011
Bir Zamanlar Cannes'da
20 Mayıs Cuma, saat 12.30
Nice Havalimanından çıkıp, yanımıza bir de ilk kez Cannes'a gelen Erman Ata Uncu'yu alıp taksiyle Cannes'a doğru yola koyuluyoruz. En büyük derdimiz Bir Zamanlar Anadolu'da'nın saat 10'daki basın gösterimini kaçırmış olmamız ( çünkü herkes bilir ki, NBC filmi izlememiş gazetecilerle söyleşi yapmaz ) ama Erman sağolsun basın gösteriminin saatinin değiştiğini ve akşam 19.30'da filmi izleyebileceğimiz söylüyor. Moraller yeniden yüksek, artık Cannes'a hazırız. Hatta içimizden "seni yeneceğim ulan Cannes" diyenler bile olabilir, bilemiyorum.
Erman'ı oteline bırakıyor ve merkeze çok daha yakın olan kendi otelimize geçiyoruz. Odalar küçücük ( içerde sağdan sola dönmek bile eziyet bazı noktalarda, hatta Gökhan'ın kapısı yatağa dayandığı için tam açılmıyor ) ama olsun, zaten sadece uyumaya geleceğiz otele, gamsızız. Hemen eşyaları bırakıp Festival Sarayı'na doğru yola çıkıyoruz. Amaç, bir an önce "Badge"leri almak ve RTL ekibiyle buluşup canlı yayın için hazırlıklara girişmek.
Aç Parantez - Badge
Badge dediğimiz şey Cannes Film Festivali'nde nefes almak için şart olan yaka kartları aslında. Festival için kasabada bulunan herkesin ( turistler hariç elbette ) bir badge'ı var. Bu badge'ler renk renk ve her rengin de bir kapasitesi var. Örneğin yukarıda gördüğünüz pembe basın badge'i hemen hemen ortalama tüm basın mensuplarına verilen bir badge ve bu badge ile tüm basın gösterimlerine girmeniz mümkün. Ama örneğin bir efsane beyaz badge var ki, o renge sahip basın mensupları salona ilk alınanlar oluyor ve en iyi yerleri de onlar kapıyor. Beyazın ardından noktalı pembe dedikleri üzerinde içi dolu sarı bir dairenin bulunduğu badgeler geliyor. Ardından mavi ve sarı badgeler geliyor ki, eğer gösterim küçük bir salonda yapılıyorsa onlara yer kalması pek olası değil maalesef. Tabii sadece basının değil, yapımcıların, film ekibinin, markette film satmak ya da film almak üzere gezinen sektör üyelerinin, yani kısacası hemen herkesin bir badge'ı var ve festival sarayının etrafındaki onlarca güvenlik nıoktasının her birinde durup bu badge'ınızı göstermeniz gerekiyor. Yoksa turistten farkınız yok demektir. Son olarak şunu da belirteyim, galalara katılmak badge ile falan da olmuyor ona ancak özel davetiyelerle girebiliyorsunuz.
20 Mayıs Cuma, 14.00
Badge'lerimiz göğsümüzde, çantalarımız omzumuzda ( Gökhan'ınki kamera gerçi ) kendimizi çok sıcak olduğunu yeni yeni anladığımız Cannes sokaklarına atıyoruz. Yine de önce bir Türk standına uğrayalım, Ahmet Boyacıoğlu'na merhaba diyelim düşüncesiyle yandan çark edip Village International'e ( Uluslararası Köy ) geçiyoruz. Bu yılki standın geçen yıllara oranla daha küçük olduğunu tespit ediyoruz ama Boyacıoğlu ve ekibinin sıcaklığı, misafirperverliği baki. Türk standı Bir Zamanlar Anadolu'da ekibinin basınla ve diğer konuklarla bir araya geldiği ana mekan. Zaten kısa bir süre sonra ortam kalabalıklaşıyor, dostlarla muhabbetler başlıyor, biralar, rakılar içilmeye başlanıyor. Keyifliyiz doğrusu, ama gözlerimiz de saatte bir yandan, ne de olsa canlı yayınımız var.
Yukarıda da bahsettiğim badge meselesi yüzünden ayrı düşsek de ( benim pembe, Yeka'nınsa nedense mavi badge'ı var ) Debussy salonunda yerimizi alıyor ve salonun kararmasını bekliyoruz. Gökhan'ın ne yazık ki yeşil renkli bir badge'ı var ve basın gösterimine girmesine imkan yok. Büyük salonda ( parter ve balkon rahat 1000 kişilik bir salondan söz ediyorum ) tek tük boş koltuk kalıyor ve ben parterde, Yekta balkonda, farklı köşelerde filmi izlemeye başlıyoruz. Yaklaşık 2,5 saat yalnız kalacağım ve uyku saatleri dışında ilk kez bu yalnızlığı yaşayacağım, ki bu da fena bir şey olmasa gerek. Tüm bunları geçirirken kafamdan, ışıklar sönüyor ve film başlıyor. İzleyenlerin aklında Anadolu'nun bozkırlarında ilerleyen üç arabanın görüntüsü daha baskın kalacaktır muhakkak ama aslında kirli bir camın ardındaki üç adamın ne dediklerini anlamadığımız sohbetiyle başlıyor Bir Zamanlar Anadolu'da.
20 Mayıs Cuma, saat 22.15
Festival sarayının merdivenlerinden inerken kafamız allak bullak. Çok güçlü bir film izlediğimizin farkındayız ve kendimize gelememiz bir hayli uzun sürecek, biliyoruz. Gökhan'la da buluşup Le Petit Lardon'da yemeğe oturuyoruz ve her birimiz farklı bir tabak ısmarladıktan sonra şarap eşliğinde Nuri Bilge Ceylan'ın dünyasına dalıyoruz. Daha doğrusu, çıkamadığımız dünyasında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Gökhan biraz yabancı kalsa da ( hatırlayınız, filmi izlemedi henüz ) NBC'nin sinemasını yakından tanıdığı için sohbete hemen katılıyor ve yaklaşık bir saat boyunca hiç ara vermeden filmi konuşuyoruz. Yekta da, ben de çok beğenmişiz, hatta çok etkilenmişiz. Tüm oyuncular ayrı ayrı dahil oluyor sohbete, ayrı ayrı tartışılıyor tarafımızdan. Kafamız o kadar dağılmış ki, bir ara Yekta'yı arayan Zeynep Özbatur'a nezaketen olsun bir "elinize sağlık" demeyi akıl edemiyoruz. Gece akıp gidiyor üstümüzden.
"Ne zaman başlıyoruz, ben sizi bekliyorum" diyor Nuri Bilge Ceylan. Biz de aslında onu bekliyoruz ama neyse ki her şeyi çoktan hazırlamışız. Türk standının arkasındaki sahile yerleştirdiğimiz iki puftan biri NBC, diğeri Yekta için. Yerlerini alıyorlar ve 20 dakikalık söyleşimiz başlıyor. İlginç şeyler söylüyor Nuri Bilge Ceylan, bir yandan eline aldığı çakıl taşıyla oynarken. "Sinemaya yabancılaşıyorum" diyor örneğin, "Cannes'a gelmeyi sevmiyorum ama bu işi yapıyorsanız mecbur kalıyorsunuz bir yerde" diyor sonra. Zor şeyler söylüyor vesselam ama çok da güzel bir söyleşi çıkıyor ortaya ( izlemek isteyenler buraya tıklayabilir ). Söyleşi sonunda cesaretimi toplayıp, Yekta'nın gıpta eden bakışları altında, yeni aldığım Moleskin film defterimin ilk sayfasını imzalaması için ona uzatıyorum. Kırmıyor beni ve hatta "bir de sevgiyle yazayım" diyerek imzasını basıveriyor.
Söyleşinin ardından bir süre daha Türk standında takılıp Le Monde, Variety ve Sight and Sound gibi yayınlarda çıkan eleştirileri tartışıyoruz. Özellikle Le Monde'da inanılmaz büyük övgüler var. Okuduğumuz her yorum filmin "muhteşem", "büyük", "olağanüstü" olduğunu pekiştiriyor ve moraller giderek yükseliyor. Benim kişisel tahminim Robert De Niro'nun bir şekilde Altın Palmiye'yi Terrence Malick'e vereceği ama BZA için de özel bir ödül oluşturlacağı yönünde. Herkeste bir matematik var artık. Kimis Lars Von Trier'nin yarışdışı kaldığını düşünüyor ( ki haksız değiller ) ama Melancholia'nın oyuncularının şanslı olduğunu kabul ediyor. Sean Penn, Jean Dujardin, Tilda Swinton ve Kirsten Dunst isimleri sık sık telaffuz edilirken "acaba BZA için de bir oyuncu ödülü gelmez mi?" sorusu akılları meşgul ediyor. Bense, ödül alan bir filmin başka bir ödül almayacağı kuralından hareketle ( son yıllarda yazılı olmayan böyle bir kural var gerçekten de ) BZA'ya bir oyuncu ödülü vermeyeceklerini, daha büyük bir ödül düşüneceklerini ileri sürüyorum. Çeşitli köşelerde dönen bu sohbet bir süre sonra akşamın heyecanına bırakıyor yerini. Gala için dakika saymaya başlıyor herkes.
Majestic Otel. Festival Sarayı'na en yakın otellerden biri burası. Altın Palmiye için yarışan ekiplerin büyük kısmı burada kalıyor. Hatta kapıda sigara tüttürürken anlıyoruz ki, açılış ve kapanış töreninin sunucusu Melanie Laurent da burada kalıyor. Ekipteki tüm erkeklerin şık smokinler ( NBC hariç elbette, o yine takım elbise ve kravatla gelmiş ), tüm kadınların ise göz alıcı gece elbiseleriyle hazır bulunduğu Majestic'te sevgili Kerem Ayan'ın yönlendirmesiyle patlatılan şampanyalar elden ele gezerken biz ufak ufak dışarı çıkıyoruz ve kendimizi Festival Sarayı'nın içine doğru akan kalabalığın içinde buluyoruz. Gece aslında yeni başlıyor.
22 Mayıs Pazar, saat 12.00
Yekta'ya dönüyorum ve kısık bir sesle "arayan var mıymış?" diye soruyorum. "Bilmiyorum, aramadım artık Zeynep'i" diye yanıtlıyor beni. Haklı. Aranmaz. Ya telefon gelmediyse? Mesele şu; bu yıl ödül alan filmlerin basın temsilcileri festival yönetimi tarafından aranacak ve törene katılmalarının şart olduğu söylenecek. Hangi ödülün geleceğini söylemeyecekler ama filmin bir ödül kazandığı kesinleşmiş olacak. Bu telefon da saat 12 civarında gelecek. O yüzden 12'den itibaren herkeste inanılmaz bir gerginlik başlıyor. Saat 1'e doğru film ekibi de Türk standına geliyor ve gerilim iyiden iyiye yayılıyor. İşin üzücü yanı bizim az sonra yola çıkacak olmamız ve bırakın ödül törenini, gelecek o telefonun heyecanını bile yaşamayacak oluşumuz. Nitekim gelmeyen telefonun gölgesinde herkesle vedalaşıyor ve son yemeğimizi yemek üzere La Libera'ya gidiyoruz. Burası bizim favori mekanlarımızdan ve her geldiğimizde en az bir kez gittiğimiz bir lokanta. Yemeğin ardından otele doğru giderken Zeynep arıyor ve bekledikleri telefonun geldiğini söylüyor. Yekta'nın konuşmasından ağlamaya başladığını anlıyorum. Sadece o da değil üstelik, Türk standında herkes gözyaşlarına boğulmuş ve biz orada değiliz. Lanet okuya okuya önceden ayırttığımız taksiye binip Nice havalimanına gidiyoruz, aklımız Cannes'da kalarak.
23 Mayıs Pazartesi, saat 06.00
"Ne garip bir gündü" diye düşünüyorum, Münih Havalimanının 10-15 kilometre ötesindeki Sheraton Oteli'ndeki odam uyanmaya çalışırken. Bir Zamanlar Anadolu'da Cannes'da alınabilecek en önemli 2. ödülü aldı ve biz bunu telefonla öğrenebildik ancak. Üstelik Lufthansa hava muhalefeti yüzünden bizi Münih aktarmasına yetiştiremedi ve geceyi Almanya'da geçirmek zorunda kaldık. Şİmdi yeniden uçağa binip İstanbul'a döneceğiz ve muhtemelen hiç dinlenemeden acayip bir temponun içine düşeceğiz. Bir yanıyla müthiş bir rüya, bir yanıyla ciddi bir kabus gibi. Ödüle sevinirken, o heyecanı anında ve yerinde yaşayamamış, daha da beteri haberleştirememiş oluşumuza üzülüyoruz. Üstelik ne uğruna? Ne uğruna? Yaklaşık 24 saat süren bir yolculuğun ardından İstanbul'a ulaştığımızda bile bu sorunun cevabı gelmiyor aklıma.
Yekta'ya ve Gökhan'a ithaf olunur.
19.05.2011
Cannes çalkalanıyor
18.05.2011
Lars Von Trier yine herkesi şok etti
Broadway'de bir rüya takım
17.05.2011
Cannes Dedikoduları
16.05.2011
Kısa Kısa
Daha önce Number 9 Films'in How To Lose Friends & Alienate People, Sounds Like Teen Spirit ve Made in Dagenham gibi filmlerde yapımcı Stephen Wooley'nin asistanlığını yapan Joanna Laurie'nin yapımcılığını üstleneceği; Tony adlı filmiyle buralarda çok tanınmasa da İngiltere'de az çok ses getiren Gerard Johnson'ın ( yukarıdaki ) yöneteceği Hyena adlı bir film yakında motor diyecek. Normalde bu kadar önemsiz bir haberi size aktarmazdım belki ama Jean-Pierre Melville'in kara filmlerinden esinlenen polisiye filmde Londra'nın batısındaki Türk ve Arnavutluk mültecilerinin yaşadıkları konu ediliyor ve bu da nereden bakarsanız bakın bizim için merak uyandırıcı.
Julien Temple müzik belgesellerine devam ediyor. Daha önce, 2000 - 2010 arası The Filth and the Fury, Joe Strummer: The Future Is Unwritten ve Oil City Confidential ile punk üzerine çektiği filmlerle ses getiren Temple şimdi de kentler ve müzikleri üzerine bir seri belgesel çekecek. İlk film Rio üzerine ve adı da Children of the Revolution. Ardından Londra üzerine çekeceği This Is London gelecek ve sonrasında da adı henüz belli olmayan ama Tijuana'yı ele alacağı filme başlayacak. 1970'li yıllarda yakın arkadaş olduğu Sex Pistols grubuyla beraber gittiği Rio'yu unutamadığını söyleyen Temple projeyle ilgili heyecanlı görünüyor. Temple bir sonraki filmi, This Is LOndon'ı ise tam da Londra Olimpiyatları sırasında çekecek.
Gerçi birçok yerde çıktı ama ben de değinmeden geçmek istemiyorum. Şu sıralar Cannes'da bulunan Martin Scorsese ve Lars Von Trier birlikte bir film çekecek. Von Trier daha önce kendisi gibi Danimarlakı bir sinemacı olan Jorgen Leth ile birlikte çektiği Five Obstructions adlı filmi bu kez Scorsese ile birlikte çekecek. Hatırlanacağı gibi ilk film Jorgen Leth'in The Perfect Human adlı bir kısa filmini yeniden, hem de 5 kez çekmesini anlatıyordu. Yeni filmde Von Trier'nin Scorsese'ye hangi filmi ödev olarak vereceği ise henüz belli değil.
Neil Jordan'dan vampir filmi
Günün Afişi
12.05.2011
Cannes dedikoduları
11.05.2011
Kısa Kısa
Heyecan dorukta!
10.05.2011
Günün Afişi
Kısa Kısa
Paul Thomas Anderson'ın merakla beklenen dini dramasıyle ilgili yeni bir gelişme var. Uzun zamandır ortalıkta olan proje daha önceleri Scientology tarikatının kurucusu L. Ron Hubbard'ın hayatını anlatacak deniliyordu ama sonradan The Master adıyla benzer bir konuyu işleyeceği açıklanmıştı. Nitekim, son adı belli olmasa da, başrolündeki Philip Seymour Hoffman'ın 2. Dünya Savaşı'ndan döndükten sonra kendine özgü bir inanç sistemi geliştiren bir adamı canlandıracağı film uzaktan da olsa Scientology'nin hikayesini anlatıyor gibi duruyor hala. Joaquin Phoenix'in de kadrosunda olduğu filmle ilgili en yeni gelişmeyse The Weinstein Company'nin filmin dünya dağıtım haklarını almış olduğu haberi. Hayırlısı.
Aynı hikayeyi kaçıncı kez izleyeceğiz?
9.05.2011
En Seksi Kadın Geyiği
6.05.2011
West Side Story'nin yazarı Arthur Laurents öldü
Adını hatırlayacak olanların sayısı çok azdır eminim ama West Side Story'nin yazarı dediğimde herkesin kafasında bazı resimler, sesler, yüzler şekillenecektir. Arthur Laurents dünyanın en ünlü müzikallerinden biri olan West Side Story'yi kaleme almakla kalmadı, birçok başka ünlü filme de senarist olarak imza attı.
Yine de asıl kariyerini sahne alanında yaptı desem yanlış olmaz herhalde. Yazdığı oyunların en ünlülerinden biri de yıllar sonra başının belaya girmesine sebep olacak 1946 tarihli Home of the Brave'dir. Başının belaya girmesinden kastım da McCarthy döneminde yaşananlar elbette. Arthur Laurents o dönem karalisteye alınmış ve hatta kendi yazdığı Look Ma, I'm Dancin'! adlı müzikalin sinema uyarlamasında çalışmasına izin verilmemişti. Ama zaten o sırada çoktan Fransa'ya kaçmıştı ve 1,5 yıl sonra dönmüştü. Karalistenin sona erdiği haberini de dönerken gemiye gelen bir telgraftan öğrenmişti.
Arthur Laurents'ın yazdığı senaryolardan biri de Alfred Hitchcock'un sinemaya uyarladığı The Rope idi. Bilinen bir eşcinsel olan Laurents o sıralar aşk yaşadığı Farley Granger'ın başrollerinden birini üstleneceği The Rope'u büyük bir mutlulkla yazmaya koyuldu. Ancak karşısındaki en büyük zorluk hiç altını çizmeden başroldeki üç karakterin eşcinsel olduğunu nasıl hissetireceği meselesiydi. Sansür kurulu senaryoyu yakından takip ediyordu ve son taslak o kadar gizli kapaklıydı ki, Laurents diğer başrol oyuncusu James Stewart'ın eşcinsel bir karakteri oynadığını anlayıp anlamadığını bile bilemedi. Laurents'ın yazdığı diğer senaryolar arasında The Way We Were ve The Turning Point de var. Hiç fena bir kariyer değil doğrusu.
5.05.2011
Al Pacino'ya Venedik'ten Onur Ödülü
4.05.2011
Kısa Kısa
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)