23.08.2010

Haftasonundan kalanlar


Bu haftasonu casus filmleri vardı ağırlıklı olarak menüde. İzlediğim ilk filmse Werner Herzog'un son filmi My Son My Son What Have Ye Done oldu. Doğrusu Herzog'un her filmini merakla ve çoğunlukla da "iyi ki izlemişim" duygusuyla izliyorum. Bu sefer de farklı olmadı. Filmin yapımcısı da David Lynch bu arada. Gariptir, filmin birçok anında Lynchvari bir hava hissetmedim değil. Ama Herzog etkisi bambaşka tabii. Gerçek bir olaydan esinlendiği söyleniyor filmin başında ama bunun doğru olup olmadığı bile şüpheli bence. Ne de olsa Herzog'dan bahsediyoruz. Bir trajedi gibi kurgulamış filmi Herzog ve bunu da Orestes'in bir temsiliyle harmanlamış. Başroldeki Michael Shannon şaşılacak derecede iyi bir oyunculuk sergiliyor. Onun da bir deliliği var Herzog gibi. Willem Dafoe, Chloe Sevigny, Udo Kier ve anne rolünde Grace Zabriskie ( Twin Peaks'ten hatırlayacaksınız ) filmin diğer oyuncuları. Salonlara çıkar mı bilemiyorum ama tipik bir festival filmi, bulduğunuz yerde izleyin.



Haftanın noir'ı ise beyazperdenin en önemli klasiklerinden ( en azından noir tutkunları için ) Double Indemnity. Filmi daha önce izlemiştim elbette ama bir kez daha izlemekten sakınca gelmez diyerek oturdum başına ve bir kez daha hayranlıkla gözlerimi ayırmadan seyrettim. Billy Wilder'ın gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerden biri olduğunu düşünüyorum doğrusu. Bu anlamda belki de hakkı tam olarak verilmemiş bir sinemacıdır. farklı türlerde olağanüstü filmleri vardır ki bir yönetmenin hem komedi, hem noir, hem savaş, hem de drama çekip de hedefi hep 12'den vurması pek kolay değildir. Sunset Boulevard, Some Like It Hot, Witness For The Prosecution, Stalag 17... Tabii Double Indemnity'nin yeri başka. Bir noir'ın tüm önemli unsurlarına sahip olmakla birlikte, tüm klasikler gibi, içine sıkıştırıldığı türe sığmayan bir film bence. Uzun uzun konuşmaya gerek görmüyorum ve Amazon'a girip hemen kendinize bir tane sipariş edin diyorum.



Gelelim casus filmlerine. İzlediğim ilk film en yeni casus filmi Salt oldu. Doğrusu hemen sıkılıp yarıda bırakırım diyordum ama sandığım kadar kötü çıkmadı ve sonuna kadar izledim. İzlerken bir yandan da Tom Cruise oynasa nasıl olurdu acaba diye de düşündüm sık sık. Galiba Angelina Jolie daha iyi olmuş. Gerçi dövüş sahnelerinde hep bir inandırıcılık sorunu oluyor ama herhalde bu da manasız bir önyargı. Sonuçta, sıkmayan, entrikası yerinde, oyuncluk performansları vasatın üzerinde, tempolu bir aksiyon.


Biraz da Salt'un gazıyla olsa gerek, oturup Bourne üçlemesinin son filmi The Bourne Ultimatum'u da bir daha izledim. Aslında iyi de etmişim çünkü bazı yerlerini unuttuğumu farkettim. Tabii ki Bourne filmleri Salt ile karşılaştırıldığında birkaç gömlek üstün duruyor. Ne de olsa James Bond'a bile hiza aldıran bir seriden bahsediyorum. Gerçi bir daha izler miyim, artık o kadar da değil. Ama Bourne son yılların en iyi aksiyon-casus filmlerindendi, orası kesin.

İzlediğim son filmse gerçek bir casus klasiği olan The Spy Who Came In From The Cold adlı filmdi. Soğuktan Gelen Casus adıyla yıllar önce dilimize de çevrilen John Le Carre romanı casus literatürünün en önemli eserlerinden biridir. Casusluk deyince de elbette soğuk savaş dönemini tek geçerim. John Le Carre'nin de ( ve tabii Len Deighton'ın da ) en iyi romanları hep soğuk savaş döneminde geçenlerdir. Richard Burton'ın başrolünü oynadığı Martin Ritt imzalı filmse sinemada casus mevzunun ele alan en iyi filmlerden biri elbette. Burton tükenişin eşiğine gelmiş Alec Leamas rolünde müthiş bir performans sergiliyor. Diğer oyuncular pek onun seviyesinde değiller doğrusu ama sırf açılış sekansı bile filmin ufak tefek günahlarını affetmeye yetiyor bence. 1965 tarihli siyaz beyaz film aynı zamanda George Smiley'nin de izleyiciyle tanıştığı ilk film. Yine aynı yıllarda çekilmiş The Ipcress File hala benim en sevdiğim casus filmidir ama The Spy Who Came In From The Cold da en üst sıralarda bir yerde.

2 yorum: