31.08.2010

Haftanın polemiği: Depardieu - Binoche



Aslında henüz polemiğe dönüşmüş sayılmaz. Zira elimizde sadece Gerard Depardieu'nün zehir zemberek sözleri var. En son Cannes'da da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Juliette Binoche için Gerard Depardieu açmış ağzını, yummuş gözünü ve bakın neler demiş: "Bu oyuncunun sırrı nedir, bana söyleyebilir misiniz? Bunca yıl neden bu kadar el üstünde tutulduğunu bilmek isterim doğrusu. Bana sorarsanız bir hiç o. Kesinlikle bir hiç. Deli olduğu halde Isabelle Adjani ondan çok daha iyidir. Ya da Fanny Ardant, olağanüstüdür, son derece etkileyicidir. Ama Binoche? Ne yapmış ki bugüne kadar?" Bu arada hemen belirtelim bu lafları Depardieu geçtiğimiz günlerde Profil adlı bir Avusturya dergisine verdiği mülakatta söylemiş.

Günün Afişi



Son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Let The Right One In için Tyler Stout'un yaptığı bu afişi pek beğendim doğrusu. Umarım sizin de hoşunuza gider.

Son durum: The Raven



Edgar Allen Poe'nun hayatının sinemaya aktarılacağını bundan bir yıl önce duyurmuştum. Bilmem hatırlayanlar var mı? Herneyse, ben bir kez daha hatırlatayım, Poe'nun hayatının son beş gününü anlatan The Raven adlı filmi V For Vendetta'nın yönetmeni James McTeigue çekecek. Edgar Allen Poe'yu ise John Cusack oynayacak. Bu son bilgiyi ise Cusack bizzat twitter'dan duyurdu. Geçtiğimiz bir yıl boyunca Ewan McGregor ve Joaquin Phoenix gibi isimler de Poe rolü için düşünülmüştü ama anlaşılan John Cusack rolü kapıvermiş. Hayırlı olsun. Cusack'ın her zaman hakkı biraz yenmiş bir oyuncu olduğunu düşünmüşümdür doğrusu. Bakalım bu rol ona neler getirecek? Bu arada Noomi Rapace'in de yönetmenle buluştuğu ve bu filmdeki bir rolle ilgili olarak görüştüğü söyleniyor. Bu söylentinin doğruluğunu da zaman gösterecek.

Alain Corneau: 1943 - 2010



Muhtemelen çok duymuşsunuzdur ama bir kez de buradan duyun, Alain Corneau hayata veda etti. Fransız sinemasını çok yakından takip etmeyenler bile onun Tous Les Matins Du Monde ( Dünyanın Bütün Sabahları ) adlı filmini duymuşlardır sanıyorum. 1970'li yıllarda polisiye filmlerle yönetmenliğe başlayan Corneau aslında müzisyen olmayı hayal ediyordu. Hatta jazz üzerine bir hayli yoğunlaşmıştı da. Fakat sonra, asistanlığını yaptığı Costa Gavras'ın da etkisiyle biraz, sinemaya döndü ve IDHEC'i bitirdi. Bundan yıllar önce ( ben diyeyim 10, siz deyin 15 yıl ) İstanbul'a geldiğinde sevgili Ersin ve Ani Pertan çiftinin evinde kendisiyle tanışma fırsatı da bulmuştum. Ferhan Şensoy da vardı hatta ve yaklaşık 2 saat boyunca güzel bir muhabbet dönmüştü. yanlış hatırlamıyorsam Türkiye'de bir film çekmek gibi bir düşüncesi de vardı. Sonra olmadı o iş. Uzatmayayım, akciğer kanserine yenik düştüğünde 67 yaşındaydı Alain Corneau.

30.08.2010

Tebrikler Jim Parsons'a



62. Emmy ödülleri birkaç saat önce sona eren bir törenle sahiplerini buldu. Bu yıl benimn en sevindiğim ödülse, başlıktan da anlaşılacağı üzere, Jim Parsons'ın ( yukarıda en solda ) aldığı Komedi dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülü oldu. 3. sezonu geçtiğimiz aylarda sona eren The Big Bang Theory şu sıralar televizyondaki en komik dizilerden biri ve Jim Parsons da şüphesiz son yılların en yetenekli komedyenleri arasında. Dizide Sheldon rolünü oynayan Parsons geçen yıl ödülü alamayınca hem şaşırmış, hem de kızmıştım doğrusu ama bu yıl neyse ki aynı hatayı yapmadılar. Tebrikler. Onun dışında Emmy'de hem tekrarlar hem de yenilerin zaferleri vardı. Tekrarlar, Mad Men'in bir kez daha Drama dalında En İyi Dizi ( 2. kez ) ödülünü alması ve Bryan Cranston'ın ( Breaking Bad ) 3. kez üstüste Drama dalında En İyi Erkek Oyuncu dalında zafere ulaşmasıydı. Yenilerse, ilk sezonunda başarıya ulaşarak 30 Rock'ın hakimiyetine son veren ve En İyi Komedi Dizisi dalında Emmy alan Modern Family ile yine ilk sezonunda Komedi dalında En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Edie Falco ( Nurse Jackie ) oldu. The Sopranos ile daha önce 3 kez ödülü alan Falco'nun bu kez sahneye çıkıp da "Bu saçmalık, ben komik değilimdir" demesi ise ayrıca komikti. 5 yıldır aday olduğu halde ilk kez Emmy'ye ulaşan Kyra Sedgwick ( The Closer ) ise en sabırlı ödül sahibiydi herhalde. Son iki yıl ödülü Glenn Close'a kaptıran Sedgwick bu kez törenden mutlu ayrıldı. Mini dizi kategorisinde beklendiği üzre The Pacific ödüle ulaşan yapım oldu. Çok nadir olarak televizyon yapımlarında oynayan Al Pacino ise yine yaptı yapacağını ve Dr. Kevorkian rolüyle ( You Don't Know Jack ) 2. Emmy'sini ( ilkini Angels In America ile almıştı ) alıp gitti.

27.08.2010

Jean-Luc Godard'a onur Oscar'ı



Akademi, bu yılın onur ödüllerini açıkladı. Geçtiğimiz yıldan beri, törenin ratinglerini yeniden yükseltebilmek adına, onur ödülleri Oscar gecesinde değil, başka bir buluşmada veriliyordu. Yine öyle olacak ve 13 Kasım'da düzenlenecek yemekli bir gecede ödüller sahiplerine sunulacak. Bu yılın en önemli ismi elbette Fransız sinemacı Jean-Luc Godard. Fransız Yeni Dalga akımının en önmeli yaratıcılarından biri olan ve Oscar'a ( aslında hemen hemen kurumsallaşmış herşeye ) karşı nefret dolu tepkisi bilinen yönetmene bir onur ödülü verilecek. Godard'ın törene gelip gelmeyeceği ise şimdiden merak konusu. Bu merakın bir sebebi de Akademi yetkililerinin ona ulaşamamaış olması. Ama, haber tüm medyay yayıldığına göre Godard'ın da kulağına gitmiştir diye düşünüyorum. Bu arada 3 Oscar daha verilecek 13 Kasım'da. Biri Irving G. Thalberg ödülü ve alacak olan kişi de Oscar koleksiyonu hiç de fena sayılmayan Francis Ford Coppola. Daha önce farklı dallarda 5 Oscar'ı bulunan Coppola böylece 6. kez heykelciği kaldıracak. Oscar'a bir kez dahi aday gösterilmeyen ve birçoklarına göre bir hayli hakkı yenen oyuncu Eli Wallach ise gecede onur Oscar'ı verilecek bir diğer isim. The Good, The Bad & The Ugly adlı filmin Çirkin'i olarak da tanıdığımız Wallach şu sıralar 94 yaşında. 13 Kasım'da ödül alacak son kişiyse film tarihçisi Kevin Brownlow.

25.08.2010

İlginç bir kadro



Tam "bu filmde Al Pacino'nun ne işi var" diyordum ki, aktörğn kendini canlandıracağını okuyup sakinleştim. Gerçi önyargı iyi birşey değildir ama Adam Sandler'ın çok da önemli bir oyuncu olduğu kanaatinde değilim. Komedyen olarak da ortalama bulurum kendisini. Öte yandan Al Pacino da sütten çıkmış ak kaşık değil maalesef. Çok kötü filmlerde oynamışlığı vardır ( bkz Al Pacino'nun en kötü 5 filmi ). Ama Adam Sandler ile aynı filme nedense pek yakıştıramadım. Üstelik Sandler'ın Jack & Jill adlı filmde biri erkek, diğeri kadın ikiz kardeşlerin her ikisini de oynayacağını duyunca. Filmde ayrıca Katie Holmes da var, ki Tom Cruise ile evlenen bir yıldızcıktan herşey beklenir herhalde. Uzatmayayım, film bana itici geldi, ama Al Pacino kendini oynayacağına göre rolü kısadır diye umuyorum. Yönetmen de en son Grown Ups'ı çeken Dennis Dugan.

Angelina Jolie'den Bosna filmi



Olay netleşene kadar birkaç gün bekledim, iyi de etmişim. İlk haberler Angelina Jolie'nin Bosna savaşıyla ilgili bir filmde rol alacağı yönündeydi. Ama bugün anlaşıldı ki, Jolie filmde rol almayacak ama senarist ve yönetmen sıfatıyla görev üstlenecek. Güzel yıldızın ilk yönetmenlik denemesi olan film Sırp bir adamla, Bosnalı bir kadının savaş arefesinde başlayan ilişkilerini ve savaşın bu aşk üzerindeki etkilerini ele alacak. Senaryoyu da Jolie'nin yazacak olması ayrıca ilginç bir not. Oyuncuların kimler olacağına dair herhangi bir bilgi yok bu arada.

23.08.2010

Haftasonundan kalanlar


Bu haftasonu casus filmleri vardı ağırlıklı olarak menüde. İzlediğim ilk filmse Werner Herzog'un son filmi My Son My Son What Have Ye Done oldu. Doğrusu Herzog'un her filmini merakla ve çoğunlukla da "iyi ki izlemişim" duygusuyla izliyorum. Bu sefer de farklı olmadı. Filmin yapımcısı da David Lynch bu arada. Gariptir, filmin birçok anında Lynchvari bir hava hissetmedim değil. Ama Herzog etkisi bambaşka tabii. Gerçek bir olaydan esinlendiği söyleniyor filmin başında ama bunun doğru olup olmadığı bile şüpheli bence. Ne de olsa Herzog'dan bahsediyoruz. Bir trajedi gibi kurgulamış filmi Herzog ve bunu da Orestes'in bir temsiliyle harmanlamış. Başroldeki Michael Shannon şaşılacak derecede iyi bir oyunculuk sergiliyor. Onun da bir deliliği var Herzog gibi. Willem Dafoe, Chloe Sevigny, Udo Kier ve anne rolünde Grace Zabriskie ( Twin Peaks'ten hatırlayacaksınız ) filmin diğer oyuncuları. Salonlara çıkar mı bilemiyorum ama tipik bir festival filmi, bulduğunuz yerde izleyin.



Haftanın noir'ı ise beyazperdenin en önemli klasiklerinden ( en azından noir tutkunları için ) Double Indemnity. Filmi daha önce izlemiştim elbette ama bir kez daha izlemekten sakınca gelmez diyerek oturdum başına ve bir kez daha hayranlıkla gözlerimi ayırmadan seyrettim. Billy Wilder'ın gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerden biri olduğunu düşünüyorum doğrusu. Bu anlamda belki de hakkı tam olarak verilmemiş bir sinemacıdır. farklı türlerde olağanüstü filmleri vardır ki bir yönetmenin hem komedi, hem noir, hem savaş, hem de drama çekip de hedefi hep 12'den vurması pek kolay değildir. Sunset Boulevard, Some Like It Hot, Witness For The Prosecution, Stalag 17... Tabii Double Indemnity'nin yeri başka. Bir noir'ın tüm önemli unsurlarına sahip olmakla birlikte, tüm klasikler gibi, içine sıkıştırıldığı türe sığmayan bir film bence. Uzun uzun konuşmaya gerek görmüyorum ve Amazon'a girip hemen kendinize bir tane sipariş edin diyorum.



Gelelim casus filmlerine. İzlediğim ilk film en yeni casus filmi Salt oldu. Doğrusu hemen sıkılıp yarıda bırakırım diyordum ama sandığım kadar kötü çıkmadı ve sonuna kadar izledim. İzlerken bir yandan da Tom Cruise oynasa nasıl olurdu acaba diye de düşündüm sık sık. Galiba Angelina Jolie daha iyi olmuş. Gerçi dövüş sahnelerinde hep bir inandırıcılık sorunu oluyor ama herhalde bu da manasız bir önyargı. Sonuçta, sıkmayan, entrikası yerinde, oyuncluk performansları vasatın üzerinde, tempolu bir aksiyon.


Biraz da Salt'un gazıyla olsa gerek, oturup Bourne üçlemesinin son filmi The Bourne Ultimatum'u da bir daha izledim. Aslında iyi de etmişim çünkü bazı yerlerini unuttuğumu farkettim. Tabii ki Bourne filmleri Salt ile karşılaştırıldığında birkaç gömlek üstün duruyor. Ne de olsa James Bond'a bile hiza aldıran bir seriden bahsediyorum. Gerçi bir daha izler miyim, artık o kadar da değil. Ama Bourne son yılların en iyi aksiyon-casus filmlerindendi, orası kesin.

İzlediğim son filmse gerçek bir casus klasiği olan The Spy Who Came In From The Cold adlı filmdi. Soğuktan Gelen Casus adıyla yıllar önce dilimize de çevrilen John Le Carre romanı casus literatürünün en önemli eserlerinden biridir. Casusluk deyince de elbette soğuk savaş dönemini tek geçerim. John Le Carre'nin de ( ve tabii Len Deighton'ın da ) en iyi romanları hep soğuk savaş döneminde geçenlerdir. Richard Burton'ın başrolünü oynadığı Martin Ritt imzalı filmse sinemada casus mevzunun ele alan en iyi filmlerden biri elbette. Burton tükenişin eşiğine gelmiş Alec Leamas rolünde müthiş bir performans sergiliyor. Diğer oyuncular pek onun seviyesinde değiller doğrusu ama sırf açılış sekansı bile filmin ufak tefek günahlarını affetmeye yetiyor bence. 1965 tarihli siyaz beyaz film aynı zamanda George Smiley'nin de izleyiciyle tanıştığı ilk film. Yine aynı yıllarda çekilmiş The Ipcress File hala benim en sevdiğim casus filmidir ama The Spy Who Came In From The Cold da en üst sıralarda bir yerde.

20.08.2010

Noomi Rapace yeni Marion Cotillard mı?



Sanal alemin en sağlam haber sitelerinden Deadline Hollywood'un böyle bir iddiası var. Dikkate almak lazım. Noomi Rapace'nin Lisbeth Salander rolüyle İsveç'in Oscar muadili ödülünü aldığına dikkate çeken Deadline'cılar Magnolia Pictures'ın ( Millenium serisinin dağıtımcısı olan şirket ) şimdi de genç aktris için Oscar adaylığı kampanyası başlattığını yazıyorlar. Bu arada geçenlerde Hollywood'a gidip kimi görüşmeler yapan Rapace için hem Sherlock Holmes 2 hem de Mission Impossible 4'te oynayacağı yolunda söylentiler var. Yani işleri yolunda gidiyor gibi.

Jim Jarmusch'un yeni filmine dair



Bağımsız sinema deyince Jim Jarmusch'u tek geçerim. Haydi o kadar abartmayalım ama, en önemli bağımsız sinemacılardan biridir benim gözümde. Taviz vermemiş, şikayet etmemiş, mainstream'e geçmek için bir tarafını yırtmamıştır. Geçenlerde Pitchfork'a verdiği bir röportajda Jarmusch yeni projelerinden söz etmiş. Henüz finanse edemediği ama gelecek yıl çekmeyi planladığı filminde Tilda Swinton, Michael Fassbender ve Mia Wasikowska gibi oyuncuların oynaması muhtemel görünüyor. Jarmusch'un bir başka projesi de The Stooges hakkında bir belgesel olacak. "Iggy çekmemi istedi" dediği film için aceleye gerek olmadığını, birkaç yıl süreceğini söylüyor Jarmusch. Bir de Nikolai Tesla hakkında bir opera üzerinde çalışıyormuş ki çok merak ettim doğrusu.

Günün Afişi



Yavuz Turgul'un yeni filmi Av Mevsimi için karakter afişleri tasarlanmış. Türk sinemasında fazla yapılmayan bir uygulama ( ilk anda aklıma başka örneği gelmedi açıkçası ) ve bence hiç de fena olmamış. Bakalım sisin de hoşunuza gidecek mi?

Londra'ya yolu düşenler bu sergiyi kaçırmasın



26 Ağustos'ta Getty Images'ın Londra'daki galerisinde güzel bir fotoğraf sergisi başlıyor. Serginin adı Love From London: A City of Stars ( Londra'dan Sevgilerle: Bir Yıldızlar Kenti desek yakın bir çeviri olur herhalde ). Sergi, tahmin edileceği üzere, dünyaca ünlü yıldızların Londra'da çekilmiş fotoğraflarından oluşuyor. Audrey Hepburn'ün Richmond Parkı'ndaki bir anı, Elizabeth Taylor'ın Trafalgar Meydanı'nda güvercinlere yem vermesi ve Frank Sinatra ile Dean Martin'in Londra'ya gelişler ( yukarıda ) gibi fotoğraflar var örneğin. Aslında bu fikri İstanbul'a da uyarlayamaz mıyız diye düşündüm doğrusu. Tabii bunu için iyi bir arşiv olması gerekir, ki galiba bizim de en büyük eksiklerimizden biri bu. Hemen belirteyim, Londra'daki sergi 9 Ekim'e kadar sürecek ve Getty'nin galerisi de 46 Eastcastle Street adresinde.

19.08.2010

"Dalgalar" Toronto'da



Önümüzdeki günlerde ( 9 - 19 Eylül ) düzenlenecek 35. Toronto Film Festiavili'nde gösterilecek yapımlardan biri de Belmin Söylemez'in imzasını taşıyan Dalgalar adlı kısa metrajlı film olacak. Türkiye'de kısa film alanında birbirinden nitelikli işlere imza atan Söylemez bu yıl Toronto'ya katılacak tek Türk yönetmen değil. Festivalde İstanbul'a ayrılan City to City adlı özel bir bölümde Pelin Esmer'in 11'e 10 Kala, Emre Şahin'in 40, Zeki Demirkubuz'un C Blok, Theron Patterson'ın Bahtı Kara, Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak, Tayfun Pirselimoğlu'nun Saç, Seren Yüce'nin Çoğunluk, Reha Erdem'in Hayat Var, Özlem Sulak'ın 12 Eylül, Derviş Zaim'in Tabutta Röveşata adlı filmleri de gösterilecek.

18.08.2010

Toy Story 3'ten yeni bir rekor geldi



Daha önce Shrek 2'ye ait olan hasılat rekoru Toy Story 3 tarafından tarihe gömüldü. Dünya çapında 940 milyon dolar hasılat elde film böylece en yüksek gişe geliri getiren animasyon yapım oldu. Shrek 2'nin rekoru ise 919 milyon dolardı. Bu arada şunu da belirteyim, sadece ABD hasılatları dikkate alınırsa Shrek 2 hala önde.

Güzel işler


Tasarımcı Nick Tassone'nin imzasını taşıyan bu minimalist afişlerin ortak yanı hepsinin bir Stephen King uyarlaması oluşu. Benim favorilerin The Shining ve Misery oldu doğrusu. Galiba içlerinde en iyi filmler de onlar. ( Shawshank tutkunlarının itirazlarını mı duyuyorum ne? )

17.08.2010

Günün Afişi



Fazi'nin yolladığı linkten bir sürü minimalist afiş çıktı. Bu en beğendiklerimden biri. Başkaları da var, sırayla paylaşırım artık.

Ejderha Dövmeli Kız belli oldu



David Fincher'ın Hollywood'a uyarladığı The Girl With The Dragon Tattoo'da Lisbeth Salander rolünü kimin oynayacağı belli oldu nihayet. En son A Nightmare On Elm Street'te izlediğimiz Rooney Mara tüm rakiplerini geride bırakarak rolün sahibi oldu. 1985 doğumlu oyuncu Fincher'ın henüz gösterime girmeyen The Social Network adlı filminde de rol aldı. Herkesin gözünü diktiği Lisbeth rolünü de bu sayede kaptığını tahmin etmek zor değil herhalde. Bu arada rolün aslı sahibi Noomi Rapace da Hollywood'daki ilk filmine hazırlanıyor. Brett Ratner, Ridley Scott ve McG gibi yönetmenlerle buluşacağı söylenen oyuncunun hangi proje için imza atacağı ise henüz belirsiz.

Son filmin ilk görüntüsü



Son film derken, Coen Biraderler'in çekmekte olduğu yeni filmden, yani True Grit'ten bahsediyorum. Yukarıdaki fotoğraf filmin basına servis edilen ilk görüntüsü. Resimaltında da yazdığı gibi Jeff Bridges ve Hailee Steinfeld filmin başrollerinde. Filmde ayrıca Josh Brolin ve Matt Damon da var. 25 Aralık vizyon tarihi.

16.08.2010

Guillermo Del Toro neden The Hobbit'i çekmedi?



Çok sebep var elbette. Bu kadar büyük ölçekli işlerde, bütçeden kadroya kadar hemen her ayrıntı mesele olur zaten. Yine de Guillermo Del Toro bir ara The Hobbit'i çekmeye çok yakındı, ama olmadı. Bunda da ilginç bir ismin parmağı varmış meğer: James Cameron. Del Toro'nun filmi çekeceği haberleri ortaya çıktığında filmi çekmemesi yolunda ona telkinde bulunmuş Cameron. Şöyle diyor: "Uzun zamandır bu işten vazgeçmesi gerektiğini söylüyordum çünkü her geminin tek bir kaptanı olur sadece. Eninde sonunda Peter Jackson'ın devreye girip filmi çekmek isteyeceğini düşünüyordum. Guillermo beni dinlemedi ve harika set tasarımları yaptı. Çok iyi bir iş çıkaracaktı eminim ama Peter Jackson'ın çekmesini istemiyor muyduk hepimiz? Filmi Jackson çekmeliydi ve Guillermo da kendi işine bakmalıydı. Her ikisine de söyldim bunu, dedim ki, kendi köşelerinizde kalın." Buyrun bir de buradan bakın bakalım meseleye.

13.08.2010

Terrence Malick oyuncu değiştirdi



Ne mutlu bize ki, Terrence Malick vitesi yükseltti ve filmlerinin arasındaki 10 - 20 yıllık bekleme sürelerini 2-3'e indirdi. Tree of Life gösterime hazır örneğin ve Malick şimdiden yeni filminin oyuncu kadrosunu kurmuş durumda. Bu konuda daha önce duyurduğum isimler Christiane Bale, Javier Bardem, Rachel McAdams, Olga Kurylenko idi. Şimdi gelen bir habere göre Ben Affleck gelmiş, Christian Bale gitmiş. Filme katılan bir diğer oyuncu da Oscar ödüllü Rachel Weisz olmuş bu arada. Filmin adı henüz belli değil ve çekimlerin tam olarak ne zaman başlayacağı da bilinmiyor.

Günün Afişi



Alejandro Gonzalez Inarritu'nun Cannes Film Festivali'nde dünya prömiyeri yapan son filmi Biutiful'un güzel bir posteri var. Adındaki tashih görsele de yansımış sanki. Ben çok sevdim, bakalım film nasıl?

11.08.2010

Rolü Kapmak İçin Saçlarını Feda Eden Kız



Başlıkta sözünü ettiğim kişi Emma Watson. Yani Harry Potter filmlerinin en popüler 2. yıldızı. Kendisi yıllarca Hermoine rolünü canlandırdı ve ilerleyen yaşına rağmen hep aynı imajı korudu. Şimdiyse gördüğünüz gibi saçlarını kestirmiş. Neden derseniz, The Girl With The Dragon Tattoo'da Lisbeth rolünü kapmak için. Şu sıralar Hollywood'da en popüler rol bu biliyorsunuz. Orijinal filmde Noomi Rapace canlandırmıştı Ejderha Dövmeli Kız'ı ve David Fincher'ın uyarlamasında kimin oynayacağı bir süredir merak ediliyordu ( hala da ediliyor ). Anlaşılan Emma Watson da bu role gözünü dikmiş. Tabii saçını kestirmesi yetecek mi bilemiyorum. Pek sanmam doğrusu. Öte yandan Emma Watson'ın basın sözcüsü bu haberin tamamen yalan olduğunu açıklamış, onu da belirteyim.

Günün Afişi



Geçen yılın en çok iş yapan komedilerinden The Hangover'ın yönetmeni Todd Phillips'in yeni filmi Due Date 5 Kasım'da gösterime girecek. Filmde Robert Downey Jr. ve Zach Galifianakis başrolleri paylaşıyor. Çocuğunun doğumuna yetişemeye çalışan bir baba adayıyla işsiz bir oyuncunun maceralarını anlatan bir yol filmi Due Date. Filmde ayrıca Juliette Lewis, Michelle Monaghan ve Jamie Foxx da rol alıyor. Bu arada Phillips'in Ekim ayında The Hangover 2'nin çekimlerine başlayacağını da duyurayım.

Cuaron kimi seçecek?



Alfonso Cuaron yeni filmi Gravity'nin çekimlerine hazırlanıyor bir süredir. Bir uzay istasyonunda geçen filmin senaryosunu Alfonso Cuaron oğlu Jonas ile birlikte yazdı. Filmin başrolünü Robert Downey Jr.'ın oynayacağı kesin gibi ama ona eşlik edecek kadın oyuncunun kim olacağı henüz belli değil. Bir ara bu rolle Angeline Jolie'nin ilgilendiği ve Marion Cotillard'ın deneme çekimleri yaptığı haberleri gelmişti. Filmin çekimleri yeni yılın ilk aylarına kadar başlamayacak ve kadın oyuncu seçimi de birkaç haftaya kadar yapılmış olacak. Şu sıralar rolün en büyük adayı Scarlett Johansson. Ancak gelen haberler Gossip Girl yıldızı Blake Lively'nin de role aday olduğu yönünde. İşin ilginç yanı Lively en son başrolünü Ryan Reynolds'ın üstlendiği Green Lantern'de rol almıştı. Ryan Reynolds da bildiğiniz gibi Scarlet Johansson'ın kocası. Karışık işler vesselam. Benim oyum elbette Scarlett'den yana bu arada. Şimdiden Cuaron'a duyurayım dedim.

10.08.2010

Bekmambetov'un önümüzdeki 10 yılı dolu



Bunu biraz da ben söylüyorum aslında çünkü Timur Bekmambetov proje halindeki filmlerinin hepsini çekecekse en az 10 yıla ihtiyacı var demektir. Bu projelerin biri Abraham Lincoln: Vampire Hunter adını taşıyor. Bekmambetov filmin bir komedi değil eğlenceli bir tarih dersi niteliğinde olduğunu söylemiş. Biraz Nightwatch sınıfında olacakmış. Kazak asıllı yönetmenin bir diğer projesi ise Jules Verne uyarlaması Denizler Altında 20.000 Fersah. Ridley Scott'ın ekibiyle çalıştığını söyleyen Bekmambetov filmi kendisinin çekmek istediğini belirtiyor. Yine denizde geçen bir diğer filmse Moby Dick olacak. Bu filmin henüz senaryo aşamasında olduğunu söyleyen yönetmen Moby Dick'i çekemye de niyetli görünüyor. Ve tabii Wanted 2. Bekmambetov'un ilk Hollywood denemesi olan Wanted onun ilk filmleri ( Nightwatch vs ) kadar iyi değildi belki ama yeteri kadar ilgi görmüş olacak ki ikincisi için düğmeye basılmış. Ama önce Lincoln projesini çekeceğini söylüyor yönetmen. Bir de Red Asphalt diye 3 boyutlu bir projesi var Bekmambetov'un. O da sarhoş bir halde otomobil kullanmanın ne gibi felaketlere yol açtığını anlatan bir korku filmi olacakmış.

Puşkaş beyazperdede



Futbolun en büyük efsanelerinden Macar futbolcu Ferenc Puşkaş'ın hayatı film oluyor. Yapımcılığını Adam Nemenyi'nin üstlendiği filmin henüz bir yönetmeni yok ama bu iş için Macar bir sinemacı arandığını söyleyebilirim. Bütçesi 10 milyon Euro olarak belirlenen film Macar - İrlanda - İspanya ortak yapımı olacak. Oyuncu kadrosu ve kamera arkası ekibin büyük çoğunluğu Macarlardan oluşacak ama başrolü İngiliz bir yıldız üstlenecek. 2012'de gösterime girmesi planlanan filmde Puşkaş rolünü kimin oynayacağı sorusu bu noktada biraz spekülasyona açık anlayacağınız. Eğer başrolü bir İngiliz oynayacaksa ( ki başrol Puşkaş olsa gerek ) akla David Beckham adı geliyor, değil mi? Ama bu rolü illa bir futbolcu oynayacak diye bir kural da yok elbette. Herneyse, bu konuda bir gelişme olduğu anda size de bildiririm, telaşa mahal yok. Bu arada, Puşkaş'ın İrlandalı aktör Colin Farrell'a da benzediğini düşünmüyor değilim doğrusu. Olabilir mi?

9.08.2010

Harvey Pekar'ın anısına



Öleli bir ay kadar olmuş ama ben ancak şimdi fark ediyorum ( offline olduğum döneme denk düşmüş ). Bana hatırlatan da Helen Mirren'in tişörtü ( aşağıda ) oldu doğrusu. Harvey Pekar en çok otobiyografik nitelikler taşıyan American Splendor adlı çizgi romanıyla tanınır herhalde. Pekar'ın yazdığı ve Dark Horse Comics ve DC Comics etiketleriyle 39 sayı çıkan American Splendor 2003 yılında sineya da aktarılmıştı. Başrolünü Paul Giamatti'nin üstlendiği filmde Pekar da rol almış ve kendini canlandırmıştı. Pekar'ın ilginç kitaplarından biri de Beat Kuşağı'nın tarihini anlattığı ve Ed Piscor'un resimlediği The Beats ( yukarıda ) adlı çizgi romandı. Prostat kanserine yenik düştüğünde 70 yaşındaydı.

5.08.2010

Kritik: Inception



Dikkat!! Bu yazıyı filmi izlememiş olanlar okumasın, okursa da küfür etmesin lütfen..

Bazı filmler vardır, izlecinin hayata bakışını değiştirir. Bazı filmler vardır, izleyicinin sinemaya bakışını değiştirir. Bazı filmler vardır izleyenin hayatını değiştirir. Bunlar iyi, hatta önemli filmlerdir. Ama bir de "büyük" filmler vardır, onlar yukarıda saydığım etkilerin hepsini birden yapar. Ne yazık ki Inception bu filmlerden değil. İyi bir film muhakkak, hatta belki önemli olduğunu bile söyleyebilirim ( çok da hevesli olmamakla birlikte ) ama büyük bir film asla değil.



Jonathan Lehrer filmin tamamının bir rüya olduğunu iddia ediyor. Kendisi önemli bir sinirbilimci. Filmi kendi açısından yorumlarken böyle bir sonuca varmış olması çok şaşırtıcı değil ve haklı da olabilir. Bir başkası da sinemanın zaten bir rüya olduğunu iddia edebilir elbette. Ya da tüm sanatın, tüm yaratının. Bu anlamda filmin bir rüya olduğu tezi ilginç ama çok da büyük bir buluş değil doğrusu. Öte yandan herşeyin bir rüya olduğu tezi izlediğimiz filmi eleştirmeyi de imkansız hale getiriyor ve bu da hiç sevmediğim bir şey. Tabii ki yorumlamak mümkün ( rüyalar yorumlanmak için değil midir zaten ?) ama rüya denilen deneyimin dramatik mantığa uymak zorunda olmadığını düşünürseniz ele avuca gelmez bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu kabul edersiniz. Yani eleştirmeye kalktığınız, ya da hatalı olduğunu işaret ettiğiniz herşey bir anda "ama bu bir rüya" savıyla duvara toslayacak. Oldu.



Yine Lehrer'in kaynak gösterdiği Devin Farci ( Chud.com) Inception'ın "film çekmek üzerine çekilmiş bir film" olduğunu iddia ediyor ki, bu biraz daha ilginç. Farci, Leonardo DiCaprio'nun bir röportajında Inception'ın Fellini'nin başyapıtı 8 1/2'a benzettiğini hatırlatıyor ve filmin soygun ekibinin tıpkı bir çekim ekibi gibi yapılandırılışına dikkat çekiyor. Buna göre, Cobb filmin yönetmeni; araştırmaları yapıp, ekibini nerede uyuyacağını saptayan Arthur da yapımcısı. Mimar Ariadne filmin senaristi, Eames ise oyuncusu ( madem ki başkasının rolünü üstleniyor ). Filmin teknik sihirbazı ise tabii ki Yusuf. Gelelim Saito ve Fischer'e. Bunların da ilki filme para yatıran kapitalist zengin ( hani zırt pırt "nasıl gidiyor" diye sete gelkmek isteyen ) ve diğeri de hedef, yani izleyici. İzlediği rüyadan ( filmden ) etkilenen, değişen ( en azından varsayımsal olarak ) insan. Tam ikna edici olmamakla beraber güzel bir çözümleme yapmış Farci. Ama yine de bu okumaların biraz zorlama olduğu kanaatindeyim. Daha da ileri giderek, büyük filmlerin bu okumalara ihtiyacı olmadığını düşünenlerdenim açıkçası. Ama bu apayrı bir tartışma konusu ve yanılıyor da olabilirm, önemli değil.



Inception ile ilgili olarak benim asıl takıldığım nokta filme olduğundan fazla önem atfediliyor oluşu galiba. Evet iyi bir film ama bazılarının iddia ettiği gibi yüzyılın en muhteşem filmi falan değil. Son 10 yıl içinde beni Inception'dan daha fazla heyecanlandıran birçok film seyrettim ve bazılarında da Christopher Nolan imzası vardı üstelik. Bence The Prestige ve The Dark Knight kesinlikle Inception'dan daha fazla etki bırakmış filmler benim üzerimde. Sanıyorum Nolan'dan önemli bir adım bekliyordum ve Inception'da bunu görememek beni hayal kırıklığına uğrattı. Yoksa beğendiğim bir film hakkında, sırf dünyamı altüst etmedi diye, bu kadar uzun ve neredeyse olumsuz yargılar içeren bir yazı kaleme almazdım. Anlaşılan ben bir David Lynch hamlesi bekliyormuşum Nolan'dan. Lynch'i taklit etmesi anlamında söylemiyorum elbette, sinemasını benzersiz kılması manasında yapıyorum bu benzetmeyi. Üstelik Inception'ın çokça övülen mekan tasarımlarının da son derece sıradan kaldığını düşünüyorum. Bunlar düşsel mekanlar mı allah aşkınıza? Gilliam'ın Brazil'ini izleyin çok rica ederim ve düşsel mekan nasıl olur ondan sonra konuşalım. Evet, tüm kentin kendi içine katlanması imgesi çok etkileyici ama hikayenin içinde bir işlevi olmadığı sürece çok anlamlı gelmiyor doğrusu. James Bond bile Q'nun ona küçük demolarla tanıttığı teknolojik oyuncakları mutlaka kullanır ve bu sayede hayatı kurtulur, ama nedense burada o eğilip bükülen mekanlardan biz bir işlev çıkaramıyoruz. Ya da çıkarıyoruz ama olmasa da olur kabilinden.



Bir de bu kadar düşsel bir yapının ne kadar tıkır tıkır gittiğini fark ettiniz mi? En heyecanlı rüyalarımızı bile bölük pörçük hatırlıyoruz ama hernasılsa bu filmde herşey alabildiğine düzenli, sıralı, disiplinli. Akademik neredeyse. Fazla kitabi, tüm o aşk, delilik, intihar, tutku gibi yoğun duygulanımlara rağmen. Bunu aslında eleştirmek için söylemiyorum, sadece dikkatimi çeken tuhaf bir ayrıntıydı. Buradan hareketle aslında filmin kendi içinde hemen herşeyi açıklamış oluşu da beni mutsuz etti açıkçası. Ama bu çok kişisel bir rahatsızlık elbette, bir gereklilik ya da eksiklik değil. Daha fazla uzatmamak adına kısa kesiyorum ve son olarak şunu söylemek istiyorum; bir film uzun zaman aklınızda kalıyorsa ve hemen tekrar izleme isteği uyandırıyorsa sizin için önemli bir filmdir. Bu öyle olmadı maalesef. ****