6.04.2014

Festival günlüğü - 1

Öncelikle birkaç not:

Fark etmişsinizdir, neredeyse 20 gündür yeni bir şey yazmamışım, yazamamışım. Öyle tuhaf günlerden geçiyoruz ki ne filmler, ne romanlar, ne de şiirler sızıyor yüreğimize. Çocuklar ölüyor durmadan, ne sebeple olursa olsun. Ve biz 'hayat devam ediyor' diyemiyoruz bir türlü, nasıl diyelim? Kaç kere oturduysam klavyenin başına, ya yarım bırakıp kalktım, ya da hiç başlayamadım yazmaya. Yine bilmiyorum biter mi bu yazdıklarım, yazacaklarım; okur musunuz, görür müsünüz? Tuhaf, çok tuhaf.





PHILOMENA / UMUDUN PEŞİNDE

Çok net hatırlıyorum, 80 yılların sonlarında Stephen Frears'ı ihanetle suçlayan arkadaşlarım vardı. My Beautiful Laundrette'i ( Benim Güzel Çamaşırhanem ) çeken biri hemen birkaç yıl sonra  Dangerous Liasons ( Tehlikeli İlişkiler ) gibi sisteme hizmet eden bir filmi nasıl çekebilirdi? Aslında o yıllarda da şimdikinden ya da eskisinden farklı bir tartışma değildi yürüttüğümüz. 80'li, 90'lı yıllarda Frears, Parker gibi sinemacılara karşı Greenaway, Jarman gibi yönetmenleri tutardık; tıpkı bizden önceki kuşağın Godard'ı, Antonioni'yi tuttuğu gibi. Ya da bugün artık açık bir şekilde anaakıma teslim olduğunu düşündüğümüz Cuaron gibilerine karşı hala aklımızı bulandıran Reygadas'ı tercih ettiğimiz gibi. Yine de bazen bazı filmler tüm bu 'sanatsal' hatta 'felsefi' tartışmaları geri plana atıp son derece basit bir insani meseleyi ( burada çocuğundan ayrı düşmüş bir annenin yaşadıkları şeklinde tezahür ediyor örneğin ) gözümüzün içine sokuyor ve biz duygularımıza yenik düştüğümüz noktada sinemanın başka bir gücünü de tanımak zorunda kalıyoruz: hikaye anlatma gücünü. Philomena'nın bizi teslim aldığı nokta da bu işte ve, inanın bana, bu hiç kolay bir şey değil. Bu anlamda çoğunlukla edebiyat ( ya da çizgi roman, ya da biyografi ) uyarlamalarında gösterdiği başarıyla hafızalarımızda yer eden Frears'ın bir auteur olmadığını ama kesinlikle usta bir yönetmen olduğunu hatırlamak lazım galiba.



Katolik Kilisesi'nin sabıkasının kabarık olduğunu söylemekle başlamalıyız belki işe. Ama bu çıkarım Philomena'dan aklımızda kalan tek şey değil elbette. Philomena sadece dinle ilgili bir film değil. Anneler ve çocukları, günah ve suçluluk duygusu, dün ve bugün, unutmak ve affetmek ( unutmamak ve affetmemek ya da ), cehalet ve yüksek kültür gibi kimi zaman birbirini tamamlayan kimi zaman da zıtların çarpıştığı ikililerin yer aldığı bir film. Zaten Frears'ın ( ve senaryoda imzaları olan Steve Coogan ve Jeff Pope'un ) filmdeki asıl ustalığı da burada beliriyor. Başka birinin elinde baştan sona yürek burkucu bir filme dönüşebilecek hikaye sık sık kahkahalarla güldüğünüz bir yol filmine dönüşüyor. Philomena ( Judi Dench ) ve Martin ( Steve Coogan ) ikilisinin uyumsuzluklarından kaynaklanan hayli ironik durum komedisi izleyiciye hem trajik öyküden kaçıp dinlenebileceği alanlar sağlıyor, hem de meseleye ( hatta din, sınıfsal farklılıklar gibi unsurları da katarsak meselelelere demeliyiz ) iki farklı açıdan bakmayı getiriyor. Hikayenin gerçekliği ise filme fazladan bir değer katmıyor doğrusu ama belgesel ve kurmaca gibi biçimsel türlerin gitgide içiçe geçtiği günümüzde 'old-school' sinemanın hala masaya koyabileceği güçlü tatlar olduğunu gösteriyor bize. Frears'a auteur değil usta derken bunu kastediyordum işte. Öte yandan filmin görmezden gelemeyeceğimiz bir başka üstünlüğü de oyunculukları ( gerek oyuncular gerekse oyuncu yönetimi anlamında ). Bir kere şunu kabul edelim ikinci bir Judi Dench yok dünyada. Onu Skyfall'da falan da sevdik elbette ama burada, o her zamanki güçlü kadın imajına sığınmadığı bir rolde, bambaşka bir hüner sergiliyor Dench. Bir yandan okuduğu fena halde sıradan aşk romanlarına duyduğu hayretle karışık hayranlığı ona mütebessim bir acımayla bakmamızı sağlarken hemen ardından öyle bir laf ediyor ki kendi manasız önyargılarımızla ne kadar da salak göründüğümüzü anlayıveriyoruz. Ecnebilerin 'force of nature' dediği türden bir oyuncu, ona şüphe yok. Tek bir bakışıyla, sesinin belli belirsiz hissedilen bir titremesiyle duvardan duvara çarpabiliyor izleyenleri, saygı ve hayranlık duymamak elde değil. Aynı şekilde onunla hemen hemen tüm filmde birlikte oynayan Steve Coogan da artık iyiden iyiye komedyen kimliğinden sıyrılmış bir performans sunuyor ve Dench'in ağırlığı altında ezilmediği gibi yer yer eli artırıyor. Hürmette kusur etmeden elbette. Uzun lafın kısası, Umudun Peşinde çocuklarımızın teker teker elimizden kayıp gittiği şu günlerde içine savrulduğumuz kara delikte daha da kaybolmamamız için yakılmış cılız ama sabit bir ışık gibi karşılıyor bizi. Onu görüp dikkat kesilmekte fayda var.




BÜYÜK BUDAPEŞTE OTELİ

Wes Anderson ise hiç tartışmasız bir auteur. Çağdaşları arasında kendine has görsel tarzı ilk bakışta ayrıt edilebilecek kadar özgün bir yönetmen. Sadece görselliği de değil üstelik, hikaye anlatış biçimi de pek kimselere benzemiyor Anderson'ın. Üstelik bu ilk filmlerinden itibaren böyle ve onun bu istikrarlı ama yine de değişken sinemasında detayların zenginliğinde kaybolmak izleyiciye her daim tarifsiz bir keyif veriyor. Büyük Budapeşte Oteli'nde de durum farklı değil.

Stefan Zweig'ın yazdıklarından etkilendiğini bir not olarak düşmüş filmin sonuna Anderson. Bundan ne kastettiğini merak edenlere söyleyeyim ( Sight & Sound'a verdiği röportajda kendi ağzından açıklamış ), Viyana doğumlu büyük ustanın hayatı boyunca yazdığı tek romanı Ungeduld des Herzens ( ilk yayınlandığında Acımak, son yayınlandığında ise Sabırsırz Yürek adıyla basıldı ülkemizde ) bu filmin katmanlı, neredeyse Matruşka-vari yapısına ilham kaynağı olmuş. Bir gün Paris'teki Luxembourg Bahçeleri'nde elinde Zweig'ın romanıyla dolaşırken bir anda karşısına çıkan Stefan Zweig büstü adtea bir işaret olmuş Anderson'a ve bu sahnenin bir benzerini de filminin başına yerleştirivermiş. Tıpkı Zweig'ın romanının girişinde olduğu gibi ( yazar bir arkadaşının arkadaşının başından geçen bir hikayeyi anlatır ) bir başlangıç yapan Anderson bir parkta yazarın büstünün yanına oturup elindeki romanı okumaya başlayan kızın dünyasına giriyor ve yazarın sesiyle bizi Büyük Budapeşte Oteli'ne götürüp Mustafa Zero ile tanıştırıyor ve o da bize Monsieur Gustave'ın hikayesini anlatıyor. Filmde üç ayrı zaman dilimi var ve Anderson her zaman dilimi için farklı formatta bir film kullanmış: 30'lu yıllar için o dönemin formatı olan 1.33:1, 60'lı yıllar için 2.35:1 ve günümüz sayılabilecek bölüm için de 1.85:1. Aynı şekilde üç dönemin renk skalası da biribirnden farklı ve otelin özellikle 60'lı yıllardaki görünümü ve ışığı son derece etkileyici. Ama her zamanki gibi bu filmde de izleyiciyi en çok çarpan Anderson'ın benzersiz anlatımı, hüzünlü mizahı ve derinlikli olmasa da akıldan çıkmayan karakterleri.


Bugüne kadarki Anderson filmleri içinde bir karakterin bu filmdeki kadar merkezi bir öneme sahip olduğu başka bir film hatırlamıyorum doğrusu. Ralph Fiennes'ın müthiş bir incelikle dokuduğu M. Gustave karakteri neredeyse tüm filmin sahibi konumunda. Bu da akla Wes Anderson'ın bir arayış içine girdiğini getiriyor aslında. Ola ki, bunca filmin ardından neredeyse klişeleşmiş alamet-i farikalarından uzaklaşmak isteği doğmuştur, saygı duyulmalı. Dikkat edilirse birçok kez sık sık kullandığı tepe açılarından bile feragat etmeye başlamış gibi duruyor, bir iki kilit sahneyi saymazsak. Ama yine de saplantıları, takıntıları olan bir sinemacı Anderson. Bu saplantıları terk etmek, kendi koyduğu kuralları yıkmak çok da kolay olmasa gerek. Yine de bundan korkmadığını, bazı yan karakterleri eskisine nazaran daha kaba çizgilerle ele aldığını ama merkezli bir hikayeye doğru da yavaş yavaş meylettiğini görebiliyoruz. Bu da bir sonraki filmini daha bir merakla beklememize yol açıyor doğrusunu isterseniz. Yeni bir yola mı sapacak, yoksa eski tarzında israr edip kendini bir anlamda garantiye mi alacak? Büyük sanatçıların hangisini tercih ettiğini biliyoruz, değil mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder