Robert De Niro ve eşi Grace IWC galasında |
Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.
Abdo her nasılsa Avrupalılarıra benzemiş iri yarı bir Arap
ve mütevazı otelimizin önünde bizi Antibes’deki özel IWC galasına götürmek için
bekleyen lüks Mercedes’in de şoförü. “Kolay buldunuz mu oteli?” diye soruyorum
ve gecenin ilk darbesini yiyorum: “Elbette, GPS var.” Tabii ya, GPS diye bir
şey var bu hayatta. Bendeki de akıl işte.
Gecenin ilk darbesi demem boşuna değil, zira az sonra, eğer
elimizdeki lüste doğruysa, birbirinden ünlü yıldızların önümüzden geçeceği bir
kırmızı halıya gideceğiz ve bir yandan işimizi yaparken bir yandan da
ulaşılması bizim için çok zor olan bir hayata gıptayla bakıp içleneceğiz.
Oktay’la benden biraz daha şanslı olan ve kırmızı halı bittikten sonra içeri
girip Robert De Niro, Jeremy Irons, Karolina Kurkowa, Terry Gilliam, Ewan
McGregor gibi isimlerin toplandığı salonda onlarla yemek yiyip vakit
geçirebilecek. Al sana bir darbe daha.
David Cronenberg ve Sarah Gadon |
Peki biz neden buradayız? Kısaca anlatmak gerekirse dünyanın
en ünlü saat markalarından IWC özel bir gala düzenlemiş ve Türkiye’den bu
galaya sadece NTV’yi davet etmiş. Türkiye’den bizim davet edilmiş olmamızınsa
çok özel bir sebebi var aslında: Ferzan Özpetek. Gündüz saatlerinde Türk
standında Gece Gündüz için bir söyleşi yaptığımız Ferzan Özpetek bu özel gala
için geldi Cannes’a ve biz de onu takip ederek Antibes’deki son derece lüks Cap
D’Eden oteline kadar savrulduk. Cannes’a 20 dakika uzaklıktaki bu cennet
köşesi, nihayet dinen yağmurun da etkisiyle, bize yeni bir enerji aşılıyor ve
diğer medya mensuplarıyla birlikte kırmızı halının karşısında bize ayrılan yere
geçiyoruz. İlk gelen konuk dünya sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden
David Cronenberg. “Bay Cronenberg, bir iki cümle lütfen”
Adrien Brody, biraz flu maalesef |
David Cronenberg beni kibarca reddettikten sonra birlikte
geldiği Sarah Gadon ( Cosmopolis’te oynuyor kendisi ) ile poz vermek üzere
yerini alıyor ve ortalık “David, bu tarafa” sesleriyle, hatta çığlıklarıyla
inliyor. Küçük bir kırmızı halıdayız ve bizim bulunduğumuz taraf tam anlamıyla
sıkış tıkış. Gerçi biz grubun en başında, bir anlamda en rahat yerindeyiz ama
bir süre sonra anlıyoruz ki en elverişsiz yer de burası aslında ve kimse
mikrofonumuza doğru yönelmiyor. Adrien Brody de çağrımıza yanıt vermeyip
hızlıca kırmızı halıdan geçiyor ve bir süre çok tanımadığımız, daha çok Alman
ya da İsviçre sosyetesine mensup şık ve güzel insanların önümüzden geçişini
seyrediyoruz. Tam o sırada tanıdık bir sima beliriyor ve yeniden
hareketleniyoruz; iki gece önce Türk standındaki partiyi de şereflendiren Ewan
McGregor bu.
Ewan McGregor ve annesi |
McGregor bu sefer sadece eşini deği annesini de getirmiş ve
kırmızı halıda her ikisiyle de sırayla poz vererek gecenin “en harbi yıldızı”
ödülünü alıyor. Gerçi yine özel bir röportaj alamıyoruz ama Türk standında haşır
neşir olduğumuz ( bkz: “Türk standında dünya yıldızları” haberi ) çok da
umursamıyoruz. Bu sırada Supertramp’in saksofoncusu John Anthony Helliwell
geliyor ve nihayet mirofonumuza konuşan biriyle karşılaşıyoruz. Kendisine
İstanbul’da bir konser verip vermeyeceğini soruyoruz hemen ( ne de olsa
Supertramp hiç gelmedi Türkiye’ye ) ve Helliwell şaşkınlıkla yüzümüze bakara
“Dahaşimdi bir teklif aldım. Çok isterim, keşke tüm grubu toparlayabilsek de
gelsek” diyor. Anlıyoruz ki az ötede bekleyen Yekta bizden önce kendisiyle
konuşup Türkiye’ye çağırmış onu ve Helliweel de bir organizatörden teklif
aldığı duygusuna kapılmış.
Paolo Coelho kendisi görüntüleyen medya mensuplarını çekiyor |
Kalabalık gitgide artıyor ve yine tanımadığımız bir sürü
cemiyet mensubu geçiyor önümüzden. Biz de bu arada daha elverişli bir konum
bulabilir miyiz onu araştırıyoruz. Medya bölümünün tam ters ucuna geçip
şansımızı bir de oradan deneyelim diyoruz ama o tarafta işler çok daha zor,
şartlar ve görevliler çok daha acımasız. Tam o sıralarda Ferzan Özpetek geliyor
ve çeşitli kameralara röportajlar veriyor. Tam önümüze geldiğinde canhıraş bir
şekilde kendimize yer açıp mikrofonumuzu uzatıyor ve bir iki cümle koparıyoruz
kendisinden. Özpetek hemen ertesi gün Roma’ya döneceğini ve maalesef hiç film
izleyemeyeceğini söylüyor ve diğerleriyle birlikte içeri geçiyor.
Gemma Arterton ve IWC CEO'su Georges Kern |
Eski yerimize geçip beklemeye devam ediyoruz. Başka kim
gelecek acaba diye düşünürken İngiliz sinemasının en güzel oyuncularından
birinin bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Söz konusu kişi Gemma Arterton ve
tabii ki bana doğru değil ( o işin rüya kısmı ) kırmızı halıya doğru yürüyor.
Birçokları gibi o da önce IWC’nin CEO’su Georges Kern ile fotoğraf çektiriyor
ve benim “Gemma” çığlıklarıma aldırmadan içeri geçiyor. Bir darbe daha.
Mads Mikkelsen |
Oktay’ın da zorlamasıyla kendimize tam ortada bir yer
buluyoruz. Burada bir tarafımızda bir İtalyan televizyonu, diğer tarafımızda
bir İsviçre televizyonu var ve gelen hemen herkes burada durup bir şeyler
söylüyor. Nitekim yarışma filmlerinden The Hunt’ın (yön: Thomas Vinterberg )başrol oyuncu Mads Mikkelsen geldiğinde “Filminiz basıl
karşılandı?” soruma hiç beni üzmeden cevap veriyor ve “Gayet iyi, ayakta
alkışlandı” diyor. Kendimi biraz daha iyi hissediyorum bu minör zafer
sonucunda.
Eric Dane, Karolina Kurkova ve Georges Kern |
Ray Liotta kimselere yaklaşmadan ama bol bol poz vererek
geçip gidiyor ve ardından Gerard Butler geliyor. Ona da bir şeyler sormakta
başarısız oluyorum ve önümdeki maçlara bakarım avuntusuna sığınıyorum. Karolina
Kurkova ve Petra Nemcova gibi süpermodellerin güzelliğini bir hayli yakından
takdir ettikten sonra önüme gelen Eric Dane’e ( Grey’s Anatomy dizisinin
yakışıklı doktorlarından kendisi ) “Türkiye’de büyük bir hayran kitleniz var,
onlara ne söyleyeceksiniz?” diyorum. “Türkiye mi?” diye hayretle sorduktan
sonra “Hepsine çok teşekkür ederim, Türkiye muhteşem bir yer” diyor. Benden feyz
alan İsviçreli muhabir hemen “İsviçre’de de çok hayranınız var” diyor ve Dane
ilgisini hemen ona yöneltiyor. Benle konuşmaktansa güzel bir kızla konuşmayı
tercih ettiğini anlıyorum ama pes etmeyip devam ediyorum. “Dizi daha kaç sezon
sürecek?” soruma, “Bir sonraki sezon imzalandı ama ötesini bilmiyorum” diyor?
Peki sinema filmi var mı: “Bakalım, şimdilik belli bir şey yok”.
Gecenin asıl onur konuğu sonlara doğru geliyor ve uzaktan
gördüğüm anda kalp atışlarım hızlanıyor. Beyazperdenin gelmiş geçmiş en büyük
oyuncularından Robert De Niro bu. Yanında eşi Grace ile birlikte geliyor ve son
derece sempitik bir şekilde fotoğrafçılara poz verse de kimsenin yanına
yaklaşmıyor. O sırada ilginç bir ayrıntıyı fark ediyorum. Kırmızı halının baş
kısmında Jeremy ırons var ve kendi kendine gülerek De Niro’nun medyayla işinin
bitmesini bekliyor. “O geçsin, ben beklerim” diyor sanki içinden. Gerçekten de
De Niro içeri girdikten sonra Jeremy Irons yürümeye başlıyor ve bir iki dakika
sonra da önümdeki yerini alıyor. “Cronenberg’in filminiizleyecek misiniz?” diye
soruyorum eski yakınlıklarına atfen. “Çok isterim ve elbette seyredeceğim ama
burada çok az kalıyorum, o yüzden daha sonra” diyor. “Peki yeni bir film
projesi var mı?” dediğimde “Margin Call diye bir filmimiz var, çok güzel”
diyerek nedense 1 yıl önceki filminden söz ediyor. Herhalde bazı yerlerde geç
vizyona giriyor diye düşünerek “Ya tiyatro?” diye soruyorum. “Şu sıralar yok”
diyor.
Petra Nemcova |
Biraz sonra kırmızı halı geçişi bitiyor ve biz Oktay’la bir
köşeye çöküp dinlenmeye başlıyoruz. Az sonra Yekta da yanımıza geliyor ve
içeriden dedikodular vermeye başlıyor. Cannes’a kadar süren taksi yolculuğu
boyunca nasıl Ewan McGregor ile sohbet ettiğini ( kendisini Türkiye’de
seslendiren kişi olduğunu söyleyşnce inanılmaz komik anlar yaşanmış hatta
içeride ), Cronenberg’e bizzat gidip hayranlğını nasıl ifade ettiğini ve
gördüğü saat modellerinden bazılarının ne kadar görkemli olduğundan bahsediyor.
Sanırım bunları Yekta Kopan’ın blogu Fil Uçuşu’nda çok daha ayrıntılı ve
eğlenceli şekilde okuyabilirsiniz. Bizim kırmızı halı maceramızsa, yukarıda
okuduklarınızdan ibaret.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder