10.10.2011

Antalya notları


Bu yıl Antalya Film Festivali maceram daha önceki yıllara göre çok daha kısa sürdü. Yarışma filmleri arasından topu topu bir film izleyebildim ve onu da çok beğendiğimi söyleyemem. Ama isterseniz en baştan başlayayım.



Antalya'ya bir hayli rötarlı bir uçaşla, Cuma gecesi saat 01'e doğru vardık. Ben, Yekta ( Kopan ), Gökhan ( Kalan ), Erma ( Caferoviç ) ve Nevzat ( Saraycıklı ) beşlisi olarak Hillside'daki odalarımıza kendimizi attığımızda yorgun ve enerjiden yoksunduk ama benim uykuya dalmam 02.30'u buldu. Ertesi sabahsa alışkanlıktan olsa gerek saat 07.30'da uyanıverdim. Kandimi bir saat daha uyumaya zorladım ve sonra kahvaltıya indim. Açılış saat 21'de, NTV canlı yayını ise 20.30'da başlayacaktı. Yani gün içinde film izleyecek zamanımız vardı ve biz de A Dangerous Method'u izlemek üzere sinemanın yolunu tuttuk. Ama öncesinde Piyazcı Ahmet'e gidip köfte piyaz yemeyi ihmal etmedik. Ekibin büyük kısmı gecenin hazırlıklarına kurulduğu için yemeğe de, filme de sadece Yekta ve ben gidebildik. Cronenberg'in fimine girmek için sinemaya gittiğimizde sadece 7-8 boş koltuk kaldığını görmek sevindiriciydi aslında. Demek ki festival izlecisiyle dolu dolu buluşuyordu. Ve fakat, ne yazık ki, film hiç beklediğimiz gibi değildi. Cronenberg aklımızın almadığı bir şekilde yüzeysel bir yaklaşımla çekmişti filmi. Üstelik Jung, Freud ve onlar üzerinde çok büyük etkisi olan Sabine Spielrein üçlüsünün yer aldığı son derece ilginç konusuna rağmen. Keira Knightley'i özellikle beğenmedim ( ki galiba hiç bir filmini de beğenmişliğim yoktur ) ama Michael Fassbender ve Viggo Mortensen'in performansları da vasattı. Yine de bence asıl faturayı Cronenberg'e kesmek gerek.


Açılışta ise önce kırmızı halı yayınında Halit Akçatepe, Tarık Akan, Engin Çağlar, Selda Alkor, Tuncel Kurtiz, Nazan Eckes gibi isimlerle röportajlar yaptık ( daha doğrusu Yekta yaptı, biz konukları getir götür gibi organizasyonel işlerle uğraştık ) ardından biraz canlı yayın arabasından töreni izledik. Sonra salona girip biraz da oradan izledik. Rutkay Aziz'in herkesi ayağa kaldıran konuşmasını da izledikten sonra otelin yolunu tuttuk. Gece, tören sonrası Rixos'ta bir parti vardı ama hem yağmur, hem de barın içki almaya pek müsaade etmeyen kalabalığı yüzünden çok kalmayıp otelimize döndük. Partide kimler vardı derseniz, Ahu Tuğba ve Nuri Alço gibi Yeşilçam yıldızlarından, Atilla Dorsay, Vecdi sayar, Mehmet Açar gibi sinema yazarlarına; Devin Özgür Çınar ve Memet Ali Alabora gibi genç kuşak oyunculardan, Şerif Gören ve Mehmet Binay gibi eski ve yeni kuşak yönetmenlerimize kadar birçok tanıdık simayı görmek mümkündü.


Pazar günü ilk iş Jane Birkin ile röportaj yapmak üzere otelin 5. katındaki cafe'ye çıktık. Az sonra Jane Birkin o meşhur çantasıyla ( ve tabii peşinde birkaç kişiyle ) randevumuza geldi ve karşımdaki yerini aldı. Birkin'le yaklaşık 15 dakika konuştum hiç bilmediğim bazı detaylar öğrendim. Örneğin Birkin'in İstanbul'a ilk kez kızı Lou Doillon ile geldiğini ve İstanbul'a aşık olduğunu bilmiyordum. Büyük kızı Kate'in fotoğrafçı olduğunu biliyordum ama henüz 17 yaşında uyuşturucu müptelası olduğunu ve o zamandan beri de uyuşturucuyla mücadele ettiğini ( bunun için bir vakıf bile kurduğunu ) de bilmiyordum. Şunu da gördüm ki, son derece rahat biri Jane Birkin ve hiç bir konuda "acaba bu söylediğim yanlış anlaşılır mı?" gibi bir kaygısı yok. Fransız petrol şirketi Total'i hiç gözünü kırpmadan harcadı örneğin. Total'in BUrma'da ve diktatörlüğün hüküm sürdüğü hemen her ülkede var olduğunu söyleyen Birkin o meşhur çantasına Total ve Çin karşıtı sticker yapıştıracak kadar kararlı biri ve sırf bu yüzden bile elleri öpülmeli ( hep o el öpecek değil ya ). İmza fotoğraf gibi klişeleri de hallettikten sonra vedalaştık ve onu basın toplantısına yolcu ettik. Hemen hatırlatayım, yaptığım röportajın kısa bir bölümü Pazartesi Gece Gündüz'de yayınlanacak ( ya da yayınlandı, bu yazıyı ne zaman okuduğunuza bağlı ).


Röportajın ardından hedefimiz sinemaya gidip The Artist'i görmekti. Jean Dujardin'e Cannes'da En İyi Erkek Oyuncu ödülü getiren bu siyah beyaz sessiz filmi görmeyi çok istiyordum ama programa doğru dürüst bakmadığımız için yanlış bir salona gidip Julie Gavras'ın Late Bloomers adlı filmini izledik. Hiç de fena değildi aslına bakarsanız film ve Cronenberg fiyaskosundan sonra iyi geldi. Isabelle Rossellini ve William Hurt'ün yaşlanmayla baş etmeye çalışan bir çifti oynadığı film günün artısı olarak kayıtlarımıza geçti.


Ardından akşamüstü Geriye Kalan adlı filme gittik. Kadın temasının vurgulandığı ve tüm jüri üyelerinin kadınlardan oluştuğu festivalin ana yarışmasında yer alan tek kadın yönetmenin çektiği film bizde hayal kırıklığı yarattı. Filmin barollerini üstlenen Devin Özgür Çınar ve Şebnem Hassanisoughi'nin performansları göz dolduruyordu ama hem senaryodaki rahatsızlık verici aksaklıklar, hem de Çiğdem Vitrinel'in kadına bakışındaki tuhaf yaklaşım filmle ilgili beklentilerimi hiç karşılayamadı.

Antalya maceram, söylediğim gibi, bir hayli kısa sürdü bu yıl. Pazartesi sabahı daha da beter bir rötarla İstanbul'a doğru yola çıktık ve hemen NTV'ye dönerek işimizin başına geçtik. Aklım biraz Antalya'da kalsa da eve dönmek iyi geldi doğrusu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder