Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.
Cannes’da fena halde yağmurlu ve rüzgarlı bir Pazar günü
yaşanırken yapılacak en iyi şeyin bir film izlemek olduğuna kanaat getiriyorum.
Bir gece önce davetiye bulunmadığı için izleyemediğim Dario Argento’nun
Dracula’sı saat 13.00’te gösteriliyor ve Yekta ile birlikte yaklaşık 1 saat
kuyrukta beklemeyi göze alarak Festival Sarayı’nın 5. katındaki Bunuel
Salonu’nun önüne gidiyoruz. Benim pembe kartımla Yekta’nın avi kartı uyumsuz
olduğu için mutsuzu ama kapıdaki görevli “Mavi kartlıları pembe bölümüne alamayız
ama siz arkadaşınızla birlikte mavi bölümde bekleyebilrsiniz” diyerek meseleyi
gayet makul biçimde çözüyor.
Bekleyiş tahminimizden çok daha çabuk geçiyor ve kapı
girişinde 3D gözlüklerimizi alıp yerimize oturuyoruz. Son birkaç filminden
hareketle sinemadan hüsranla ayrılacağım yönünde şüphelerim var ama ne de olsa
Argento’dan söz ediyoruz, üstelik bir Dracula uyarlaması ve olaylar sinemanın
mabedinde, Cannes’da geçiyor. Yani korku sineması tutkunlarının kaçırmaması
gereken bir fırsat gibi duruyor.
Film başladıktan bir süre sonra ne yazık ki şüphelerimin
teyid edildiğini görüyorum. Daha önce bol miktarda Dracula uyarlaması izledim.
Hammer filmlerinden tutun da, 1922 tarihli Nosferatu’ya kadar aklımda yer etmiş
birkaç Dracula filmi sayabilirim. Büyük bir ihtimalle Werner Herzog’un
Nosferatu uyarlaması beni en çok etkileyendir. Coppola’nın diğerlerine nazaran
daha cilalı gibi dursa da hiç açık vermeyen Hollywood uyarlamasını severim
doğrusu. Hatta Dracula filmleri konusunda son sözü söyledeiğini de iddia edebilirim.
Konuyu vampir sineması çerçevesine taşırsak iş değişir elbette. Örneğin birkaç
yıl önce vizyona çıkan Let The Right One In ya da yine aynı zamanlarda
izlediğim Park Chan-wook imzalı Thirst bu türde son derece yenilikçi işlerdir
bence.Ama iş Dracula’ya gelince Coppola’nın filmi her
anlamda hesaplaşılması gereken bir uyarlamadır kanımca. Beğenseniz de,
beğenmeseniz de.
Argento’nun Dracula’sı bana ilk başlarda Andy Warhol’un
Blood For Dracula adlı filmini anıştırdı. Udo Kier ve Joe D’Allessandro gibi isimlerin
oynadığı film bir iki aktörü dışta bırakırsanız fena halde amatör hissiyatı
veren oyunculuk performansları ve Warhol’un kendi estetik beğenileri
doğrultusunda insan bedeninin çıplak teşhirinin yer yer fazlaca öne çıktığı bir
filmdi. Açıkçası Argento’nun da bir an
benzeri bir yol izleyeceğini düşündüm ama yanıldığımı çabuk anladım. Üstad, son
yıllarda daha önce de gözlemlediğim gibi 70’li, 80’li yıllarda kullandığı
sinema diline fena halde takılıp kalmış görünüyor. En yeni teknolojileri
kullansa da ( 3D örneğin ) hem bu teknolojilerde yeterince yetkin görünmüyor,
hem de bu teknikler sinemasına pek bir şey katmıyor. Rutger Hauer ( Van Helsing
) ve Asia Argento ( ki babasına ayıp olmasın diye oynadığı hissi geçiyor ) gibi
oyuncuların varlığına rağmen genel olarak oyunculuk performasnları yapay bir
tet bırakıyor izleyicide ve işin psikolojik boyutu bu derece zayıf olunca iiş
sadece kan revan sahnelere kalıyor ki, Argento bu konuda da kendini tekrar
ediyor doğrusu. Köpeğin yediği genç kız imgesinin benzerini de; bir anda
ortalığı basan sinek sürüsünü de hatırlıyoruz. Uzun lafın kısası mizahın da
hemen hemen hiç yer almadığı Dracula ne yazık ki bir iki sahne dışında sınıfta
kalıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder