29.06.2011

Günün Trailer'ı: Life In A Day


"Bu filmi siz çektiniz" diyor afişinde. Yalan da değil. Yönetmenliğini Kevin MacDonald'ın, yapımcılığınıysa Ridley Scott'ın üstlendiği Life In A Day, youtube ile yapılan bir işbirliğinin ürünü. 24 Temmuz 2010'da youtube'a gönderilen videolardan yapılan bir montajla bağlanan Life In A Day 140 ülkeden 80.000'den fazla gönderinin oluşturduğu 4500 saatlik film toplamından filtrelenmiş. Sundance'te ilk gösterimi yapılan ve aynı anda youtube'dan stream halinde yayınlanan filmin vizyon tarihi ise Temmuz 2011. Bakalım trailer hoşunuza gidecek mi?

28.06.2011

Monty Phyton yeniden bir araya geliyor


Ama sadece özel bir anma projesi için. Yine de belli olmaz, belki ekip eski günleri özlediğini hatırlayıp devam etmeye karar verebilir. İşin bu kısmını bir yana bırakırsak, Monty Python ekibi 1989 yılında aralarından ayrılan Graham Chapman'ın anılarından hareketle çekilen 3 boyutlu bir animasyon filmin seslendirmesi için toplanmış durumda. Terry Gilliam, John Cleese, Terry Jones ve Michael Palin projede yer almayı kabul ederken, ekibin son üyesi Eric Idle katılmak istemediği yönünde görüş bildirmiş. Bir sebebi vardır muhakkak, bilmediğimiz. 48 yaşında kansere yenik düşen Chapman için "yakın" arkadaşı Terry Jones ne demiş dersiniz? "Siz söyleyene kadar öldüğünü bilmiyordum, tembellikten ortada görünmüyor sanıyordum". Yaş ilerlemiş olsa da sarkastik mizah terk edilmiyor gördüğünüz gibi.

Michelle Yeoh'a Burma'dan yasak

 

Demokrasi ayıbının yaşandığı birçok yerden biri de Burma. Ülkede insan hakları ihlalleri yıllardır sürüyor ve özellikle çocuklara yönelik sömürü, insan ticareti gibi sorunlar can yakıyor. Burma'nın en önemli demokrasi savaşçılarından Aung San Suu Kyi'nin yaşadıkları filmlere konu oldu, biliyorsunuzdur. Geçtiğimiz Kasım ayında serbest kalana dek yaklaşık 15 yılını cezaevinde geçirmişti Suu Kyi. Keza aynı dönemde genel seçimler yapılmış ve ülkede yeni bir demokrasi umudu doğmuştu. Yine de son gelen haber bu umudun gerçekliğini düşünmemize sebep oluyor. Şöyle ki; Luc Besson'un yönettiği The Lady adlı filmde Aung San Suu Kyi'yi canlandıran ünlü oyuncu Michelle Yeoh 22 Haziran'da Burma'ya girmek istemiş ama anında sınır dışı edilmiş. Bu konuda bir açıklama yapan yetkili bir şahıs da, aktrisin kara listeye alındığını söylemiş. Oysa Yeoh daha geçen Aralık ayında ülkeye girmiş ve Nobel ödüllü Suu Kyi'yi ziyaret etmişti. Bu yasaklama, tam da sivil yönetim iktidardayken, bir hayli tasa verici.

27.06.2011

Günün Trailer'ı: A Dangerous Method


David Croneneberg'in yeni filmi A Dangerous Method ilk kez Venedik Film Festivali'nde izleyiciyle buluşacak. Viggo Mortensen, Michael Fassbender, Keira Knightley ve Vincet Cassel'in başrollerini paylaştığı film Carl Jung, Sigmund Freud ve aralarına giren Sabina Spielrein adlı genç bir kadının yaşadıklarını anlatıyor. Konu bir hayli merak uyandırıcı yani.

23.06.2011

Venedik'te açılış George Clooney'den


Dünyanın en köklü film festivali olan Venedik Film Festivali bu yıl George Clooney'nin yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği The Ides of March isimli filmle açılacak. Yapımcılığını da Clooney'nin üstlendiği film 31 Ağustos gecesi yapılacak açılışta gösterilecek. 2008 tarihli Farragut North adlı tiyatro oyunundan sinemaya uyarlanan filmde ayrıca Ryan Gosling, Paul Giamatti ve Philip Seymour Hoffman gibi oyuncular da oynuyor. Glooney'nin Confessions of a Dangerous Mind, Good Night and Good Luck ( ki bence en iyisi budur ) ve Leatherheads'den sonraki 4. yönetmenlik çalışması olan film 2004 yılında Demokrat Parti'den Başkan adayı olmaya çalışan ama başaramayan Howard Dean'in hikayesi üzerine kurulu. Film, 10 Eylül'e kadar sürecek festivalde Altın Aslan için yarışacak.

Kısa Kısa


HBO'nun önümüzdeki ( ya da bir sonraki ) sezon için planladığı dramalardan biri yine belli bir kesimi ekran başına bağlayacak gibi görünüyor. Benim de bu belli kesime dahil olduğumu söylemeye gerek yok herhalde. Üstelik bu kez işin içinde Spike Lee de var. Da Brick adlı dizi ünlü boksör Mike Tyson'ın gençlik yıllarından esinleniyor. Spike Lee yönetecek, John Ridley yazacak. Newark, New Jersey'de genç ve siyahi bir boksörün hayatını herhalde Spike Lee'den daha iyi çekecek birini bulamazlardı. Başrolü kimin oynayacağı ise henüz belli değil.


Jon Hamm'in sırtı sağlam. En azından 3 yıl için. Son yılların en parlak TV dizilerinden Mad Men'in bol ödüllü başrol oyuncusu Hamm önümüzdeki 3 yıl için diziyle anlaşma yeniledi. Üstelik aktörün bu iş için 10 milyon dolardan yüksek ( tam ücret bilinmiyor ) bir ücret alacağı ve bu ücretin onu TV'nin en pahalı oyuncularından biri haline getirdiği söyleniyor.


Sacha Baron Cohen'in yeni filmi The Dictator'a güzel yıldız Megan Fox'un da katıldığı duyuruldu. Fox filmde küçük bir rol üstlenecek. Cameo dediklerinden yani. Anna Faris ve Ben Kingsley gibi isimlerin de oynadığı filmin çekimleri New York'ta sürüyor. Fox gibi küçük bir rol üstlenecek bir diğer oyuncuysa John C. Reilly.

20.06.2011

Le Carré ve Corbijn: heyecan verici bir buluşma


John Le Carré ile tanışmam TRT'nin Köstebek dizisini yayınladığı yıllara rastlar. O sıralar dilimize çevrilmiş bir Le Carré romanı var mıydı hatırlayamıyorum ( muhtemelen vardı ) ama annemle birlikte oturup Alec Guiness'in başrolünü oynadığı diziyi merak ve heyecanla izlediğimizi çok iyi hatırlıyorum. Romanların ingilizce asılları annemin kitaplığında vardı aslında ama ben henüz fransızcayla boğuşan bir yeniyetme olduğum için ingilizceye geçememiştim. Birkaç yıl sonra Köstebek'in "e" ( ya da "de" ) yayınlarından çıkan türkçe bir kopyasını bulup okudum. Sonra tabii başka romanlarını da okudum ve romanlardan çekilen başka filmleri de izledim. İzlediklerim içinde ( The Spy Who Came In From The Cold hariç ) hiçbiri ilk izlediğim Kötebek'in yerini tutamadı doğrusu. Le Carré'nin melankolik özünü kavrayabilen sinemacı ya da oyuncu pek azdı anlaşılan. Önümüzdeki aylarda izleyeceğimiz yeni Köstebek uyarlamasını ( ki romanın asıl adı olan Tinker, Tailor, Soldier, Spy adını kullanmam daha doğru olur herhalde; Köstebek TRT'nin tercihiydi ne de olsa ) ise merakla bekliyorum. Let The Right One In ile kalbimi kazanan Tomas Alfredson'ın Le Carré'ye ahksızlık etmeyeceğini umuyorum nedense.


Gelelim Anton Corbijn'e. Müthiş bir müzik duygusu ve kendine özgün olağanüstü bir görselliği var Corbijn'in. Üstelik The American'ı hatırlayacak olursak John Le Carré'nin dünyasına çok da uzak olmadığını düşünebiliriz. Ben öyle düşünüyorum en azından. Klasik Le Carré romanlarında hep karakterlerin kendi iç dünyalarının olayların akışından daha baskın olduğunu görürüz. Hatta olaylar bazen o kadar karmaşık, o kadar üstü kapalıdır ki, ne olup bittiğini ancak karakterlerin tepkilerile çözersiniz. Açıkçası The American da böyle bir yapıya sahipti. O yüzden Anton Corbijn ile John Le Carré buluşmasının harika bir sonuç verebileceğini düşünüyorum. Söz konusu buluşmanın adıysa A Most Wanted Man olacak. Le Carré'nin sondan bir önceki romanı olan A Most Wanted Man'in bizi yakından ilgilendiren bir özelliği var aslında. Roman, Alman vatandaşlığı için gün sayan ve Pakistan'da tutuklanarak 4 yıl boyunca Kandahar ve Guantanamo'da işkence gören Murat Kurnaz'ın gerçek hikayesinden esinleniyor.

17.06.2011

Kritik: Route Irish


Ken Loach adı sinemada başka türlü bir istikrarı temsil ediyor bana sorarsanız. Woody Allen gibi bir istikrar değil elbette kastettiğim, belki tutarlılık desem daha doğru olur. Herşeyden önce politk anlamda tutarlılıktan söz ediyorum ki, günümüzde kolay rastlanmayan bir meziyet. Ken Loach solcudur ve bunu da herkes ( az çok sinemaya meraklı herkes ) bilir. Solcu demek yetmez aslında, Ken Loach sosyalisttir. Filmlerinde dünya görüşünün izleri çok belirgindir ve ideolojik bir sinema yapmadığı için de sıkıcı ya da didaktik değildir. Zannımca Brecht'i en iyi anlamış sinemacılardandır. Üstelik artık 75 yaşındadır ve hala inanılmaz bir tempoda çalışmayı sürdürmektedir. Route Irish onun şimdilik son filmidir.


Ken Loach'un filmlerinin iki tür etkisi oluyor insanda ( en azından bende ). Örneğin bir önceki filmi Looking For Eric'i ( Hayata Çalım At ) düşünecek olursak, insanda hayat sevinci uyandıran, her türlü sıkıntıyı aşabileceğine inandıran bir ruh hali yaratır. Güç ve moral verir. Hayata daha bir güzel bakmaya başlarsınız böyle bir filmin ardından. Ama bir de madalyonun öbür yüzü var. Hiç beklemediğiniz bir anda yıkıp geçiverir bazen de Ken Loach filmleri. Bir çıkış bulamazsınız, ışık yoktur tünelin ucunda. İsyan hissiyle kalkarsınız koltuktan, sokağa çıktığınızda eliniz sigaraya gider hemen. İşte Route Irish de böyle bir film. Gerçekle yüzleşme zamanı. Çıplak ve çirkin gerçekle.


Irak'ta iş yapan ( inşaatlar yapan ) özel bir şirketin güvenlik görevlisi Frankie dünyanın en tehlikeli bölgesi olarak adlandırılan Route Irish'de ( İrlanda Yolu, yani Yeşil Bölge ile Bağdat arasındaki yol ) öldürülür ve film onun arkadaşı Fergus ile sevgilisi Rachel'in yaşadıklarına tanık eder izleyiciyi. Bir süre sonra anlarlar ki Frankie'nin ölümü hiç de anlatıldığı gibi olmamıştır ve işin içinde bambaşka pislikler vardır. İşlenen bir cinayetin görüntülerinin kaydedildiği bir cep telefonu Frankie'nin eline geçmiştir ve bu görüntüler onun da ölüdürülmesiyle sonlanan bir süreci başlatmıştır. Ancak Frankie bu telefonu bir şekilde Fergus'a ulaştırmıştır ve o da tanıdığı Kürt bir müzisyen sayesinde içinde neler olduğunu tercüme ettirmiştir. Ama bu bilgiler onun da hayatını tehlikeye sokacak cinstendir.


Beni alabildiğine karanlık bir ruh haline sürükleyen Route Irish bittikten sonra "Irak'la ilgili aydınlık ne var ki zaten?" diye sordum kendime. Sadece o da değil aslında, İngiltere ve ABD başta olmak üzere batı dünyasının Irak ve diğer ortadoğu ülkelerine karşı işlediği suçlar o kadar kanıksandı ki artık, Ken Loach kadar hayata olumlu bakabilen bir sosyalist bile çıkışsızlığı hissetmiş içinde. Mutlu bir sona içi elvermemiş. İzleyiciyi rahatlamış bir şekilde evine yollamak istememiş. Bunu da ustalıkla becermiş elbette, hiçbir duygu sömürüsüne kaçmadan, kolay yola sapmadan. Zaten Loach'un hiçbir filminde duygularınızla oynanmış gibi hissetmezsiniz, onun en önemli tutarlılığı da budur belki. Route Irish'de de yarattığı karakterler üzerinden seyirciyi nasıl değiştireceğine kafa yormuş daha çok, neler hissettireceğine değil. Karakterler demişken, kısaca belirtmek isterim ki, tüm oyuncular birinci sınıf iş çıkarmışlar. Fergus rolünde Mark Womack, Rachel rolünde Andrea Lowe, biraz da ekranda göründükleri sürenin çokluğu itibariyle öne çıkıyorlar ama özellikle seviştikleri sahnede sergiledikleri performans çok çok iyi. Hepinize, hazır sinemada oynuyorken izlemenizi tavsiye ederim. ****

16.06.2011

Akademi'den sürpriz!


Akademi'den kastım AMPAS, yani Oscar ödüllerini dağıtan Akademi. Sürpriz ise son 2 yıldır 10'a çıkan "En İyi Film" adaylarının sayısına dair. Şöyle ki, Akademi artık illa 10 film belirlemeyecek, ama gerçekten ödüle aday olmayı hak eden nitelikte kaç film varsa o kadar filmi ödüle aday gösterecek. Yani bu 5 de olabilir, 9 da. Ama 5'ten az, 10'dan fazla olmayacak. Bu sayı da ancak adayların açıklandığı gün belli olacak. Yani bu yıldan itibaren yapımcıları hoş ya da nahoş bir sürpriz bekliyor. Bakalım bu uygulama nasıl bir etki yaratacak?

Günün Trailer'ı: Daylight


Doğrusu David Barker'ın ilk filmi Afraid of Everything'i izlemedim ama bu seferkini, yani Daylight'ı izlemek istiyorum. Trailer ilgimi çekti, bakalım siz de beğenecek misiniz?

15.06.2011

Günün Afişi

Yukarıdaki afiş tanıdık geliyor değil mi? Ama zaten film de bir remake. 1971 tarihli Sam Peckinpah klasiği Straw Dogs bu kez Rod Lurie ( The Contender, The Last Castle ) tarafından çekildi ve önümüzdeki Eylül ayında gösterime çıkacak. İşin doğrusu Rod Lurie'den Peckinpah'a yaklaşacak bir performans beklemiyorum. Keza James Marsden'dan da Dustin Hoffman'a yaklaşacak bir oyunculuk beklemediğim gibi. Zaten dikkat ederseniz afişi bile kopyalamaya çalışmışlar ki, bu da homage falan değil, kötü bir taklit olmuş bence.

Günün Filmi: Trumbo


Dalton Trumbo tarihe Hollywood Ten ( Hollywood 10'lusu ) olarak geçen grubun üyelerinden. Hemen hatırlatalım, ABD'de McCarthy'nin başlattığı komünist avı ( ki ortaçağı anımsatan bir dönem olduğu için "cadı avı" da denir ) ortalığı birbirine katmış, özellikle Hollywood'da başlayan "kara liste" uygulaması çok canlar yakmıştı. İnsanlar bir kümisyon tarafından sorguya çekiliyor ve "Komünüst Parti'ye üye olup olmadıkları soruluyordu. Bu sorgulamalar sırasında insanların üç farklı tavır sergilediği ortaya çıktı. İlk grupta dostane tanıklar yer alıyordu, yani komitenin sorularını yanıtlayan ve bildikleri komünistleri ifşa edenler. Örneğin Elia Kazan bu dostane tanıklardan biriydi. Bir diğer grupta anayasanın 5. maddesine sığınarak sessiz kalmayı tercih edenler vardı. 5. madde "konuştuğu takdirde kendisini suçlu duruma düşüreceği" için insanlara sessiz kalma hakkı veriyor. 1940'lı yıllarda bu maddeye sığınanlar hapse girmiyordu belki ama kara listeye alınıyordu. Son grupta ise anayasanın 1. maddesine, yani ifade özgürlüğü maddesine sığınarak konuşmayı reddedenler vardı ki, bu insanlar hem kara listeye alındılar, hem de hapse atıldılar. İşte Hollywood 10'lusu bu gruptu. Dalton Trumbo da bu gruptakilerden biriydi.


Dalton Trumbo adına çok aşina olmayabilirsiniz. Ama Spartacus'ün senaristi desem hepinizin aklına kimi unutulmaz kareler gelecektir eminim. Peter Askin'in çektiği 2007 tarihli Trumbo belgeselinde filmin en ünlü sahnelerinden biri olan "I'm Spartacus" bölümü tam da Dalton Trumbo'nun yaşadıklarını özetleyen bir sahne olarak algılanıp ( çok doğru bir şekilde ) filme yerleştirilmiş. Yine de Trumbo'nun beni etkileyen tek yanı bu değildi. Belgesel bir yandan Dalton Trumbo ve dönemin diğer yasaklıları hakkında önemli detaylar aktarırken, bir yandan da yazarın metinleri ( mektupları, şiirleri vs ) ünlü oyuncular tarafından seslendiriliyor ve bu bölümler filme inanılmaz bir boyut, bir derinlik, bir insancıllık hatta katıyor. David Straithairn, Liam Neeson, Donald Sutherland, Joan Allen, Brian Dennehy ( çok iyiydi bence ), Michael Douglas, Josh Lucas, Nathan Lane, Paul Giamatti, hepsi de harika performanslar sunuyor filmde.


Dalton Trumbo'nun hikayesine gelince. Filmdeki soruşturma bölümlerinden de anlıyoruz ki, mangal gibi yüreği olan, dolu dolu konuşan, dolu dolu yaşayan, dolu dolu seven bir adam. İzlerken aklıma Nazım'ın hapishane yıllarında yazdığı şiir ve mektuplar geldi doğrusu. Biraz da görünüşünü Bilge Karasu'ya benzettim, nedense. Hayatını senaryolar yazarak kazanan ve kara liste öncesi Hollywood'un en çok kazanan, daha doğrusu en pahalı senaristi olan Trumbo 1940 tarihli Kitty Foyle ile Oscar'a aday gösterildi. Kara listeye alındıktan sonraysa hayatı kabusa döndü. Hapis yattı, Meksika'ya gitti, takma isimle senaryo yazmaya başladı ve hatta Oscar bile kazandı. Robert Rich adıyla yazdığı The Brave One adlı film için kazandığı Oscar'ın hikayesi belgeselde anlatılıyor. Roman Holiday için de bir Oscar kazandı hatta ve yine takma isimle yazdığı için bu Oscar ona ancak ölümünden sonra, 1993'te verildi ( verildi demek ne kadar doğru bilemedim tabii). Çok bilinen filmleri arasında The Papillon, Exodus, Gun Crazy, Johnny Got His Gun ve The Fixer sayılabilir. 2007 tarihli bu belgeseli izlemenizi tavsiye ederim. Adres tabii ki Amazon.

14.06.2011

Tom Cruise'dan Jack Reacher filmi


Jack Reacher da kim diye soruyorsanız haklısınız, bizde çok bilinen bir karakter değil. Lee Child'ın yazdığı bir polisiye karakter kendisi ve dilimize de bildiğim kadarıyla dört romanı tercüme edildi. Oğlak Yayınları tarafından basılan Öldüren Kumpas ve Düşman ile Artemis tarafından  basılan Kaybedecek Bir Şey Yok ve Yarın Yokum piyasada bulabileceğiniz Jack Reacher maceraları, tabii merak ediyorsanız. Haberimize geri dönecek olursam, Tom Cruise gözünün Jack Reacher karakterine dikmiş gibi görünüyor. Cruise'un daha önce de birlikte çalıştığı The Usual Suspect senaristi Christopher McQuarrie'nin ( Valkyrie ve Mission Impossible: Ghost Protocol ) yazıp yönetmeyi planladığı film için pazarlıklar sürüyor. Ama eski askeri polis Reacher'ı ilk kez beyazperdede canlandırma fırsatını Tom Cruise'un kaçırmak isteyeceğini sanmıyorum. Film Jack Reacher'ın 5 kişiyi öldüren bir keskin nişancının peşine düştüğü One Shot adlı romandan uyarlanacak.

Günün Trailer'ı Tabloid


Bugün size Errol Morris'in son belgeseli Tabloid'in trailer'ını seçtim. Sundance ve Toronto gibi festivallerde gösterilen Tabloid için Errol Morris "gazetede okuduğum tek bir cümleden hareketle çektim" diyor. 1977 yılında yaşanan gerçek bir olayı anlatan filmbir ihtimal festivallerden birine gelir diye umuyorum ama olmazsa DVD'sini beklemek gerekecek.

13.06.2011

Kritik: Somewhere


En iyi filmi bence hala ilk çektiği The Virgin Suicides ama Sofia Coppola takip etmeye çalıştığım, aklımın bir yerine yazdığım isimlerden. Venedik'te Altın Aslan alan son filmi Somewhere'i yeni izleyebildim ve ilk 50 dakikası boyunca "neden vermişler ki bu filme ödülü?" diye sordum kendi kendime. Hatırlarsanız, jüri başkanı Quentin Tarantino'nun eski ahbaplıkları adına ödülü Sofia Coppola'ya verdiği ve aslında Somewhere'den çok daha iyi filmler olduğu haberleri çıkmıştı geçen yıl. Az kalsın ben de bu koroya katılmak üzereydim ki, filmin hiç çaktırmadan beni ele geçirmiş olduğunu fark ettim. Bazı bakımlardan bana Bret Easton Ellis'in hikayelerini ( The Informers'daki bazı hikayeler özellikle ) anımsattı hatta ve iyice ısındım doğrusu. İşin aslı ne doğru dürüst bir hikayesi var ( dramatik anlamda söylüyorum ) ne de moda tabirle "iç yolculuğa çıkmış" karakterleri. Oysa ben özellikle değişim geçiren karakterlere çok önem veririm. Filmin, ya da hikayenin, aksiyonlardan ziyade, karakterler tarafından şekillendirilmesini tercih ederim. Bu filmdeyse hiçbiri yok. Sadece kızıyla birkaç hafta geçiren bekar bir film yıldızı var ve hiçbir şey olmuyor gibi görünse de bir sürü şeyin olup bitmekte olduğunu ( hatta olup bittiğini ) çok sonra anlıyor insan. Filmin merkezinde hayatı rutinlerle çürümeye yüz tutmuş, Johnny Depp, Brad Pitt kadar ünlü bir film yıldızı var: Johnny Marco. Ondan önce otomobiliyle tanışıyoruz ama; küçük bir pistte dönüp duran siyah bir Ferrari. Hayatının yarısını bu Ferrari'de, yarısınıysa otel odalarında geçiren ( evi gibi kullandığı Chateau Marmont başta olmak üzere ) Johnny, tıpkı pistte dönüp duran Ferrari'si gibi, odasına kurdukları borularda dönüp duran yarı çıplak kızları, buz pistinde dönüp duran kızı Chloe'yi izleyip duruyor, aynı duygusuzlukla. Herşey tekrar ediyor hayatında; bitince yenisini açtığı birası, tanımadığı yatak arkadaşları, gazetecilerin saçma sapan soruları ve hep değişen ama hepsi sonuçta birbirinin aynısı otel odaları. Gerçeklikten kopmuş diyemeyeceğim belki ama duygularından ve dolayısıyla hayattan alabildiğinde kopmuş bir adam bu karşımızdaki. Ta ki eski eşinin planları yüzünden her zamankinden daha uzun bir süre kızıyla yaşamak zorunda kalıncaya kadar. Yine de büyük çalkantılar, ciddi değişimler beklemeyin kahramanımızdan. Ferrari'sini yolun kıyısında terk edip yürümeye başlaması bile yetiyor değiştiğini gözlemlememiz için.


Başrolde Stephen Dorff alabildiğine soğuk ama şaşırtıcı biçimde izleyiciye yakın gelen bir oyunculuk sergiliyor. Kızı rolündeki Elle Fanning ise ileride adını çok sık duyacağımız oyunculardan biri. Genç yaşına rağmen birçok filmde rol aldı bile ve olağanüstü yetenekli Dakota Fanning'in de kız kardeşi. Genetik sağlam yani. Senaryo ise Sofia Coppola'ya ait. Daha önceki filmlerinde de senaryoları kendisi yazan Sofia bu kez filmi alabildiğine hikayeden arındırmış ve öncekilerden çok daha izlenimci bir iş çıkarmış ortaya. Senaryoda hikayeyi kutsallık derecesinde önemseyenlere her gün televizyonlarda izlediğimiz üç kuruşluk reality show'larda bile tonla hikaye kullanıldığını hatırlatmak isterim. Bence artık karakterlerin çok temel bir çelişkiyle boğuştuğu ve neredeyse varoluşsal bir maceraya giriştiği filmler çok daha heyecan verici. Bakınız Winter's Bone, bakınız Monsters, bakınız Bir Zamanlar Anadolu'da, vs. O yüzden Sofia Coppola'nın yalınlaştırılmış Hollywood fantezisi beni hiç rahatsız etmedi. Masaj sahnesinde, ya da basın toplantısı, ödül gecesi gibi sahnelerde bir hayli eğlendim; Chateau Marmont'daki karanlık sahnelerde Johnny'nin yalnızlığının kasvetini ve Ferrari'sine her bindiğinde depreşen paranoyasının sıkıntısını hissettim. Filmin dönüm noktasının ise ( çok belli belirsiz bir dönüm noktası ama ) yönetmenin afişe çıkartmayı tercih ettiği havuz başı sahnesi olduğuna kanaat getirdim. Sonuçta ben filmi sevdim. ****

Hollywood sandık başında

Günlerdir, hatta haftalardır seçimlerle yatıp seçimlerle kalkıyorduk. Nihayet oylar verildi, sayıldı ve rahatladık. Benim de aklıma seçim konulu filmler geldi. İzlediklerim içinde aklımda kalanları bir alt alta yazıp, sizlerle paylaşayım istedim.

The Candidate ( 1972 )

Yönetmenliğini Michael Ritchie'nin üstlendiği The Candidate, seçim denince akla gelen ilk filmlerden biri olsa gerek. ABD demokrasisini hemen hemen tüm yönleriyle gözler önüne seren film 70'li yılların o yenilikçi havasından nasibini almış, izleyenin kolay kolay unutamayacağı bir film. Politik bir danışmanın Cumhuriyetçi California senatörünü alaşğı ederek yerine Demokrat bir adayı yerleştirme planları, politikayla hiç ilgisi bulunmayan, ama dış görünüşüyle herkesin empati kurabileceği, yakışıklı, sarışın, eli yüzü düzgün bir aile babası olan Bill McKay ile kesişince ortaya dört başı mamur bir politik yarış çıkar. Bir adayın sıfırdan nasıl var edileceğini anlatan film, seçim zaferi sonrası kendini en yakın danışmanlarıyla küçücük bir odaya sıkışmış bulan McKay'in unutulmaz sorusuyla sonlanacaktır: "Şimdi ne olacak?". Başrollerini Robert Redford, Peter Boyle ve Melvyn Douglas'ın paylaştığı film En İyi Senaryo ( Jeremy Larner ) dalında Oscar kazanmıştı.


Primary Colors ( 1998 )

Clinton sonrası dönemde çekilen Primary Colors, The Candidate'a göre biraz daha içeriden bir bakış açısı sunuyor. Bu kez güneyli bir valinin Başkanlık yarışına girişini ve adım adım yükselişini izliyoruz. Eski ABD Başkanı Bill Clinton'ın hayatından esinlenen filmde seks skandallarından, politik şantajlara kadar artık herkesin medyadan takip olayların hepsi yer alıyor. Başroldeki isimse John Travolta. The Candidate kadar unutulmaz değil belki ama izlemeye değer bir film. Kamera arkasında Mike Nichols, önündeyse Emma Thompson, Billy Bob Thornton, Kathy Bates, Maura Tierney ve Larry Hagman var. Kadro sağlam yani.

Wag The Dog ( 1997 )

Hollywood'un en önemli aktörlerinden ikisini, Robert De Niro ve Dustin Hoffman'ı buluşturan Wag The Dog bir kara komedi. Seçimlere çok az bir süre kala mavcut ABD Bakanı'nın bir seks skandalı önlemek üzere kolları sıvayan bir Hollywood yapımcısı, uzak bir kıtada uydurma bir savaş başlatır ve gündemi bir anda değiştirir. Artık herkes Başkan'ın skandalı yerine aslında olmayan bir savaşı konuşmaya başlar. American Hero adlı bir omandan hareketle çekilen filmin senaryosunda daha çok oyunlarıyla sevdiğim David Mamet'in imzası var. Yönetmen Barry Levinson, diğer oyuncularsa Anne Heche, Kİrsten Dunst, Denis Leary ve Willie Nelson.

Election ( 1999 )

Election doğrudan politikayla değil ama ABD'deki demokrasi geleneğiyle ilgili bir film. Sideways'in yönetmeni Alexander Payne'in çektiği film bir lisede öğrenci komitesinin başkanlığına aday olan Tracy Flick adlı genç kızın seçim kampanyasını konu ediniyor. Gerçek bir Başkanlık yarışında görebileceğiniz tüm siyasi manevraların yer aldığı filmde başrolü Oscar ödüllü aktris Reese Witherspoon üstleniyor. Matthew Broderick, Chris Klein ve Jessica Campbell filmin diğer rollerindeki isimler.

Recount ( 2008 )

Bir sinema filmi değil belki ama HBO yapımı bir TV filmi. HBO markasına aşina olanlar bunun birçok sinema filminden daha nitelikli olduğunu tahmin etmiştir eminim. Gerçekten de Recount bugün hala birçoklarının "hileli" olduğuna inandığı 2000 seçimlerini konu ediniyor ve bunu da büyük bir gerilim ve heyecan hissiyle yapıyor. George W Bush'un Al Gore'u tartışmalı bir seçim sonrası, Florida'da tekrar oy sayımlarının yapılışının ardından nasıl az farkla geçtiğini anlatan filmde başrolde Kevin Spacey var. Aslında tüm kadro güçlü oyuncularla dolu ( Tom Wilkinson, Bob Balaban, John Hurt, Laura Dern, Denis Leary ) ve hatta bunlardan Laura Dern Emmy bile kazandı. Ama filmin asıl başarısı tüm Amerikan siyasetini gözler önüne seren senaryosu ve hiç nefes aldırmayan anlatımı.

10.06.2011

The Tree of Life'ı beklerken



Terrence Malick'in Cannes'da Altın Palmiye kazanan filmi The Tree of Life'ı ne zaman izleyeceğimiz henüz belli değil. ABD'de 8 Temmuz'da vizyona çıkacak olan film bizde büyük bir ihtimalle FilmEkimi'nde ilk kez izleyiciyle buluşacak. Yukarıdaki videoda filme dair bazı bilgi kırıntıları içeren kısa bir tanıtım bulacaksınız. İzlemekte yarar var.

Sacha Baron Cohen'in Diktatör'ü şekilleniyor


Hem de ne şekil! Bir süredir Sacha Baron Cohen'in The Dictator üzerinde çalıştığını size duyuruyordum. Şimdi ilk görüntü geldi. Cohen yine acayip bir kılığa bürünmüş ve yine çok komik görünüyor. 11 Mayıs 2012'de vizyona çıkması planlanan filmde SBC Birleşmiş Milletler toplantısı için ABD'ye giden bir diktatörü canlandırıyor. Filmde iki karakteri canlandıran komedyene Anna Faris eşlik ediyor. Yönetmen koltuğundaysa daha önceki SBC filmlerinde ( Borat ve Brüno ) olduğu gibi Larry Charles var.

8.06.2011

Tarantino ve DiCaprio bir araya gelir mi?


Gelir, neden gelmesin? Her ikisi de Hollywood'da iş yaptığına göre ve Tarantino eski "devrimci" ( tırnak içinde olduğuna dikkat ) sinemasından gitgide uzaklaşmış olduğuna göre. Aslında Tarantino'nun sinemadaki devrimlerini de (?) bir ara uzun uzun tartışmak isterim, zira Godard'dan bu yana gerçek bir devrim gördüğümü hatırlamıyorum beyazperdede, ama bu tartışmanın yeri ve zamanı değil. Bildiğiniz üzre Tarantino şu sıralar spagetti western projesi Django Unchained üzerinde çalışıyor ve başrol oyuncularını belirlemeye uğraşıyor. Bazı roller için isimler belirlendi bile. Örneğin Christoph Waltz filmde Django'yu eğiten Alman ödül avcısını oynuyor. Django rolü içinse Will Smith ile görüşmeler sürüyor. O olmazsa sırada Jamie Foxx ve Idrıs Elba gibi isimler var. Samuel L. Jackson'ın da filmdeki kötü adamlardan birini canlandıracağına kesin gözüyle bakılıyor. Leonardo DiCaprio'ya önerilen rolse filmin asıl kötü adamı Monsieur Calvin Candie. Söylentiler doğruysa bu aslında Tarantino'nun DiCaprio ile ilk işbirliği girişimi değil. Daha önce de Inglorious Basterds'deki Nazi subayı rolünü aklında DiCaprio olarak yazmış Tarantino ama rolü Waltz kapmış. Bu bana çok inandırıcı gelmese de bir kenara yazmakta yarar var.

6.06.2011

Günün Trailer'ı: Super 8

 
J.J. Abrams'ın hayranı değilim ama özellikle Star Trek tahminlerimi aşan bir film oldu. Super 8'i de merak ediyorum doğrusu. MTV Movie Awards gecesinde gösterilen trailer'ını izleyin bakalım, siz de merak edecek misiniz?

Justin Bieber'dan Paul Newman olur mu?


Bundan bir 15 yıl önce Matthew McConaughey'i "yeni Paul Newman" diye lanse ettiklerinde bir hayli içerlemiş ve kızmıştık ( halk olaraktan ) ama doğrusu Justin Bieber'dan çok daha iyidir diye kanaat belirtmek istiyorum şu anda. Hiç şüphesiz kendisi yetenekli bir velet ve pop müzik alanında bir hayli iyi yerlere gelmiş durumda ama Bieber'dan Paul Newman olmaz, bu böyle biline. Bunu uzun uzun anlatmak zorunda kalacaksam siz de, ben de yanlış bir yerdeyiz demektir, o yüzden beni zorlamayın. Uzatmayayım, nereden çıktı bu mevzu diyorsunuzdur, tamamen Mark Wahlberg'in marifeti. Guy's Choice ödül töreninde gazetecilerle konuşan Mark Wahlberg bir soru üzerine Justin Bieber ile bir basketbol filmi çekmek üzere hazırlık yaptıklarını söylemiş. "Daha çok Paul Newman'ın The Hustler'ı gibi olacak. Yaşlı bir adamla onun yetiştirdiği genç bir yetenek arasında geçecek film. Justin bence bu işi başaracak yetenekte" demiş. Tabii ki Mark Wahlberg "yeni bir Paul Newman" geliyor dememiş ama iki ismi aynı cümlede kullanması bile bana yeterince şuursuzluk gibi geldi doğrusu.

Elizabeth Taylor'ın hayatını Scorsese çekecek


Birkaç gün geciktim gerçi ama bu haberi de görmezden gelemezdim. Elizabeth Taylor hiç şüphesiz beyazperdenin görüp göreceği en büyük efsanelerden biri. Menekşe gözleri, fırtınalı ( ama cidden fırtınalı ) aşk hayatı ve sonsuzluğa yazılan filmleriyle gerçek bir ikona. Hakkında çok şey yazılıp söylendi, ama bu biyografik film herşeyi temize çekecek diye düşünüyorum. Tabii en büyük sorun o benzersiz gözleri hangi oyuncuda bulacakları. Sanıyorum bu ,imkansız. Zaten başrol için düşünülen isimler arasında Natalie Portman'ın adı geçiyormuş. O mu olur, başkası mı bilemem ama Martin Scorsese filmde daha çok Elizabeth Taylor ile Richard Burton arasındaki ilişkiye odaklanacakmış, orası belli. Birlikte 11 filmde rol alan ve iki kez evlenip boşanan Taylor ve Burton aşkı 20. yüzyılın en büyük aşk hikayelerinden biri. Scorsese daha çok şiddetin ön planda olduğu filmleriyle tanınıyor ama hem biyografi alanında çok sağlam işlere imza attı hem de bana sorarsanız Age Of Innocence çekilmiş en güzel aşk filmlerinden biridir. Yani emin ellerdeyiz gibi duruyor.

2.06.2011

Günün Trailer'ı: Ejderha Dövmeli Kız


David Fincher nasıl bir iş çıkarmış diye merak ediyorsunuz değil mi? The Girl With The Dragon Tattoo'nun ilk teaser trailer'ı bu soruya bir nebze olsun yanıt veriyor sanki. Bana sorarsanız fena durmuyor.