Son yıllarda izlediğim en iyi suç filminden söz etmek istiyorum bugün: Red Riding. Hemen şunu belirteyim Red Riding aslında Channel 4 televizyonu için çekilmiş 3 bölümlük bir dizi. Her biri 90 dakika süren bölümleri 3 farklı yönetmen çekmiş. Geçtiğimiz yıl içinde İngiltere'de televizyonda gösterilen filmler DVD olarak da hemen satışa çıktı. Meraklısı Amazon'dan Red Riding Trilogy'yi hemen edinebilir ama ben sinema salonunda izlemenizi tavsiye ederim. Eğer yanılmıyorsam bu yılki !F İstanbul'un programında yer alıyor Red Riding. David Peace'in aynı adlı roman serisinden uyarlanan Red Riding ( Peace'in romanları 4 tane bu arada ) 1974'te başlıyor. Zaten her bölüm bir seneyi konu alıyor. İlk bölüm 1974, ikincisi 1980, üçüncüsü 1983 ( Peace'in romanlarından biri de 1977 ). İlk bölümü daha önce Becoming Jane adlı filmiyle adını duyuran Julian Jarrold çekmiş. Jarrold'ın 16 mm formatla çektiği ve 1974 yılını anlatan ilk bölüm görüntüleri, atmosferi ve çerçeveleriyle olağanüstü bir giriş yapıyor üçlemeye. Çocuk kaçırma, pedofili, rüşvet ve polis yolsuzluğu gibi başlıklar tüm üçleme boyunca işleniyor ve yer yer James Ellroy'un romanlarını çağrıştırıyor izleyiciye. Bir yandan son derece sağlam bir hikaye kurgusu, kolay kolay çözülemeyecek bir entrika ve diğer yandan alabildiğine yürek burkucu bir drama. Tam bu noktada bir parantez açıp Hollywood'un üçlemeye kanca attığını belirteyim. İşin içinde Ridley Scott da var ve bu durum bende biraz endişe uyandırdı doğrusu. Hollywood remakeleri malum, keşke hiç bulaşmasalar. Herneyse, dönelim konumuza, ilk bölümde Clare adlı küçük bir kızın kaçırılıp, tecavüz edildikten sonra öldürülmesiyle yaşanan olaylar dizisi anlatılıyor. Bu bölümün merkezinde Yorkshire Post gazetesi için çalışan genç muhabir Eddie Dunford var. Öykünün ayrıntıları hakkında fazla bilgi vermek istemiyorum ( çünkü mutlaka izlemelisiniz bence ), o yüzden uzatmayacağım ama Eddie rolünü üstlenen Andrew Garfield'ın sojn derece başarılı bir performans sergiledğini söylemek isterim. Kendisini yanılmıyorsam ilk kez izliyorum ama yine eğer yanılmıyorsam daha çok izleyeceğiz ileride.
İkinci bölümde aynanın diğer tarafına geçiyoruz bir anlamda ve 1980 yılına gidip polisin içinde sürdürülen bir soruşturmaya tanık oluyoruz. Bu bölümde polis yozlaşmasının nerelere kadar uzandığı gözler önüne seriliyor ve 6 yıl öncesine dönülüp yeni ipuçları da veriliyor. Son bölümde, yani 1983'te ise tüm düğümlerin çözüldüğünü görüyoruz. Bu kez ilk bölümden beri gördüğümüz bir polis şefi ve küçük kızların cinayetinden sorumlu tutularak hapsedilen aklı kıt bir adamın avukatı olayların merkezinde. Filmin son karelerini izlerken içinizden ağlamak gelecek, o kadar etkileyici inanın. Bu arada hemen belirteyim, ikinci bölümü Man On Wire belgeselinin yönetmeni James Marsh 35 mm formatla; üçüncü bölümü de Hilary & Jackie adlı filminden tanıdığımız Anand Tucker Red One kamerayla çekmiş. Her üç bölüm de farklı formatlarla çekilmiş anlayacağınız ama görsel anlamda büyük bir uyum var. Kimi sahnelerin anlatımında yönetmenlerin tarz farkları ortaya çıkıyor elbette ama bu da ayrı bir güzellik katıyor bence. Her üç bölümde de rol alan oyuncular var; Sean Bean, Peter Mullan, David Morrissey gibi. Ne de olsa bir dizi bu. Yine de izlediğim bir çok sinema filminden çok daha etkileyici, çok daha sinema!
One, Two, Three, Four, Five Six, Seven.. All good children go to heaven.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder