30.11.2011

Günün Trailer'ı: Rampart


İlk filmi The Messenger ile adından övgüyle söz ettiren Oren Moverman'ın yeni filmi Rampart geçen hafta ABD'de vizyona girdi. Oscar şansını kaçırmamak için sınırlı sayıda gösterime giren filmin bizde ne zaman gösterileceği belli değil ne yazık ki. Başrolünü Woody Harrelson'ın oynadığı filmin benim açımdan önemiyse senaryosunun James Ellroy imzalı oluşu. Polisiye sevdalısı biri olarak en sevdiğim yazarın James Ellroy olduğunu söylemekte hiç tereddüt etmem. L.A. Confidential'ın filminin de izlediğim en iyi suç filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Ama doğrusu The Black Dahlia'nın film uyarlaması hiç beklediğim ve umduğum gibi değildi. yani uyarlama deyince durup bir düşünmek lazım aslında. "Beyazperdede görüp göreceğiniz en kötü polis" iddiasıyla gelen film 1990'lı yıllarda yaşanan Rampart Skandalı'ndan yola çıkıyor. Umutlu ama temkinliyim.

Soderbergh'in yeni filmi The Bitter Pill


Tabii ki son anda her şey değişebilir. Geçen haftaya kadar The Man From U.N.C.L.E. adlı filmi çekeceğini sandığımız Steven Soderbergh aniden bu projeyi bıraktığını açıkladı ve herkesi ters köşeye yatırdı. Yine aynı şey olabilir ama şimdiki duruma göre Oscar ödüllü yönetmen The Bitter Pill adlı filmi çekecek. Filmle ilgili fazla bir bilgi yok ama ilaç endüstrisinde geçen bir gerilim olduğunu söyleyebilirim.

Harry Potter'dan Allen Ginsberg olur mu?


Soruyu biraz açmak gerekebilir belki. Tabii ki Harry Potter ve Allen Ginsberg isimlerini aynı cümlede kullanmak tuhaf kaçıyor ama aslında Harry Potter'ı canlandıran Daniel Radcliffe'i kastediyorum. Twitch'in haberine göre genç oyuncu yakınlarda çekilmesi planlanan Kill Your Darlings adlı filmde Allen Ginsberg rolünü oynamaya talipmiş. İşin aslı, bu haberin kaynağı da geçen hafta Fransız basınında çıkan ve "Radcliffe 2012'de eşcinsel bir karakteri canlandıracak" konulu bir başka haber. O karakterin de Allen Ginsberg olduğu iddia ediliyor. Kesinleşmiş bir şey yok anlaşılan ama yönetmen John Krokidas'ın çekeceği ve Ginsberg, Kerouac, Lucien Carr üçlüsünün ilişkilerinden yola çıkan filmde Radcliffe'in de oynayacağı dedikodusu fısıltı düzeyini aşmış durumda. Proje 2009'da ilk kez duyulduğunda bu rolü Jesse Eisenberg'in oynayacağı açıklanmıştı ama The Social Network sonrası bazı şeylerin değiştiğini düşünmek çok yanlış olmaz herhalde.Ayrıca yine ilk açıklanan kadroda Chris Evans'ın Kerouac, Ben Whishaw'un da Lucien Carr rolünde yer alacağı söyleniyordu. Bakalım ne olacak? Bu arada yukarıdaki soruya benim vereceğim yanıtın çok da olumlu olmadığını söyleyeyim. Ama Radcliffe'i Harry Potter dışında bir rolde izlemediğim için de kesin konuşmak istemiyorum.

Klasik sahne: True Romance


Tarantino'nun yazdığı en iyi sahne! Ve bir başkası çekti. Henüz yeterince ünlü olmadığı bir dönemde kendisi çekemediği için True Romance'in senaryosunu satan Quentin Tarantino herhalde Tony Scott'ın çektiği filmi izleyince biraz olsun sinir olmuştur. Kendisi çekse nasıl çekerdi, onu da merak ediyorum doğrusu. Tarantino'nun yıllarca bu sahneyi aşacak bir sahne yazmayı arzuladığını Inglorious Basterds için verdiği bir röportajda öğrendim. Inglorious'un başındaki uzun sahneyi kast ederek ( hani şu Albay Hans Landa'nın Fransız ailenin evine geldiği sahne ) "Nihayet Sicilyalı sahnesinden daha iyi bir sahne yazdım" diyordu QT. Ama heyhat, çok iyi bir sahne olsa da Sicilyalı sahnesi kadar iyi değil. Dennis Hopper ve Christopher Walken'ın karşılıklı döktürdüğü sahne diyalogları, oyunculukları, süresi ve atmosferiyle muhteşemdir. Bu arada geri planda henüz uluslararası şöhrete ulaşmamış James Gandolfini'yi ( The Sopranos desem ?) görüyoruz. Ve biliyoruz ki, Hopper'ın buzdolabındaki not bulunamk üzeredir ve Clarence'ı kurtarmak uğruna ölümü göze alan babası boşuna ölmüştür. Yukarıdaki bölümde o son anlar yok maalesef ama bu kadarıyla da mükemmel bir sahne. Bu arada şunu da belirteyim, Gary Oldman ve Christian Slater'ın karşılıklı sahnesini de çok severim bu filmde. Belki onu da başka zaman izleriz.

Terry Gilliam açıklıyor: Kubrick ve Spielberg arasındaki fark nedir?


Yukarıdaki kısa videoda Terry Gilliam'ın Kubrick ve Spielberg hakkındaki yorumları var. İki yönetmen arasındaki farklardan yola çıkan Gilliam sonrasında Schdinler's List'i eleştiriyor ve filmin neden hatalı olduğunu açıklıyor. Tabii kendince. Ben de katılıyorum Gilliam'a. Eleştirilerinde haklı. Bu arada Brazil'in en sevdiğim filmlerden biri olduğunu da buraya yazayım hemen. İzlemeyen herkese acilen tavsiye ederim.

29.11.2011

Ken Russell 1927 - 2011


Ken Russell'ın öldüğünü Londra'nın biraz dışındaki Potters Barn'da bir kafede kahvaltımı beklerken aldım. Karşımdaki duvarda asılı duran televizyon ekranında "son dakika" ibaresiyle geçen altyazıda Ken Russell'ın ölümü duyuruluyor ve oğlunun "uykusunda, huzur içinde öldü" sözleri aktarılıyordu. "Tam da yerinde aldım haberi" diye geçirdim içimden. Aklıma neredeyse çocuk yaşta, Sinema Günleri'nde izlediğim Valentino filmi geldi. Film, çok anlamadığım halde, beni bir hayli etkilemişti. Özellikle de hapishane sahneleri. Başrolde Rudsolph Nureyev vardı yanlış hatırlamıyorsam ve son derece sert bir filmdi. Daha sonra Music Lovers'ı seyrettim. Çaykovski'nin hayatını anlatan filmde ünlü besteciyi Richard Chamberlain canlandırıyordu. Beni Valentino kadar etkilemedi gerçi ama yine beğendiğimi hatırlıyorum. Tommy'yi ise birkaç yıl daha sonra, ergenlik yaşlarımda izledim. Tam da rock müzikle haşır neşir olmaya başladığım, The Wall'u Emek Sineması'nda defalarca izlediğim yıllardı. Asıl favorim The Wall'du elbette ama Russell'ın yer yer kırık bir aynadan yansırmışcasına tuhaf bir etkiyle anlattığı Tommy müzikali de çok çarpıcıydı doğrusu. tabii hemen şarkılar ezberlendi, sahneler etüd edildi, The Who üzerine araştırmalar yapıldı vs... Video çılgınlığının yaşandığı yıllarda izlediğim Altered States ise o sıralar fena halde korku sinemasına takmış olan grubumuzda pek popüler olmuştu. Yine 80'li yıllarda çektiği Gothic adlı filmi çok gecikmeden sinemada izlediğimi hatırlıyorum. Julian Sands'in Shelley'i, Gabriel Byrne'ün Lord Byron'ı oynadığı film o sıralar henüz okumadığım yazarların başından geçen bir geceyi anlatıyordu ve benim çok hoşuma gitmişti. Sonradan korku edebiyatının en önemli ürünlerinden bazılarını ( Frankenstein örneğin ) veren yazarları daha yakından tanıdığımda filmin hikayesi daha bir oturdu kafamda ama doğrusu filmi bir kez daha izlemedim. Yine Emek Sineması'nda izlediğim Crimes of Passion çok fazla beğendiğim bir film olmadı belki ama bazı sahnelerinin aklımdan silinmediği düşünülürse aslında bir hayli sağlam bir filmmiş demek ki. Devils ve The Women in Love'ı ise henüz izlemediğimi itiraf eder, ilk fırsatta izleyeceğimi belirtmek isterim. İşin aslı İngiliz sinemasının o döneminde beni daha çok etkileyen yönetmen Nicholas Roeg olmuştur hep. Ken Russell'ın sinema anlayışı bana biraz fazla rafine geldi hep doğrusu. Kendisi de öyle bir adam gibi gelmiştir bana. Rafine ama kontrol edilemez. Dikbaşlı ve politik. Tehlikeli. En çok da kendine zarar veren cinsten. Hayat hikayesine dair detayları incelemenizi tavsiye ederim.

21.11.2011

Klasik sahne: Double Indemnity



Film Noir ya da Kara Film denince akla gelen ilk filmlerden biridir Double Indemnity. Billy Wilder'ın da en iyi filmlerinden biridir diyeceğim ama Wilder'ın kötü bir filmi de aklıma gelmiyor doğrusu. Bazen ona haksızlık edildiğini bile düşünmüşümdür. Bir gözünüzün önüne getirin, Sunset Boulevard, Some Like It Hot, Witness For The Prosecution, Stalag 17, Sabrina, Ace In The HOle, The Lost Weekend, The Apartment... Birbirinden çok farklı tür ve konularda muhteşem filmler çekmiştir Wilder. Double Indemnity ise muhtemelen benim en sevdiğim filmidir. Her sahnesini ayrı severim ve az daha sırf bu yüzden yapamayacaktım. seçemediğim için yani. Sonuçta bu yukarıdaki sahnede karar kıldım, çünkü sırf o kapı arkasındaki gerilim anları bile yeter doğrusu. Bu arada Fred McMurry'nin bu filmle sinema tarihine geçişi de ayrı bir hikaye. Walter Neff rolü için James Cagney, Alan Ladd, Spencer Tracy, Gregory Peck gibi birçok aktörle görüşen ve hiçbirine rolü kabul ettiremeyen Wilder artık George Raft'a kadar düşmüş. Ama onunla da anlaşamamışlar zira Raft oynadığı rolün gizli bir polis detektifi olduğunu sanacak denli aptalmış ( ya da aptalı oynamış ). Fred McMurry ise o zamana kadar hep hafif komedilerde oynayan bir aktör olduğu için rolü önce istememiş, hatta Wilder'a "Hayatınızın hatasını yapıyorsunuz" demiş ama yönetmen azimle onu çalıştırarak role hazırlamış. Çok da iyi yapmış bana sorarsanız. McMurry bugün komedi filmleriyle değil Double Indemnity ile hatırlanıyorsa onun sayesindedir.

20.11.2011

Natalie Wood davası yeniden açılıyor


Natalie Wood'un ölümü Hollywood'un en trajik ve en gizemli olaylarından biridir. Marilyn Monroe'nun ölümü gibi. 1981 yılında boğularak ölen Wood'un başına ne geldiği, kazayla mı suya düştüğü yoksa cinayete mi kurban gittiği konusu birçok spekülasyona konu oldu yıllarca. Onun kocası Robert Wagner tarafından öldürüldüğüne inanaların sayısı hiç de az değildir. Wagner ve oyuncu dostları Christopher Walken ile birlikte bir tekne gezisi sırasında ölen Natalie Wood'un başına gelenler o zamanalar kaza olarak kayıtlara geçmişti ama anlaşılan bu açıklama birçok kişiyi tatmin etmemiş olacak ki, yıllar sonra Los Angeles polisi davayı yeniden açmaya karar vermiş. Cuma günü Los Angeles emniyetinden Lt. John Corina olayla ilgili yeni bulgulara ulaşıldığını açıkladı ama konuya ilişkin daha fazla ayrıntı vermedi. Öte yandan Wood'un öldüğü teknenin kaptanı Dennis Davern daha önce polise yalan söylediğini ve aslında Wood ile Wagner arasında bir kavganın çıktığını ve ünlü yıldızın da bu yüzden öldüğünü açıkladı. Gerçi Davern bu açıklamaları daha önce de yapmış ve çok ciddiye alınmamıştı ama bu sefer belki farklı olur. Şunu da söylemekte fayda var belki, Corina ısrarlı sorular karşısında Robert Wagner'in şüpheli ya da zanlı konumunda olmadığını açıklamış. İlginç bir durum söz konusu anlayacağınız. 43 yaşında hayata veda eden Natalie Wood kariyerinde hiç Oscar ödülü alamamış ama 25 yaşından önce 3 kez aday gösterilerek hala tekrarlanamayan bir başarıya imza atmıştı.

18.11.2011

Klasik Sahne: The Shining


Gelmiş geçmiş en başarılı korku filmlerinden biridir The Shining. Stanley Kubrick'in akılalmaz ince işçiliği ile Jack Nicholson'ın delimsirek dehasının birleşimi kesinlikle Stephen King'in romanını aşıp başka bir yerlere götürmüştür The Shining'i. Nitekim King de bunu fark etmiş ve çeşitli defalar filmi yerin dibine sokmuştur. Yine de The Shining ve tabii ki yukarıdaki sahne unutulmazdır. Aşağıya da bu filmin setinden çekilmiş bir fotoğraf koyuyorum. Kubrick'in çektiği fotoğrafta yönetmenin sinema anlayışına dair de güçlü bir ipucu yok mu? Sanki Kubrick "filmimin asıl yıldızı benim, sizin o çok sevip taptığınız starlar değil" diyor gibi, ne dersiniz?


Dondurmaya Dude lezzeti


Tabii ki böyle bir dondurma yok, keşke olsaydı. White Russian lezzetli bir Dude dondurmasına yaz kış ihtiyaç var bence. Yukarıda gördüğünüz Ben & Jerry marka dondurmayı Bostonlu grafik tasarımcı John Defreest ( nam-ı diğer John etc ) yapmış. Başka dondurmalar da tasarlamış John etc, merak ediyorsanız yazının devamında görebilirsiniz.

17.11.2011

David Fincher ne karıştırıyor?


The Girl With The Dragon Tattoo için geri sayım başladı ama Oscar ödüllü yönetmenin bir sonraki filmini şimdiden merak edenler olduğunu düşünmekte haksız değilim sanıyorum. Fincher ile ilgili iki haber ilişti gözüme son günlerde. Bunların ilki Benjamin Button'ın senaristi Eric Roth'un Cleopatra senaryosunu elden geçireceği ve filmi de büyük bir ihtimalle Fincher'ın çekeceği yönündeydi. Hatırlarsanız, Stacy Schiff'in yazdığı Cleopatra: A Life adlı biyografisinden uyarlanan filmde başrolü Angelina Jolie'nin canlandıracağı haberleri çıkmış, yönetmen koltuğundaysa da James Cameron, Paul Greengrass gibi isimlerin oturma ihtimalinin olduğu söylenmişti. Son dedikodular filmi David Fincher'ın çekeceği yönünde. Hayırlısı.


Benim asıl ilgimi çeken haberse David Fincher'ın pilot bölümünü çekeceği ve başrollerini Kevin Spacey ve Robin Wright'ın üstleneceği TV dizisi House of Cards. Politik bir gerilim olan House of Cards aslında BBC'nin 1990'da çektiği aynı adlı mini dizinin bir uyarlaması. Netflix için çekilen ve şimdilik 26 bölüm sipariş edilen House of Cards 2012 yılında başlayacak. Diziyi özel bir internet kanalı olan Netflix'in yayınlayacak olması aslında çok iyi bir haber değil ama meraklanmayın Sony ilk gösterimin ardından diğer kanallara dağıtım hakkını almış. Uzun yıllar West Wing izlemiş ve iyi bir politik dramanın değerini bilen biri olarak bu diziyi iple çektiğimi söylemeliyim. Üstelik Kevin Spacey, daha ne olsun.


Klasik Sahne: The Insider


Klasik Sahne serisine Michael Mann'ın 1999 tarihli filmi The Insider ile başlıyorum. Neden bu filmle başladığımı bilemiyorum aslına bakarsanız. Başka bir şey için uygun bir sahne ararken bu sahneyi de seyretmiş ve filmi ne kadar çok sevdiğimi hatırlamıştım, ondan olabilir. The Insider'ı çok severim gerçekten de. Michael Mann'ın en sevdiğim filmi olabilir hatta. Hem hikayesi, hem görsel dili muhteşemdir. Oyunculuklar ve müzikler de çok iyidir. Neredeyse hiç boş sahne yoktur diyebilirim. Yukarıdaki sahneden daha çok aklımda kalan sahneleri var aslında ama ben bu bölümün filmin en can alıcı sahnesi olduğunu düşünüyorum. Medya, gazetecilik, derin ilişkiler, politik ve ekonomik çıkarlar... Biraz düşünürseniz Türk medyasının şu andaki durumuna dair çok paralellikler kurabilirsiniz.

16.11.2011

Günün Trailer'ı: Being Flynn


Nick Flynn'in 2004 tarihli anı kitabı Another Bullshit Night in Suck City'den sinemaya uyarlanan Being Flynn'in trailer'ı fena görünmüyor. Oyuncular çok iyi bir kere. De Niro, Dano, Moore... Yönetmen koltuğunda ise Paul Weitz var. Çok önemli bir yönetmen değil elbette ama belki kariyerinin en şaşırtıcı işini çıkarmıştır ortaya, kimbilir.

Batman neden Wall Street'e çıkmadı?



Bir süre önce Christopher Nolan'ın yeni Batman filmi The Dark Knight Rises'ın bazı sahnelerinin Occupy Wall Street eylemlerinin yapıldıüdığı yerde çekileceği açıklanmış, bu sahnelerin filmde hangi bağlam içinde yer alacağı akıllarda soru işaretleri uyandırmıştı. Ancak sonradan bu çekimlerden vazgeçildi. Polisin son günlerde Zucotti park'ta yaptıkları operasyonlar sonrası iş zaten imkansızlaştı. Ama Nolan ve ekibinin neden bu fikri rafa kaldırdıklarını merak ediyorsanız, aşağıda filmin oyuncularından Matthew Modine'in bu ko nuda yaptığı açıklamayı bulabilirsiniz.

"Christopher Nolan ve muhteşem ekibinin Wall Street işgalcilerine çalışma fırsatı tanıması ve onları bu şekilde desteklemesi ilk başta çok iyi bir fikir gibi görünmüştü ama aslında böyle yaparak çok kötü bir mesaj yollamış olacaktık. Sonuçta bir film çekiyoruz biz. Orada olanlar ise filmden çok daha önemli. Onlarla işbirliği yapmak güzel ama, olup bitenleri küçültmek, önemsizleştirmek istemedik. Yaptıklarına saygı göstermek, onların eylemlerinin politik bağlamda içinin boşaltılmasına yol açmaktan çok daha önemli."

Günün afişi


John Carpenter'ın ilk filmlerinden Assault On Precinct 13 ( 1976 ) için tasarlanan bu afişte Tyler Stout'un imzası var.

14.11.2011

Pedro Almodovar'ın güzellik anlayışı


Pedro Almodóvar: Under His Skin on Nowness.com.


Son filmi La Piel Que Habito'yu henüz izleyemedim ama yıl sonunda vizyona girdiğinde izleyeceğim umarım. Bu arada Nowness yönetmenle yapılan kısa bir söyleşiyi yayınlamış, ben de sizinle paylaşıyorum. Söyleşi büyük ölçüde güzellik kavramı üzerinde dolaşıyor. "Bence en güzel kadın Katharine Hepburn" diyor Almodovar bir yerde. Kısa ve güzel bir söyleşi, izleyin derim.

Günün Trailer'ı: Safe House


Konu tırışkaya benziyor ama oyuncu kadrosu fena değil. Denzel Washington'u ve Sam Shephard'ı her zaman sevmişimdir. Ryan Reynolds'u saymıyorum ama mesela daha küçük bir rolde oynayan Brendan Gleeson da ( The General, In Bruges ) hiç fena değildir. Daniel Espinosa'nın ( adına aldanmayın, İsveçli kendisi ) çektiği Safe House 2012 Şubat'ında gösterime çıkacak.

11.11.2011

İş Billy Crystal'a kaldı


Şaşırdım mı peki? Tabii ki hayır. daha önce 8 kez Oscar'ı sunan Billy Crystal üç gündür süren Oscar krizine can simidi oldu ve sular şimdilik sakinleşti. Crystal sunuculuk görevini kabul ettiğini dün twitter'dan duyurdu ve şöyle bir twit attı: "Oscar'ı ben yapıyorum, böylece eczanede çalışan genç kadın reçetemi hazırlarken bana adımı sorup durmayacak artık". Billy Crystal kötü bir sunucu değildir ama önceki yıllardan farklı bir performans da beklemiyorum doğrusu. Gerçi uzunca bir süredir Oscar törenleri son derece heyecansız ve sıkıcı geçiyor ama bizim festival törenlerinden hala bin kat daha iyidir. Brett Ratner'dan boşalan yapımcılık görevini de Brian Grazer üstlendi bu arada.

10.11.2011

Oscar'da şok


Tam da bayrama denk geldiği için biraz geç haber veriyorum. Oscar ödül töreninin yapımcısı Brett Ratner ve sunucu Eddie Murphy birer gün arayla törendeki görevlerini bıraktıklarını açıkladılar. Nedeniyse Ratner'ın Tower Heist filmi için düzenlenen bir soru-cevap seansında bir soruyu yanıtlarken "fags" ( yani "i..eler" ) sözcüğünü kullanmasıydı. Eşcinselliği ve eşcinselleri aşağılayan bu ifadeyi istem dışı etmiş olsa da pişmanlık duyan Ratner "Sözlerim Akademi'nin temsil ettiği yüksek ideallere yakışmadı" diyerek törendeki görevini bıraktığını açıkladı. Akademi Başkanı Tom Sherak da "Brett ratner iyi bir insan ama sözleri kabul edilemez" diyerek tepkisini açıkladı. Bir gün sonraysa Ratner'ın yakın arkadaşı, törenin sunucusu Eddie Murphy de istifa etti ve töreni sunucusuz bıraktı. Yerlerine kimin geçeceği henüz belli değil ama belli olur olmaz size de ileteceğim.

3.11.2011

Yeni Bond filminin adı belli oldu


Sam Mendes'in yönettiği ve Londra, Türkiye, Çin ve İskoçya'da çekilen 23. James Bond filminini adı belli oldu: Skyfall. Daniel Craig'in yanısıra Ralph Fiennes, Albert Finney ve Javier Bardem'in rol alacağı Skyfall'da Judi Dench'i bir kez daha M rolünde izleyeceğiz. Zaten anladığım kadarıyla MI6 karargahının bir saldırıyla karşı karşıya kaldığı filmde Bond'un amiri M'e karşı olan sadakati sorgulanıyor. Ekim 2012'de vizyona çıkması beklenen filmde Bond kızları ise Berenice Marlohe ve Naomie Harris olacak.

2.11.2011

Spike Jonze'dan kitapseverler için


Spike Jonze: Mourir Auprès de Toi on Nowness.com.


Spike Jonze'un Mourir Aupres De Toi ( To Die By Your Side ya da Senin Yamacında Ölmek ) adlı kısa filmi sinemaseverlerin çok hoşuna gidecek muhakkak ama kitapseverler bence daha da çok hoşlanacak. Paris'in meşhur kitapçılarından Shakespeare & Company'de geçen ve büyük kısmı animasyon olan filmde çanta tasarımcısı Olympia Le-Tan'ın elleriyle kestiği 3000 parça kullanılmış. İzlemesi son derece keyifli, kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Anemic Cinema


Marcel Duchamp'ın 1926 tarihli kısa filmi Anemic Cinema deneysel sinemanın önemli kilometre taşlarından biri. Man Ray ve Marc Allegret ile işbirliği yapan ve filmi alter egosunun adıyla, Rrose Selavy adıyla imzalayan Duchamp 20. yüzyılın en önemli sanatçılarından biri. Bugün sanat bienallerinde hala onun uzun yıllar önce temellerini attığı kavramsal sanatın türevlerini görüyoruz bana sorarsanız. Uzmanlık alanım olmadığı için fazla ahkam kesmeyeceğim, buyrun filmi izleyin.

Sevgili Marlon


Yukarıda gördüğünüz mektubu Francis Ford Coppola kaleme almış. Mektubun yazıldığı kişiyse Marlon Brando. Üzerine tıkladığınızda ayrıntılı olarak görüp rahatça okuyabileceğiniz bu sayfa asıl mektubun sonradan oluşturulmuş bir kopyası değil, gerçeğinin dijital ortama aktarılmış hali. 1973 yılında, tam da Marlon Brando'nun The Godfather için kazandığı Oscar'ı reddedişinden yaklaşık bir ay sonra yazılmış mektupta Coppola son derece samimi ama çekingen bir üslupla Marlon Brando'ya The Godfather 2'de oynayıp oynamayacağını soruyor. Mektuptan da anlıyoruz ki, Coppola o sıralar paramount'un patronu olan Charles Bluhdorn ve stüdyonun yöneticileri Frank Yablans ve Robert Evans'ı Brando konusunda kıvama getirebilmek için bir hayli uğraşmış. İşin aslı bu mektubun ardından Brando filmde oynamayı ve genç Vito'yu canlandırmayı kabul etmiş ama sonra ilişkiler yine bozulunca rol Robert De Niro'ya kalmış. Mukadderat. Bu arada mektubun sonunda Coppola "bu filmden sonra sinema işini bırakıyorum" diyor ama hemen ardından kendisiyle çelişerek açık kapı bırakıyor. Hep biraz kafası karışktı zaten hazretin.

1.11.2011

Kritik: Midnight In Paris


Kimi eleştirmelerin Midnight In Paris'in Woody Allen'ın uzun zamandır çektiği en iyi film olduğu yargısına katılmıyorum ama filmi izlerken keyif aldığımı da itiraf etmeliyim. Owen Wilson çok açık ki Woody Allen'ın gençliğini canlandırıyor ve açıkçası bu da bende "acaba daha eskiden yazılmış, ya da hayal edilmiş bir seneryo mu bu?" sorusunu uyandırdı. İşin doğrusu Woody Allen buna benzer fantezileri daha önce de çekmişti. Purple Rose of Cairo ya da Sleeper gibi filmler, hatta bir ölçüde New York Stories'deki Oedipus Wrecks, hep Midnight In Paris'tekine benzer fantezilere yakındır. Allen bu kez 20. yüzyılın en heyecan verici dönemlerinden biri olan 1920'li yıllara dönmüş ve o yılların Paris'inde Picasso'dan Hemingway'e birçok sanatçının biraraya geldiği o büyülü atmosferin ortasına atlayıvermiş. Adrien Brody'nin Salvador Dali kompozisyonu ya da gönüllü zaman yolculuğunda gerçek mutluluğu bulan Gil Pender'in Bunuel'e ileride çekeceği El Angel Exterminator filmi için fikir verdiği sahne gibi akılda kalıcı kimi oyunculuklar ve bölümler var ama nihayetinde çok da derinlik beklenmemesi gereken bir film var karşımızda. Woody Allen her yıl film çekmesinin getirdiği bir handikap yüzünden kendisini sık sık tekrar eden bir sinemacıya dönüştü ne zamandır. Ama 2005 tarihli Match Point gibi bir başyapıtı da çekebiliyor ara sıra ve ilerlemiş yaşına rağmen ondan umut kesmemizi bir şekilde engellemeyi başarıyor. Son yıllarda New York'un dışına da sık sık çıkmaya başladığı gözetilirse kendine has temaları farklı şehirlerde ( Londra, Barcelona ve Paris sırasını savdı; sırada Viyana, İstanbul ve Tokyo var herhalde ) işlediği filmler çekmeye devam edecektir diye düşünüyorum. Yıldız vermek gerekirse ***