28.12.2015

Berlinale heyecanı yaklaştı


Metro istasyona yanaşmış, yolcularını indirmekte. Potsdamer Platz'a giden trende kimler var görülmüor ama yarı beline kadar dışarı çıkmış dev bir ayı var karede. İniyor mu, yoksa doğru istasyona gelir gelmediğini mi kontrol ediyor bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey Berlin'in simgesi kabul edilen bu hantal ama yırtıcı hayvanın Berlin Film Festivali'yle bir alakası olduğu. Ne de olsa festival zamanı yaklaştı ve Altın Ayı heyecanı tüm sinema dünyasını sardı.  Üstelik açılışta da Coen Biraderlerin son filmi Hail, Ceaser! gösterilecek. Şu ana kadar açıklanan seçkide Türkiye'den bir yapım görünmüyor ama 11 - 21 Şubat tarihleri arasında düzenlenecek etkinlikte bizden de birileri olacaktır diye düşünüyorum. Yakında görürüz. Şimdilik Michael Moore, Denis Côté, Alex Gibney, Udi Aloni, Vincent Perez gibi isimlerin göze çarptığını söyleyelim.




24.12.2015

Tarantino'ya göre yılın en iyi filmi...



The Hateful Eight ile 8. filmini görücüye çıkarmaya hazırlanan Quentin Tarantino şu sıralar gala ve basın turu yapıyor. Fransız bir gazetecinin kendisine uzattığı mikrofona konuşan yönetmen 2015 yılının en iyi filminin hangisi olduğunu açıklamış kendi fikrince. Mad Max Fury Road'u yılın filmi olarak açıklayan Tarantino şunları söylemiş:

"Mad Max'in 35 mm bir kopyasını aldım ve evde izledim. Haftasonu boyunca tam üç kez izledim filmi. Aslında bir süre izlemeyi reddetmiştim, demiştim ki Mel Gibson'sız Mad Max mi olur? Boşversene. Mel Gibson'ın var olduğu bir dünyada Tom Hardy'ye nasıl verirsin bu rolü? Hatta diğerleri gibi ben de benimmax'imdeğil hashtag'i atacaktım neredeyse. Ama sonra izledim ve 'Tamam, muhteşemmiş film, Tom Hardy de gayet iyi oynamış' dedim"

17.12.2015

Günün Trailer'ı: High Rise



Ben Wheatley'i ikinci filmi Kill List'ten bu yana takip ediyorum. Günümüz İngiliz sinemasının en ilginç yönetmenlerinden biri bence. Kill List'de The Wicker Man esintili müthiş bir gerilim filmine atmış ve izleyiciyi sarsmıştı. Sightseers ve A Field In England'da da sürrel ve absürd sularda gezinmiş, yine izleyenlere sıradışı bir sinema deneyimi yaşatmasını bilmişti. Sıralamada ilk olsa da benim en son izlediğim Down Terrace'da ise yine çiğ bir şiddetin öne çıktığı domestik ve absürd bir drama vardı. Şimdi sırada yukarıda gördüğünüz High Rise var. Bir J.G. Ballard uyarlaması olan filmde Tom Hiddleston, Jeremy Irons, Sienna Miller gibi isimlerden oluşan zengin bir oyuncu kadrosu var. Merakla bekliyorum doğrusu.

Paul Thomas Anderson'dan Quentin Tarantino'ya 70 mm maceralar


Paul Thomas Anderson'ı bir projeksiyon odasında makinaya film takarken gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? 2012 yılında tam da bu olay yaşanmış işte. Bir önceki filmi The Master'ı 65 mm formatında çeken usta yönetmen topu topu 14 özel salonda 70 mm formatında gösterilen filmi için kolları sıvamış ve bir salonda projeksiyon odasına kadar girip filmi makinaya takmış. Onunla birlikte sözünü ettiğim 14 salona dağılan isimler arasında The Weinstein Company'nin bu işlerden anlayan çeşitli uzmanları da varmış. Şimdi sırada Tarantino'nun son filmi The Hateful Eight için düzenlenecek operasyon var. Üstelik iş bu sefer daha zorlu, zira Tarantino, o muhteşem sinema manyağı, filminin gösterileceği salonların belli bir yüzdesinin kesinlikle 70 mm olmasını istiyor ve bu sayı 14'den kesinlikle çok daha fazla.


Sorun şu: tüm dünya dijital sisteme uyum sağlamış durumda ve eski usul projeksiyon makinası bulunduran sinema salonu yok denecek kadar az. Sinema husuunda son derece titiz ve saygılı bir yönetmen olan Quentin Tarantino ise The Hateful Eight'i inat edip 70 mm çekti ve üstelik de 100 salonda 70 mm gösterilmesini şart koştu. Tüm bu operasyonun sorumluluğu da The Weinstein Company'de dağıtım bölümümün başında bulunan Erik Lomis'e kaldı. Lomis yaklaşık 18 ay önce işe koyuldu ve ortalıkta ne kadar eski 70 mm projeksiyon makinası varsa sessizce toplamaya başladı. İnternetten bir çok eski makinaya ulaşan Lomis'in bu aletleri tarantino'nun filmi için topladığı anlaşılınca bir anda fiyatlar üçe, dörde katlanmaya başladı ve bütçe bir hayli arttı. İşin bir de şu yönü var; bu antika makinalar sanıldığı gibi tak fişi çalışsın durumda değiller. Çoğunlukla 4-5 makinanın parçaları birleştirilerek ancak 2-3 tane çalışan projektör elde edilebiliyor. Mercek meselesi ise ayrıca bir problem, zira eski salonlarda perdenin projeksiyona olan uzaklığı daha fazla olduğu için günümüzün büyük stadyum tarzı salonlarına tam olarak uymuyor. Bunun için de Schneider Optic yeni lensler tasarlamak zorunda kaldı. Tüm bunların ötesinde filmlerin salonlara nakliyesinin de ayrı bir sorun ve maliyet olduğunu eklemekte fayda var.


Geldiğimizi noktada TWC dünyadaki 70 mm projektörlerin % 60-70'ini elinde bulunduruyor. Bu sayıda 120 ve ABD'de 100 salon için projektör hazırlanmış durumda. Tabii bu projektörler film vizyona çıkmadan önce test edilecek ve her biri 12 saat boyunca çalıştırılacak, ki asıl gösterim sırasında bir sorun yaşanmasın. Operasyonun gösterim kısmını üstlenen Boston Light and Sound adlı şirket bu 100 salonda çalışacak görevlileri özel bir 70 mm eğitimine aldı ve her salona gerekli olabilecek yedek parçaları yolladı. Kısa bir süre sonra, yani Noel'de film gösterime çıktığında her şeyin hazır olması için son çalışmalar şu sıralarda yürütülüyor. Merak edenler için şunu da belirtelim, ABD dışında filmin gösterimi ne yazık ki 70 mm projeksiyon makinalarıyla olmayacak pek. İngiltere ve Avustralya'da bir kaç makina var ama onlar da iki elin parmaklarını geçecek kadar değil. Türkiye'de ise bu imkan ne yazık ki hiç yok. Ya da var mıdır dersiniz? Elinde 70 mm projektör olup da The Hateful Eight'i orijinal formatında gösterecek bir babayiğit çıkar mı? Gerçi artık çok geç herhalde.


İlginç bir başka bilgi de şu: Tarantino'nun tercih ettiği Ultra Panavision 70 formatını daha önce sinema tarihinde kullanan topu topu 10 film olmuş. Sonuncusu da 1966 tarihli Charlton Heston filmi Khartoum. Tarantino bugün bu formatı seçerken bir anlamda da sinema deneyiminin salonlar dışında başka hiçbir yerde benzeri yaşanmayacak bir örneğini sunuyor aslında. Bu da işin bir başka yönü.


*Kaynak olarak Deadline Hollywood'da yayınlanan makale kullanılmıştır.

8.12.2015

Sinemada John Lennon



Malumunuz, John Lennon bundan 35 yıl evvel New York'ta uğradığı bir silahlı saldırı sonucu hayata veda etmişti. resmen öldürüldü anlayacağınız. Lennon'ın aktivist yönü de düşünülecek olursa buna siyasi bir suikast de demek mümkün elbette. İşin doğrusu Lennon'ın katilinin Mark Chapman olduğu konusunda herhemgi bir şüphe olmasa da Chapman'ın aslında kim olduğuna ya da cinayetin arkasında ne gibi dinamiklerin rol aldığına dair kafaların karışık olduğu aşikar. Yani komplo teorilerine açık bir durum var ortada ve bir sürü teoride atıldı ( atılıyor da ) ortaya. Meraklısı okumuştur ya da okuyacaktır elbette, biz biraz, 8 Aralık münasebetiyle, Lennon'ı anlatan ya da ondan bahseden filmlere bir göz atalım.



John Lennon'ı anlatan filmlerden önce belki kısaca 1960'lı yıllarda Lennon ve diğer The Beatles üyelerinin rol aldığı filmlere değinmekte yarar var. Bunların en ünlüsü herhalde A Hard Day's Night olsa gerek. Dünyanın en popüler müzik grubu olduğu yıllarda çekilen ve hem gişede hem de eleştirmenlerin gözünde son derece başarılı bulunan film Londra'da verecekleri bir konser öncesi türlü maceralar yaşayan grup elemanlarının başlarından gelenleri anlatıyordu. Bu filmden bir yıl sonra bu kez Help! geldi. Her iki filmin yönetmeni de Richard Lester'dı ve bu ikinci filmde The Beatles grubu şeytani bir tarikatla karşı karşıya geliyordu. 80'li yıllarda Superman 2 ve Superman 3 filmlerini de yönetecek olan Lester'ın John Lennon ile ilgili çektiği son film de How I Won the War adlı savaş karşıtı film oldu. Bu film aslında The Beatles'ı ya da John Lennon'ı anlatmıyordu ama Lennon filmde önemli bir rol üstlenmişti. Bu bölüme son olarak belki bir animasyon harikası olan Yellow Submarine'i ve The Beatles'ın ünlü çatı performansının yer aldığı ama onun dışında sıradan bir belgesel olarak kayda geçmiş Let It Be adlı filmi de ekleyebiliriz.



Gelelim John Lennon'ı merkez alan ya da The Beatles'ı anlatan filmlere. Bu kategoride akla ilk gelen yapımlardan biri John Lennon'ın The Beatles sonrası dönemine odaklanan Imagine adlı film elbette. 1988 tarihli, yönetmenliğini Andrew Solt'un üstlendiği film bir belgesel olsa da vakti zamanında salonlarda gösterilmiş ve bir hayli de ilgi toplamıştı. Filmin soundtrack'i de ciddi satış rakamlarına ulaşmış ve Lennon'ı müzikal anlamda da yeniden gündeme sokmuştu ( özellikle memleketimizde).



90'lı yıllarda çekilen ve The Beatles'ın ilk yıllarına odaklanan Backbeat adlı film de zamanın çok ses getiren yapımlarından biri olmuştu. Yılar içinde 5. Beatles olarak adlandırılan çok sayıda kişiden biri olan ve grubun ilk basçısı olarak tarihe geçen Stuart Sutcliffe ( Stephen Dorrf ) ile John Lennon ( Ian Hart ) arasındaki ilişkiye odaklanan film müzikal açıdan da bir hayli farklıydı zira grubun Hamburg'da çaldığı dönemi anlatıyordu ve o zamanlar çoğunlukla cover çalıyorlardı.



Yine The Beatles'ın kuruluş zamanında geçen ama bu sefer büyük ölçüde John  Lennon'ın bir türlü kavuşamadığı annesiyle olan ilişkisini anlatan Nowhere Boy da mutlaka anılması gereken filmlerden. Sam Taylor-Wood imzalı film Lennon'ın "Mother" adlı şarkısında ipuçlarını verdiği ve aslında tüm hayatını şekillendiren arızalı anne-oğul ilişkisinin hiç de yabana atılmayacak bir portresini çiziyordu. Lennon'ı bu filmde canlandıran isimse Aaron Johnson olmuştu. Film aynı zamanda önceleri Quarrymen adıyla müzik hayatına başlayan grubun nasıl The Beatles'a dönüştüğüne dair de güzel bir kronoloji sağlıyordu.



2006 tarihli The U.S. vs. John Lennon adlı belgesel ise belki de John Lennon hakkında yapılmış en iyi belgesellerden biriydi. Lennon'ın müzik adamı kimliğinden ziyade siyasi eylemci yanına vurgu yapan ve bu yüzden başına gelen türlüğ belayı anlatan film ünlü müzisyeni Amerikan hükümetiyle karşı karşıya getiriyordu. Muhalif yönüyle hükümeti ve sistemi rahatsız eden Lennon'ın nasıl ABD'de istenmeyen adam ilan edilişini anlatan film Lennon'ın ölümüyle sonlanan sürece de bir ışık tutuyordu aslında.  David Leaf ve John Scheinfeld'in imzalarını taşıyan belgesel 2006'da tam da John Lennon'ın katledildiği gün vizyona girdi ve gişede fazla iş yapmasa da bir hayli ses getirdi.



Başrolünü Christopher Eccleston'ın üstlendiği Lennon Naked çok ses getirmedi belki ama hem Ecclestone'ın performansı hem de Lennon'ın babasıyla olan ilişkisine getirdiği bakış açısıyla anılmaya değer bir film. Yine de izlenmese büyük bir kayıp olmaz doğrusu. 2010 tarihli LennoNYC adlı belgeselse John Lennon'ın New York'taki hayatına odaklanan ve meraklısı için kimi boşlukları doldurabilecek nitelikli bir fil. Lennon hakkında daha güçlü belgeseller var elbette ( yukarıda bahsettiklerim elbette ) ama LennoNyc fena bir ek izleme değil doğrusu.



Son olarak, John Lennon'ı o meşhur beyaz piyanosonun başında, o dillere pelesenk olmuş muhteşem Imagine'i söylerken gösteren ve tam da Imagine albümünün ertesinde ve albümdeki tüm şarkıların yer aldığı filmi anmak gerek herhalde. Adı Imagine olan ve baştan sona müzikle dolu bu düşsel film tüm albüm için tasarlanmış bir klip olarak da algılanabilir ama müzikler ve görüntüler o kadar güzel ki mutlaka izlenmeli bence.



7.12.2015

Oscar yarışında şimdilik Spotlight önde

Yılın çok ses getiren filmi Spotlight 2016'nın Ocak ayında gösterime girecek

Şimdilik diyorum zira henüz sadece eleştirmenlerin işaret ettiği filmler ve isimler var elimizde. Meslek örgütlerinin ödülleriyle beraber her şey daha bir netleşecek. Ama son günlerde üstüste verilen eleştirmenlerin ödülleriyle ( en son Boston, New York ve Los Angeles ) En İyi Film kategorisinde Spotlight'ın öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. İşte son ödül listeleri:

Todd Haynes ( en solda ) yılın Oscar için iddialı yönetmenlerinden
Boston Film Eleştirmenleri

En İyi Film: Spotlight ( y: Tom McCarthy )
En İyi Yönetmen: Todd Haynes ( Carol )
En İyi Erkek Oyuncu: Paul Dano ( Love & Mercy ) ve Leonardo DiCaprio ( The Revenant )
En İyi Kadın Oyuncu: Charlotte Rampling ( 45 Years )
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance ( Bridge of Spies )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kristen Stewart ( Clouds of Sils Maria )
En İyi Senaryo: Spotlight ( Tom McCarthy & Josh Singer )
En İyi Görüntü Yönetimi: Carol ( Edward Lachman )
En İyi Kurgu: Mad Max Fury Road
En İyi Müzik: Love & Mercy
En İyi Oyuncu Kadrosu ( Ensemble ): Spotlight
En İyi Animasyon: Anomalisa ve Inside Out
En İyi Yabancı Film: The Look of Silence ( Joshua Opphenheimer )
En İyi Belgesel: Amy ( Asif Kapadia )
En İyi Yeni Sinemacı: Marielle Heller ( The Diary of a Teenage Girl )

Kariyeri boyunca bir kez bile Oscar'a aday gösterilmeyen Charlotte Rampling bu yıl heykelciği alabilecek mi?
Los Angeles Film Eleştirmeneleri

En İyi Film: Spotlight
En İyi Yönetmen: George Miller ( Mad Max Fury Road )
En İyi Erkek Oyuncu: Michael Fassbender ( Steve Jobs )
En İyi Kadın Oyuncu: Charlotte Rampling ( 45 Years )
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Michael Shannon ( 99 Homes )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Alicia Vikander ( ex Machina )
En İyi Senaryo: Spotlight ( Tom McCarthy & Josh Singer )
En İyi Animasyon: Anomalisa
Yabancı Dilde En İyi Film: Son of Saul
En İyi Belgesel: Amy
En İyi Müzik: Carter Burwell ( Carol ve Anomalisa )
En İyi Görüntü Yönetimi: John Seale ( Mad Max Fury Road )
En İyi Kurgu: The Big Short
En İyi Yapım Tasarımı: Mad Max Fury Road

Gönlümüz The Look of Silence'dan yana ama Amy yılın en iddialı belgeseli
New York Online Film Eleştirmenleri

En İyi Film: Spotlight
En İyi Yönetmen: Tom McCarthy ( Spotlight )
En İyi Erkek Oyuncu: Paul Dano ( Love & Mercy )
En İyi Kadın Oyuncu: Brie Larson ( Room )
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance ( Bridge of Spies )
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Rooney Mara ( Carol )
En İyi Senaryo: Spotlight ( Tom McCarthy & Josh Singer )
En İyi Oyuncu Kadrosu ( Ensemble ): Spotlight
En İyi Animasyon: Inside Out
Yabancı Dilde En İyi Film: Son of Saul
En İyi Belgesel: Amy
En İyi Müzik Kullanımı: Love & Mercy
En İyi Görüntü Yönetimi: John Seale ( Mad Max Fury Road )
En İyi Yeni Sinemacı: Alex Garland ( Ex Machina )
En İyi Çıkış Yapan Oyuncu: Alicia Vikander ( Ex Machina ve The Danish Girl )

Güzel İşler


Uzun zamandır Güzel İşler'e göz atmamıştık. Oysa sinemanın yanı sıra afiş/illüstrasyon sanatı da alabildiğine gelişiyor ve harika tasarımlar çıkıyor ortaya. Örneğin burada gördüğünüz Julian Rentzsch imzalı illüstrayonlar gibi. Yönetmen Portreleri başlığıyla çıkan bu seride Hitchcock, Kubrick, Lynch, Tarantino, Scorsese ve Burton için yapılmış çizimler var ve her biri olağanüstü detaylarla çalışılmış. En altta Kubrick portresinden bazı detayları yakından görebilirsiniz. Internette Stellavie Director Portrait Prints diye arama yaparsanız bu çalışmaların sayılı baskılarından satın da alabilirsiniz.










4.12.2015

Sight & Sound yılın en iyilerini seçti



Dünyanın en prestijli sinema dergilerinden Sight & Sound dünya çapında 168 film eleştirmenine sormuş ve 2015'in en iyilerini listelemiş. Listede sadece bu yılın filmleri yok aslında, geçen yılın, hatta bir kaç yıl öncesinin filmlerine bile rastlamak mümkün. Örneğin Asghar Farhadi'nin 2009 tarihli muhteşem filmi About Elly de listede var ve 58. sırada. Filmin İngiltere'de bu yıl vizyona çıkmış olması bu duruma sebep olmuş elbette yoksa sinemayla yakından uzaktan ilgisi olan herkes çoktan izledi About Elly'yi. Aynı şekilde eğer About Elly bu yılın filmi olsaydı muhtemelen çok daha fazla oy alacak ve listede zirveye daha yakın bir yerde duracaktı. Uzatmayayım, Fargo dizisini bile oy aldığı bu kalabalık listenin ilk 20 filmi şöyle sıralanıyor:


1. The Assassin - Hou Hsiao-Hsien
2. Carol - Todd Haynes
3. Mad Max Fury Road -  George Miller
4. Arabian Nights - Miguel Gomes
5. Cemetery of Splendour - Apichatpong Weerasethakul
6. No Home Movie - Chantal Akerman
7. 45 Years - Andrew Haigh
8. Son of Saul - Lazslo Nemes
=9. Amy - Asif Kapadia
=9. Inherent Vice - Paul Thomas Anderson


=11. Anomalisa - Charlie Kaufman & Duke Johnson
=11. It Follows - Davit Robert Mitchell
13. Phoenix - Christian Petzold
=14. Girlhood - Celine Sciamma
=14. Hard To Be A God - Alexei German
=14. Inside Out - Pete Docter
=14. Tangerine - Sean Baker
=14. Taxi Tehran - Jafar Pahani
=19. Horse Money - Pedro Costa
=19. The Look of Silence - Joshua Opphenheimer


Görüldüğü üzere ilk 20'de birçoğunu festivallerde izlediğimiz bir seçki var. Aslına bakarsanız 200'e yakın ( daha fazla da olabilir, tek tek saymadım ) filmin yer aldığı tüm liste yine çoğunluğu dünyanın dört bir yanındaki festivallerde gösterilip övgü almış filmlerden oluşuyor. Zirveye bir hayli yakın duran Mad Max Fury Road yılın büyük bütçeli yapımlarını temsil eden bir aksiyon olarak çok fazla oy almış görünüyor ama bana sorarsanız bu yeri de hak ediyor. Yılın çok ses getiren korku filmi It Follws'un da bir hayli oy almış olduğunu görmek beni çok sevindirdi doğrusu, zira son yılların en etkileyici korku sineması örneklerinden olduğu kesin. Carol'un Oscar'larda da çok öne çıkacağını düşünmek yanlış olmaz herhalde. Miguel Gomes'in 6 saatlik Birbir Gece uyarlaması Arabian Nights'ın bunca beğenilmesi ise şaşırtıcı ( uzunluğundan ötürü her şeyden önce ) ama sevindirici, zira Portekizli yönetmen ( Tabu'yu hatırlarsınız herhalde ) dünya sinemasının en güçlü isimlerinden biri.Listedeki isimlerden ikisi ( Akerman ve German ) ne yazık ki artık aramızda değil ve bu isimlere büyük listede yer alan bir diğer usta sinemacı Manoel de Oliveira'yı da ekleyebiliriz. Yine ilk 20'ye baktığımızda iki de belgesel yapımın buraya girdiğini görüyoruz: Amy ( Asif Kapadia ) ve The Look of Silence ( Joshua Oppenheimer ). Her iki film de yılın mutlaka izlenmesi gerekenlerinden. İlk 20'yi kılpayı kaçıran bazı yapımların da ( Duke of Burgundy ve Clouds of Sils Maria ) yılın bence en iyilerinden olduğunun altını çizmek isterim.


Gelelim sinemamıza. Ne yazık ki listenin tamamında ( büyük listeden bahsediyorum ) tek bir Türkiye yapımı film yok. Öte yandan Deniz Gamze Ergüven'in gösterildiği her yerde büyük ilgi gören ( belki sadece Türkiye hariç ) filmi Mustang listede 46. sırada yer alıyor ve bu filmin yapımcılarından biri Türk olduğu için en azından bir teselli bulabiliriz. Aynı şekilde 168 film eleştirmeni arasında yine Türkiye'den tek bir isim yok ki, bunu da anlamak zor doğrusu. Bu konuyu da son bir not olarak düşelim buraya.

20.11.2015

Dünyadan sansür manzaraları


Hep kendi memeleketimizdeki sansürleri konuşacak değiliz ya. Bizde zaten bitmiyor mevzu, bol bol konuşuruz yine, bu kez dünyadan haberlerimiz var. İlki İsrail'den. Guardian'ın haberine göre bizde de bugün vizyona giren Hunger Games serisinin son halkası Mockingjay - Part 2'nin İsrail'de kullanılacak afişlerinden Jennifer Lawrence'ın fotoğrafı kaldırılmış. İsrail'in başta Bnei Brak kenti başta olmak üzere bazı bölgelerinde kadın görüntüsünün yasak olduğu bildirilirken geçmişte bir çok başka bölgede de kadın fotoğrafı olan afişlerin yırtıldığına dikkat çekilmiş. Yani anlayacağınız Jennifer Lawrence'ın görüntüsü, çıplak olmasa da, bazı kesimlerin hassasiyetini rencide ediyor. Sonuç: sansür elbette.


Bir diğer sansür haberi de Hindistan'dan. Variety'nin haberine göre James Bond'un son filmi Spectre'de 007'nin birbirinden güzel kadınlarla öpüştüğü sahneler hunharca kesilmiş. Hindistan'da bu işlere karar veren kuruludan bir üyenin açıklamasına göre kurulun başkanı ve Bollywood yapımcısı Pahlaj Nihalani ülkenin muhafazakar Başbakanı Narendra Modi'nin yardakçısı olduğu için bu kararı aldırmış. Sonuç: yine sansür elbette. Bazı şeyler ne kadar tanıdık değil mi?

Robert Carlyle: Okuduğum en iyi senaryo!



90'lı yılarda İngiliz sinemasını yeniden popülerleştiren filmlerden biriydi Trainspotting. Danny Boyle'un ikinci yönetmenlik denemesi olan film ( ilki de Shallow Grave idi, ki o da çok sağlam filmdir ) 70'li yıllarda Hollywood'un gölgesinde ve gerisinde kalan ada sinemasının sadece yeniden para kazanmaya başlamasına değil, aynı zamanda pek bir cool görünmesine de yol açmıştı. Gerçi 80'li yıllarda Peter Greenaway dünyada ancak David Lynch gibi isimlerin aşık atabileceği denli özgün bir sinema yapıyordu ama izleyicinin kolay kolay tüketebileceği filmler değildi onlar ve fazla fark edilmeden geçip gittiler. Oysa Trainspotting öyle değildi. Hem neredeyse Tarantino kadar "fresh" bir havaya sahipti, hem de özellikle genç izleyicilerin fazlasıyla özdeşlik kurabileceği bir dünyayı anlatıyordu. Bunda filmin kaynak romanının yazarı Irvine Welsh'in de minör dehasının payı büyüktü elbette ama Boyle'un titizlikle bir araya getirdiği oyuncu kadrosunun da hakkını yememek lazım doğrusu. Shallow Grave'le keşfedilen EWan McGregor'un Renton performansı son yılların en dikkat çekici oyunculuklarından biriydi ve o dönem 20'li yaşlarını süren her gencin odasında onun filmin başında seslendirdiği monoloğun yazılı olduğu poster asılıydı. Hani şu "Choose Life" diye başlayan monolog.


Dikkatli sinemaseverler bilirler, bir süredir filmin devamının çekilmesi gündemde. Hatta senaryo bile hazır. Boyle ikinci filmin ilkinden 9 yıl sonrasını anlatacağını ( ki bu da aslında Welsh'in Porno adlı romanından uyarlanacak ) söylemişti bir söyleşisinde. Son gelen haberse çekimlerine yakında başlanacak filmin senaryosunu oyunculardan Robert Carlyle'ın okuduğu ve çok beğendiği yönünde. Hatta tam olarak şöyle demiş Begbie karakterini canlandıracak olan oyuncu: "Okuduğum en iyi senaryolardan biri amk". 1996'da canlandırdığı Begbie karakterinden sonra dünya çapında üne kavuşan ve çok sağlam bir kariyer inşa eden Carlyle'ın geçtiğimiz 20 yıl içinde Ken Loach, Antonia Bird, Alan Parker gibi sinemacılarla çalıştığını düşünürsek bir bildiği vardır herhalde. Şunları da söylemiş Carlyle bu arada: "İlk filmin başarısı beni biraz düşündürüyor ama bunu becerebilecek biri varsa o da sadece Danny Boyle'dur. Çalıştığım en iyi yönetmen o." Hemen belirteyim, Trainspotting 2'nin çekimlerine gelecek yaz başlanacak gibi görünüyor.




Bir efsaneye veda



Gecikmiş bir veda aslında zira Gunnar Hansen geçtiğimiz hafta hayata veda etti. Bilenler bilir, bilmeyenler için kısaca açıklayayım, Hansen korku sinemasının en ikonik tiplemelerinden Leatherface'i canlandıran oyuncuydu. İşin aslı tüm kariyeri de Leatherface'ten ibaretti ama  popüler kültürde bazen bu kadarcık bir kariyer bile tüm hayatınızı etkilemeye yeter.



Tobe Hooper'ın 1974 yılında izleyiciyle buluşan ve yıllar içinde kültleşen korku filmi The Texas Chainsaw Massacre başarısını büyük ölçüde yüzüne insan derisinden yapılma bir maske giyen Leatherface tiplemesine borçludur bence. Kendisinden sonra gelen manyak katillere de örnek oldu Leatherface ve yapımcılar kendi canavarlarını farklı kılabilmek adına mümkün olan tüm maske çeşitlerini denemeye başladılar. Akla ilk gelenler elbette hokey maskesi takan Jason Voorhees ( 13. Gün serisinin katili ) ve 2 dolara satın alınmış bir Kaptan Kirk maskesinin elden geçirilmiş versiyonunu giyen Michael Myers ( Halloween ). Palyaço ve bilumum şeytan/iblis maskelerinin cirit attığı beyazperdede baykuş, domuz, tilki, kurbağa gibi çeşitli hayvan maskeleri bulmak da mümkün. Yine de kime sorsanız Gunnar Hansen'in TCM serisinin ilkinde taktığı insan derisinden yapılma masken sinema tarihinin en korkunç maskesidir.


Gelelim Leatherface'in esin kaynağına. Herhalde korku sinemasına en çok esin sağlayan gerçek kişilerin başında Ed Gein gelmekte. 1906 - 1984 yılları arasında yaşayan ve sayısız cinayet işleyen psikopat katil Gein yukarıda sözü geçen Leatherface dışında Alfred Hitchcock'un başyapıtı Psycho'ya ve 1991 tarihli The Silence of the Lambs'in ( Kuzuların Sessizliği ) deri yüzen seri katili Buffalo Bill'e de ilham kaynağı oldu. Bunlar en ünlüleri elbette, yoksa kimbilir başka neler buluruz biraz deşsek. Evinde birçok insan kemiği ve organ parçası bulunan Ed Gein tıpkı Leatherface gibi kurbanlarının derilerinden yaptığı maskeler takıyor ve yine tıpkı Buffalo Bill gibi insan derisinden yaptığı kıyafetler giyiyordu.


1947 yılında İzlanda'nın başkenti Rejkjavik'de doğan ve 5 yaşında ailesiyle birlikte ABD'ye göç eden Hansen öğrencilik yıllarında tiyatroya bulaştı ve çeşitli işlerin yanı sıra oyunculuk da yapmaya başladı. İlginçtir, oyuncu olarak ilk işi de The Texas Chainsaw Massacre'daki Leatherface rolü oldu. Üç yıl sonra rol aldığı Demon Lover'ın ardından oyunculuğu değil de yazarlığı daha çok sevdiğini fark eden Hansen enerjisini bu alana kaydırmaya karar verdi ve The Hills Have Eyes adlı film için teklif edilen rolü reddetti. 1988 yılında yeniden oyunculuğa döndü ( Hollywood Chainsaw Hookers ) ve kariyeri boyunca çoğu korku olmak üzere 20'nin üzerinde filmde rol aldı. Leatherface ölene kadar peşini bırakmadı ve izleyinin hafızasına kendi yüzünden ziyade giydiği o korkunç maskeyle kazındı. Pankreas kanserinden öldüğünde 68 yaşındaydı. Leatherface ise ölümsüz elbette.



7.11.2015

Günün trailer'ı: #Horror



Bu yıl korku filmleri açısından hiç de fena geçmedi sanki. It Follows, The Witch ve Goodnight Mommy gibi gayet sağlam örnekler izledik ( kimini vizyonda, kimini festivalde ya da evde ). Şimdi de Tara Subkoff'un ilk uzun metrajlı filmi olan #Horror'un haberi geldi. 12 yaşındaki bir grup kızın başından geçenleri anlatan filmde Chloe Sevigny, Timothy Hutton, Natasha Lyonne, Balthazar Getty gibi isimler rol alıyor.  Umarız film bir an önce bizim ellere de uğrar.

2.11.2015

Günün trailer'ı: Truth



Gazetecilikle ve medyayla ilgili filmler her zaman ilgimi çekmiştir. Genellikle, ilginçtir, bu filmlerin gazetecilikle ilgili olanları ekseri mesleğin değerlerini yüceltmeye yönelik örnekler olarak karşımıza çıkarken, televizyonla ilgili olanlar çoğunlukla işin yozlaşmaya ne kadar müsait olduğuna dair filmlerdir. Tabii tam tersi örnekler de var ve sonuçta Hollywood'da bu konuyu merkezine alan ve hafızalarda yer etmiş bir çok film var. Bir ara bunların bir dökümünü yapmak hiç fena olmaz sanırım, üşenmemek lazım.

Yakın gelecekte izleyeceğimiz ve gazeteciliği merkezine alan iki filmden biri olan Truth ( diğeri Spotlight ) 2004 yılında yaşanan gerçek bir olayı konu ediniyor. Zamanın ABD Başkanı George Wç Bush'un askerlik hizmeti yapıp yapmadığının konu edildiği bir haber ve bu haberin yayınlanmasının ardından yaşanan olayları anlatan filmde Cate Blanchett, Robert Redford ve Topher Grace başrolleri paylaşıyor. Hemen hatırlatayım, film 6 Kasım'da vizyona girecek.

22.10.2015

Günün trailer'ı: Joy


Yıl sonunda vizyona çıkacak olan Joy oyuncu Jennifer Lawrence ile yönetmen David O. Russell'ın üçüncü ortaklığı. Sadece o da değil, Robert De Niro ve Bradley Cooper'ın da üçüncü çalışmaları Russell ile. İlki Silver Linings Playbook idi hatırlarsınız ve tüm kadro Oscar'a aday olmuş, Jennifer Lawrence heykelciği kapan isim olmuştu. Sonra American Hustle geldi. Ben açıkçası bu filmi daha çok sevmiştim ve yine tüm kadro Oscar'a aday olmuştu ( De Niro hariç ). Şimdiyse Joy var sırada ve yine tüm kadro Oscar'a aday olur mu bilemem ama Jennifer Lawrence'ın adaylığı kesin gibi. Hatta bir kez daha Oscar alabileceğine inananlar var şimdiden. Göreceğiz. Ben hala Lawrence'ın en iyi performansının Winter's Bone'daki oyunculuğu olduğuna inanıyorum ama belli olmaz tabii, daha yükseğe taşıyabilir çıtayı.

19.10.2015

70 yaşın eşiğinde yeni maceralar peşinde bir adam: David Lynch



Düşünüyorum da, ilk hangi filmiyle tanıdım David Lynch'i diye, sanırım Fil Adam ( The Elephant Man ) olmalı. Annemle beraber gitmiştim, muhtemelen 80'li yılların başlarında ve bir hayli fena olmuştum izlerken. O yaşta bir çocuk için ( 13 ? ) zor bir film olduğunu kabul etmelisiniz, ki sonradan anlayacaktım aslında kavranması, içine girilmesi nispeten kolay filmlerinden biri olduğunu. İlk filmi Eraserhead'i yıllar sonra izleyebildim örneğin ve ikisinin arasında dağlar kadar demeyeyim ama orta boy tepeler kadar fark olduğunu gördüm. Tepeler deyince İkiz Tepeler ( Twin Peaks ) geliyor tabii akla hemen. Video kuşağı çocukları ( ya da artık gençleri demeli herhalde ) olarak Freddy'nin son marifetleriyle Re-Animator, Children of Corn gibi gore/horror festivallerinin arasına belki yanlışıkla, belki merak sonucu, belki de arkadaş tavsiyesiyle sıkışan Twin Peaks'i izlediğimizde ( Ercan ve Ali şahidimdir ) ne çarptığını anlamamıştık. Elimizdekinin dizinin kısaltılarak kurgulanmış bir versiyonu olduğunu anlamamız biraz vakit alacak ve tüm dünya gibi kafa gidip geldikten çok sonra yavaş yavaş aymaya başlayacaktık. Şanslıydık bir bakıma, Lynch'in afallatıcı dehasıyla erken bir yaşta, çok da zamanın ruhunu ıskalamadan tanışmıştık. Çocuktuk belki ama salak değildik nihayetinde.


Lafı uzatmayalım, ilerleyen yıllar içinde izleyicisini şaşırtmayı, sersemletmeyi, kafasını karıştırmayı sürdüren Lynch önümüzdeki yıl 70. yaşını kutlayacak. Bir ara meditasyona merak salan ( hala da öyledir, bilmiyorum ), internetteki sitesinden her gün pencereden bakarak hava durumu rapor eden ve arada Isabella Rossellini gibi güzelliği heba eden ( her dahi gibi bir hayli de deli zira ) Lynch emekliliği düşünmediği gibi ilginç bir şekilde Twin Peaks'in yeni bir sezonuyla girecek 70. yaşına. Bırakın tüm bir sezonu, hatta bırakın tüm bir ilk bölümü neredeyse ilk sahnesiyle ( Laura Palmer'ın cesedinin bulunduğu sahne, ilk sahne miydi gerçekten yoksa hafızam oyun mu oynamakta bana? ) TV tarihini değiştiren adam neden yeniden aynı sahile dönmek ister, bilmiyoruz ama aradan geçen 30 yılın Lynch'in zihninde nasıl yankılandığını görmek açısından ilginç bir deneyim olacağı kesin. Meraklısına hemen hatırlatalım, ne yazık ki 3. sezon bölümleri 2017'den önce yayınlanmayacak. Üstelik Log Lady'nin aramızdan ayrılmasıyla ( Catherine E. Coulson 28 Eylül'de hayata veda etti ve Lynch "Bugün en sevdiğim dostlarımdan birini yitirdim" diyerek uğurladı onu ) kadro da eksikli ne yazık ki, ama yine de sabırsızlıkla bekliyoruz.

Sabırsızlıkla beklediğimiz bir başka şey de yine 2017'de kavuşacağımız bir David Lynch kitabı. Lynch ve gazeteci Kristine McKenna'nın birlikte kaleme alacağı kitap bir anı kitabı olacak ve ünlü sinemacının kedi deyişiyle "İnternette hakkında dolaşan türlü saçmalığa bir son verecek". Bir otobiyografi olmayacak ama 90'a yakın kişiyle ( Lynch'in arkadaşları, meslektaşları, iş ortakları ) yapılan söyleşileri içeren bir nevi sözel tarih girişimi olacak. Bu da merakla beklediğimiz kitaplar arasına girdi şimdiden elbette.


Son olarak; geçen seneydi herhalde, Louis C.K.'de olağanüstü komik bir performansını izlemiştim. Bulursanız kaçırmayın. Ayrıca müziğe de gitgide daha fazla merak saldı üstad, albüm falan kaydetti bir sürü ( en son The Big Dream ) onları da dinleyin derim. Duran Duran'ın bir konserini filme almış ( 2011 ) ve üstelik TV2 kanalında yayınlanıyor ara sıra, o da ilginizi çekebilir. Bir de tabii, hangi berbere gidiyorsun usta, nedir o saçların sırrı, demek istiyorum kendisine, sitayiş ve hayranlıkla.


7.10.2015

Filmekimi notları - 1


Filmekimi'ne daha hızlı bir giriş yapmak isterdim ama olmadı ne yazık ki ve şu ana kadar topu topu 4 film izleyebildim. Yine de festival devam ediyor ve önümüzdeki günlerden fazlasıyla umutluyum. Geride kalanlara bakacak olursak, Rumen sinemacı Corneliu Porumboui ( Bükreş'in Doğusu ) imzalı Hazine ( Comoara ) hiç şüphesiz yılın öne çıkan filmlerinden biri. Sinemasında hep mizahi bir damar da barındıran Porumboui bu filminde de minimalist bir üslup tutturmakla beraber kamerasını ve açılarını biraz daha serbest bırakmış ve anlattığı hikayenin içeriğini girift diyaloglarla zorlamadan, hem evrensel ölçekte bir mesel aktarmış hem de karakterleriyle kurduğu mesafeli ama son derece sevecen yaklaşımıyla izleyicinin içini aydınlatacak bir filme imza atmış. Filmin en başında küçük oğlunun onu bir kahraman gibi görmediğinin farkına varan baba ile onu şaibeli bir define avına çıkarmaya ikna eden komşusunun başından geçenler, finalde anlıyoruz ki çağdaş ve minimal bir Robin Hood hikayesi aslında. İşin doğrusu, iki adam gecenin bir vakti kazma kürek toprağa giriştiklerinde bir an Hazine acaba Yılmaz Güney'in Umut filmindeki gibi bir kanalda mı ilerleyecek diye düşünmedim değil. Ama Porumboui değişik ve aslında beklenmedik bir dönüşle ilerlettiği hikayesinde olayları ve durumları dramatize etmeden ( ki buna zemin müsait ) ve mizah dozunu da bir hayli düşük ( ama alabildiğine canlı ) tutarak ( ve üstelik sistem eleştirisini de es geçmeden ) unutulmaz bir iş çıkarmış.


Noah Baumbach'ın Bayan Amerika ( Mistress America ) filmi ise Amerikan sinemasında kendine niş bir yer edinen sinemacının oyuncu ve senarist Greta Gerwig ile kurduğu işbirliğinin yeni ürünü olarak çıkıyor karşımıza. Baumbach - Gerwig ikilisi bir anlamda Hollywood'da ( ve tabii ki dünya sinemasında ) çok sık rastlanan duo'lardan biri elbette ama bir yanıyla da hemen hepsinden farklı aslında. Bu kez hem bir erkek ve kadının bir araya geldiğini görüyoruz, hem de bu ikilinin senaryo gibi kilit bir alanda güçlerini birleştirdiğine ya da belki çarpıştırdığına tanık oluyoruz. Son yılların önemli kadın filmleri arasına giren Frances Ha ile başlayan bu birliktelik ( ki aslında Gerwig daha önce Greenberg'de de oynamıştı, onu da hesaba katmak lazım ve tabii ikilinin sevgili olduklarını da ) Bayan Amerika ile yeni bir ivme kazanmış gibi duruyor. Yine de açıkçası Frances Ha düzeyinde bir film olmadığını ve yer yer Woody Allen'a öykünen bir komediye yeltendiğini düşünüyorum Bayan Amerika'nın. Tabii ki filmin ana ekseninin yine de kadınlar olduğunu ve Baumbach'ın kadın bakış açısını maharetle yansıtan ender erkek sinemacılardan olduğunu teslim edelim.


Cannes'da Altın Palmiye kazanan Dheepan ( Jacques Audiard ) şüpheyle yaklaştığım ( ödül aldığı halde eleştirmenlerin gözdeleri arasında değildi Cannes'da ) ama çıkarken çok etkilendiğimi fark ettiğim bir film oldu. Sri Lanka'daki iç savaştan kaçan ve kaçabilmek için ölen bir ailenin yerine geçen üç kişinin ( Dheepan ya da asıl adıyla Sivadhasan, onun karısı rolünü üstlenen Yalini ve kızları rolünü üstlenen yetim Illayaal ) Fransa'da yaşadıklarına odaklanan film tam da Avrupa'daki göçmenlerin çokça gündeme geldiği şu günlerde zamanın nabzını yakalamış adeta. Sri Lanka'da Tamil Kaplanları olarak bilinen gerillalardan biri olan Dheepan Paris'in banliyölerinden birindeki bir toplu konutta kapıcı olarak çalışmaya başlar ve ilk başlarda her şey yolunda gibi gitse de bir süre sonra memleketindekinden çok da farklı olmayan  bir cengelin içine düştüğünü anlar. Benzer bir durum yaşlı bir mafya babasına bakıcılık yapan Yalini ve yeni okulunda dışlanan Illayaal için de geçerli olacaktır. jacques Audiard'ın son derece etkili bir anlatım tutturduğu filmin özellikle son 15 dakikası gerçek bir yönetmenlik gövde gösterisi. Audiard'ın Yeraltı Peygamberi ( Un Prophete ) adlı filmini izleyenler için şunu söyleyeyim, Dheepan gerek oyunculuklar ( başroldeki Antonythasan Jesuthasan ve Kalieaswari Srinivasan abartısız ama sıcak oyunculuklarıyla çok iyiler ) gerekse anlatım açısından bence daha ustalıklı bir film. Yeraltı Peygamberi'nde neredeyese tür filmi kalıplarına yaklaşan anlatım burada yok ve bu da filme daha gerçekçi, daha vurucu bir ton sağlıyor. Özellikle bir cengelden diğerine savrulan Dheepan'ın  ( adının Elephant yani file olan benzerliği tesadüf mü? ) yeni hayatına alışma sürecinde yaşadığı ikilemler ve dalgalı ruh hali mükemmele yakın bir biçimde verilmiş. Uzun lafın kısası, ne yapın edin, Dheepan'ı izleyin derim.


Matteo Garrone'nin Gomorrah'ı İtalyan sinemasının son yıllardaki en sarsıcı işlerinden biriydi. Elbette senaryoda büyük bir katkısı olan ve gazeteci kimliğiyle filme ciddi bir artı değer sağlayan Roberto Saviano'nun hakkını teslim etmek gerek ama Garrone de olağanüstü bir maharetle filmi kotarmış ve Cannes'da da Jüri Büyük Ödülü'nü kazanmıştı. Üstelik Garrone bir sonraki filmi Reality ile Cannes'da yine aynı ödülü alarak ilginç bir seri yakaladı ama son filmi Bir Varmış Bir Yokmuş ( Tale of Tales ) bence beklentileri karşılamıyor maalesef. Adı üzerinde bir masal var karşımızda. hatta bir değil, içiçe geçmiş bir  kaç masal var ve oyuncu kadrosu da Salma Hayek, Vincent Cassel, Toby Jones gibi uluslararası isimlerden oluşuyor. Hayek ve Jones'un performansları özellikle çok iyi olmakla beraber masallar arasında kurulmaya çalışılan ilintiler yeterince güçlü değil ve bu da senaryoda kopukluklara, yamalı bohça izlenimi veren bir yapıya yol açıyor. Yer yer olağanüstü güzellikte görüntüler var evet, ama sonuçta ele aldığı masallara ve genel anlamda masal formuna fazlaca yenilik getirmeyen ve zaman zaman izleyicinin hayalgücünü hafife alan bir film Bir Varmış Bir Yokmuş.


29.09.2015

Kritik: Marslı


Uzun zamandır dişe dokunur bir film çıkaramayan ( tabii bu benim görüşüm ) usta sinemacı Ridley Scott son filmi Marslı ( The Martian ) ile Alien ve Blade Runner gibi bilim-kurgu başyapıtlarının seviyesine ulaşamasa da en azından formunu yeniden yakaladığını gösteriyor. Filmin tam da NASA'nın Mars'ta akışkan su olduğuna dair açıklamasının ( yani Mars'ta hayat mümkün görünüyor ) üstüne vizyona girmesi de bir yandan bıyık altı gülümsemelerine yol açtı, diğer yandan da şüpheci komplo teorilerine. Oysa Mars'ta su olduğuna dair çeşitli kanıtlar 70'li yıllardan beri mevcut ( yani açıklama çok da haber değeri taşımıyor sanki ) ve neredeyse bir NASA propoganda filmi niteliği taşıyan Marslı'nın vizyon tarihiyle NASA açıklamasının senkronize edilmesi hiç şaşırtıcı değil. Yine de Scott'ın bu konudaki açıklamasına kulak verelim: "Mars'ta su olduğu bilgisini NASA bana aylar önce söylemişti ama filme bunu entegre edemeyecek kadar ilerlemiştik. Yine de ortaya çıkan işten memnunum zira senaryoyu değiştirseydik ( yani Mark gidip de devasa buzulu bulsaydı ) çektiğim çok iyi bir sahneyi ( Mark'ın suyu ürettiği sahne ) kaybetmiş olacaktım."


Andy Weir'in aynı adlı romanından uyarlanan Marslı bilim-kurgu türünde olmakla beraber işin bilim kısmına kurgudan ( daha doğrusu kurmaca demeliyiz herhalde ) daha fazla ağırlık veriyor. Bu da filmi hem daha inanılır, hem de açıkçası daha başarılı kılıyor zira olmayacak hikayelere, uçuk fantazilere bir hayli doyduk galiba. Üstelik, doğruya doğru, bilim o denli ilerledi ve evrenin sırlarına dair şifreleri o denli zorlamaya başladı ki saf bilim çok daha heyecan verici olmaya başladı. Son yıllarda kurgudan ziyade bilime ağırlık veren Gravity, Interstellar gibi izleyici ve eleştirmen nazarında takdir toplayan başka yapımların da ses getirmesi boşuna değil. Şunu kabul etmemiz lazım galiba: Mars'tan gelen uzaylı düşmanları alt etmek değil de, Mars'ta patates yetiştirebilmek çok daha büyük ve heyecan verici bir mucize.


Marslı'nın referanslarından biri de Robinson Crusoe şüphesiz. İnsan elinin değmediği ıssız bir coğrafyada ( Mars için de doğru bu, kısmen yeni keşfedilmiş Amerika kıtası için de ) hayatı yeniden üreten yalnız bir adamın hikayesini anlatan Marslı'nın Mark'ı kendisinden yüzyıllar önce benzer bir maceraya maruz kalan Robinson'ın uzaktan akrabası adeta. Öte yandan daha muzip izleyiciler eminim Mark'taki olağanüstü MacGyver potansiyelini de fark etmiş ve akıllarının bir köşesine not etmiştir. Mark'ın Mars'ta kimyevi marifetlerle su üretmesi ( şimdi bunun gereksiz olduğunu biliyoruz, malum zaten su varmış ama olsun, çaba yeter ), kendi dışkısını kullanarak tarım yapması vs tam da adamımız MacGyver'a yakışacak cinlikte fikirler, değil mi?


Sonuç olarak önümüzde eğlenceli ( ha-ha eğlenceli değil elbette, mizah yönü azımsanamaz belki ama burada eğlenceli derken "entertaining" demek istiyorum ), iyi oynanmış, iyi yazılmış, çok da güzel çekilmiş bir film var ve Interstellar kadar iddialı olmadan ( görsel anlamda olduğu kadar içerik anlamında da söylüyorum bunu ) bu kadar uzun bir hikayeyi ( 140 dk ) izletmek de her babayiğidin harcı değil.
****
Değerlendirme 5 yıldız üzerinden yapılmaktadır


23.09.2015

Filmekimi'nde ne izlemeli?



Bilindiği üzre Filmekimi yılın kapanışına doğru dünyada çok ses getiren filmleri ayağımıza getiren ve bir bakıma sonbahar hasadı olarak adlandırabileceğimiz bir festival. Mini festival ya da. İstanbul Film Festivali'nde 200'den fazla film gösteriliyorsa, Filmekimi'nde 40 küsur ( bu yıl 46 yanılmıyorsam ) film izleyiciyle buluşuyor. Bu filmlerin tamamı aynı düzeyde değil elbette ama büyük çoğunluğu görmeye değer. İşte bu etkinlikten sizin için ( ve tabii kendim için ) seçtiklerim.



Saul'un Oğlu - Laszlo Nemes

Macar sinemacı Nemes'in filmi ( ilk filmi olduğunu belirteyim bu arada ) Cannes'da Jüri Büyük Ödülü'nü ( ve FIPRESCI ödülünü ) aldı ve birçoklarından çok iyi eleştiriler aldı. Muhtemelen yılın en iyi filmi. 1944 yılında Auschwitz'deki bir cenaze görevlisinin başından geçenleri anlatan film tüm Filmekimi'nde tek bir film görecek olanlar için banko tercih bence.


Hazine - Corneliu Porumboui

Bükreş'in Doğusu filmiyle adını ezberlediğimiz Corneliu Porumboui son filmi Hazine ile yine Cannes'a katıldı ve Belirli Bir Bakış bölümünde Belirli Bir Yetenek ödülünü aldı. Rumen sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Porumboui son filminde büyükbabasının bahçesinde gömülü olduğunu düşündüğü hazinenin peşindeki bir adamın hikayesini anlatıyor. 


The Lobster - Yorgos Lanthimos

Dogtooth ve Alps filmleriyle adını duyuran Lanthimos günümüz Yunan sinemanın en dikkat çeken ismi. Şok eden filmleriyle ( ancak izlemiş olanlar anlayacaktır ) tanınan sinemacı bu kez uluslararası bir oyuncu kadrosuyla çalışmış ( Colin Farrell, Rachel Weisz vs ) ve ilk kez ülkesinin dışına çıkmış. Kaçırmamakta fayda var.


The Witch - Robert Eggers

Korku sinemasına meraklı olanların asla kaçırmaması gereken bir film The Witch. Robert Eggers'in ilk uzun metrajlı filmi olan The Witch insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birine odaklanıyor ve New England'da yaşanan cadı avını konu ediniyor. Sundance'de büyük sükse yapan film türünün en iyilerinden biri olmaya aday.


Carol - Todd Haynes

Cate Blanchett En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ını alalı iki yıl olmadı ama Carol ile bir kez daha alırsa şaşırmamak lazım belki de. Todd Haynes'in filmindeki performansı için o kadar iyi eleştiriler aldı ki bu cümleyi kurmakta sakınca görmüyorum. Patricia Highsmith'in otobiyografik özellikler taşıyan romanından hareketle çekilen film sadece oyuncu performansları için bile görülmeli bence.


Yukarıda bahsi geçen filmler bence Filmekimi'nin kreması ve kesinlikle görülmeleri gerek. Ama hepsi, bunula sınırla değil elbette. Noah Baumbach imzalı Bayan Amerika, Cannes'da Altın Palmiye'yi alan Jacques Audiard imzalı Dheepan, Taylandlı usta sinemacı Apichatpong Weerasethakul'un son filmi Saltanatın Mezarlığı, Pablo Larrain'den The Club, Joachim Trier ( Oslo 31 Ağustos ) imzalı Sessiz Çığlık, italyan sinemasının iki önemli ismi Matteo Garrone ve Paolo Sorrentino'nun son filmleri Bir Varmış Bir Yokmuş ve Gençlik bu listeye eklenmesi gereken yapımlar.


Bitmedi. Stephen Frears'ın Lance Armstrong'un skandal hikayesini anlattığı Son Efsane, Cannes'da Belirli Bir Bakış bölümünün ödülünü alan İzlanda filmiş İnatçılar, Anton Corbijn'in James Dean'in hayatını anlattığı filmi Life, Can Evrenol'un Toronto'da ses getiren ilk filmi Baskın, Hırvatistan'ın Oscar adayı Güneş Tepedeyken ve Venedik'te Altın Aslan'ı alan Venezüela filmi uzaktan bu yılın es geçilmemesi gereken diğer yapımları. Aklınızda olsun.