“Boşuna kamera getirmeyin, her şeyi onlar çekip size
verecek” sözleri üzerine elime sadece bir adet NTV başlıklı mikrofon alarak
Eminönü’nün yolunu tutuyorum. Bir gün önce Çırağan Sarayı’nda da gördüğüm tüm
basın mensupları bu sefer Hamdi Restoran’ın 2. katına doluşmuş durumda ve ben
de karargahtaki yerimi alıp bir kahve söylüyorum. Warner Bros.’tan Duygu Kutlu
ile kısa bir fikir teatisinde bulunup üst kata çıkıyoruz. Bana balkondan setin
olduğu bölgeyi gösteriyor. Tam da Yeni Camii’nin çevresine kurulmuş set. Mısır
Çarşısı’na giriş serbest ama setin etrafı demir bariyerler ve brandalarla
çevrildiği için zaten yoğun olan insan trafiği iyice sıkışık bir hal almış.
Balkondan baktığımda hemen solumda kalan bölüme ise yaklaşık 15 tane kamyon
park etmiş olduğunu görüyorum. Çoğunun arka kapısı açık olduğu için içlerini
görmek mümkün; ışık, set ve dekor kamyonları bunlar. Balkonda bir kamera ve iki
– üç kişilik küçük bir ekip bekleşiyor. İşte bu ekip benim kullanacağım
görüntüleri çekecek olan ekip. Duygu “aslında setin yanında bir noktadan da
anons çekebileceğimi ama buradan da bir anons yapmak istersem henüz
kalabalıklaşmadan yapabileceğimi” söylüyor. Aklıma yatıyor ve balkona çıkıp,
Yeni Camii’yi ve seti arkama alarak kısa bir anons çekiyorum. İyi ki de
çekiyorum, zira daha sonra setin yakınından bir çekim yapamayacağımız haberi
geliyor. Hemen 15 dakika sonra elime bir memory card veriyorlar ve aslında Gece
Gündüz için olan işim çabucak bitmiş oluyor. Ama ben sete de girmek
niyetindeyim ve bu sefer “hayır” cevabı almaya niyetim yok.
Yeniden aşağı inip beklemeye başlıyorum. Arada İngiliz bir
yapım görevlisi gelip bir grup gazeteciyi bir yere götürüyor. Duygu’dan
öğreniyorum ki, 10 ya da 12 kişilik gruplar halinde alıyorlarmış gazetecileri
sete ve önceliği de o gün erken saatte uçuşu olanlara vermişler. Bu sırada
Murat Emir Eren ( ya da “a.k.a.” yani daha çok bilindiği adıyla Memir )ve Nil
Kural da geliyor ve küçük bir üçlü oluşturarak bekleşmeye devam ediyoruz.
Bekleme sırasında silah sesleri duyup hemen pencereden dışarı bakıyoruz ve
setin olduğu bölgede bir hareketlilik çarpıyor gözümüze. Bir takım adamların
kaçışıp saklandığını görüyorum ve hemen ardından da motorsikletli bir adam
hızla aralarından geçerek uzaklaşıyor. Bunun prova mı, çekim mi olduğunu
bilmiyoruz ama ilk kez tanık olduğumuza göre “herhalde provadır” diyerek
avunuyoruz. Sete gittiğimizde gerçeğini yaşarız belki.
Saat 12’ye doğru yeni bir gruplaşma oluyor ve biz de atik
davranıp yabancı gazetecilerle beraber ayağa kalkıp kapının önünde sıraya
giriyoruz. Az önceki İngiliz kimlerin erken saatte ülkeden ayrılacağını bir kez
daha soruyor ve hemen arkamdaki sarışın bir gazeteci “Lütfen beni bir sonraki
gruba bırakma” diyerek acındırma denemesine girişiyor. Sonuçta onun da içinde
olduğu bir grup halinde aşağı inip bu sefer başka bir görevliye teslim
ediliyoruz. Ama her nasılsa aşağı inene kadar sayımız 14’e çıkıyor ve bir eleme
kaçınılmaz oluyor. Bu seferki elemeden kurtulamayan sarışın kadın değişik bir
yol deniyor ve bizi kastederek “Neden yerel basın bizden önce giriyor, uçuşları
mı var?” itirazını patlatıyor. Biz bu arada hiç arkamıza bakmadan hızlı
adımlarla sete doğru yola çıkıyoruz ve geride bıraktığımız kavgayı dikkate
almıyoruz. Hepimizden hızlı yürüyen İngiliz bir set görevlisi var en önde ve
Mısır Çarşısı’nın önünden geçip toprak, çiçek vs satan dükkanların içine
daldığımızda tek kaygımız geride kalıp yolumuzu şaşırmak ya da gruptan ayrı
düşmek.
Sağ salim setin girişine ulaşıyoruz neyse ki. Buradaki
görevli ( bu sefer genç bir Türk ) demir bariyerleri aralayıp bizi içeri alıyor
ve Yeni Camii’nin arkasında olduğumuzu anlıyoruz. 10 kişilik grup burada hemen
ikiye bölünüyor ve aralarında Nil’in de olduğu ilk grup hemen bizi karşılayan
Heather’ın ( onu bir gün önce tanımıştım, hatırlıyorum ) peşinden setin
içlerine doğru yol alırken biz yeniden beklemeye başlıyourz. Bekleme sırasında
bizimle ilgilenen Linda kimi bilgiler vermeye başlıyor. Aramızdaki yabancı
gazetecilerden biri otomobillerle ilgili olsa gerek konu hızla taşıtlara
geliyor ve bu sahnede kullanılacak iki arabadan da ( ki biri Audi A5, diğeri
Land Rover ) 15’er tane hazır bekletildiğini öğreniyoruz. Linda çekilecek
sahneyi de anlatıyor kısaca. “İşte şuradan James Bond ve Eve bir Land Rover ile
gelecekler. Önlerinde kötü adamın kullandığı Audi var ama pazarın içine girince
kaza olacak ve Audi’deki adam bu sefer bir polis motorsikletine atlayacak. Bond
da başka bir motorla peşine düşecek.” diye anlatırken biz bu sahnenin daha önce
Kapalıçarşı’nın çatılarında çekilen sahnenin öncesi olduğunu kavrıyoruz.
Bekleyiş devam ederken Türk olduğumuzu anlayan Linda
ilgisini bize yöneltiyor. İstanbul’dan nasıl etkilendiğini ve aslında geçen yıl
çekilen Argo için gelmeyi çok istediğini ama ancak bu yıl gelebildiğini
söylüyor. Sözlerinde kimi zaman yabancı konuklarda gördüğüm nezaketli yapmacıklıktan
eser olmadığını fark ediyor ve anlattıklarında samimi olduğunu anlıyorum. Sonra
ilginç bir hikaye anlatıyor. İzin günlerinden birinde ( ki topu topu 2 gün boş
geçmiş ) yalnız başına Kapalıçarşı’ya gitmiş ve bir halıcıya girmiş. Ben
içimden “Tamam, kesin nasıl kazıklandığını anlatacak” diye geçirirken dükkan
sahibinin ona nereli olduğunu sorduğunu ve “Ben İskoçyalıyım” dediğinde de
aldığı ilk yanıtın “Sean Connery” olduğunu söylüyor. “Ama ben ona başka hiç bir
şey söylemedim. Aklına gelen ilk şey Sean Connery oldu. Sonra ‘bekle biraz’
dedi ve gidip içeriden bir klasör getirdi. İçinde ünlü insanların fotoğrafları
vardı. Dosyayı biraz karıştırdıktan sonra Sean Connery’nin fotoğrafını buldu. From
Russia With Love filminin çekimleri için geldiği sırada imzalamış fotoğrafı Connery
ve henüz o kadar az tanınıyormuş ki imzanın altına ev adresini de yazmış”. Düşünsenize, Bond filminde çalışmak için ta
İngiltere’den kalkıp İstanbul’a geliyorsunuz ve girdiğiniz bir dükkanda, sizin
neden geldiğinizi bilmeyen bir adam önünüze en eski Bond’un fotoğrafını
çıkarıveriyor. Durup düşünüyor insan.
Bu arada bir önceki grup geri geliyor ve bu sefer biz
Heather’ın peşine takılıp setin merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Tam yola
çıkmadan önce yaşça herkesten daha büyük ve haliyle daha kıdemli bir İngiliz
elimdeki mikrofonu kendisine vermem gerektiğini söylüyor. Duygu kamera olmadan
mikrofonun bir anlam taşımayacağını söylüyor ama settekilerin kıllanabileceği
tezi adamı haklı kılıyor ve ben mikrofonu teslim ediyorum. İşime de geliyor
aslında elimin boş kalması. “Çıkışta alırım” deyince beni yanlış anlayan adan
“Vermem, sen gidince satacağım ben bunu” diye espri yapıyor. “İyi bir fiyata
sat da kırışalım” sete doğru diyerek yürümeye başlıyorum. Bir Pazar alanı
kurulmuş ve etrafta gördüğümüz herkes figüran ya da görevli. Güvercinler hariç
elbette. Tezgahlarda ne satıldığına çok dikkat etmiyorum doğrusu, ama bazı
arabalarda portakallar görüyorum. Aklımda da en çok onlar kalıyor nedense.
Godfather’ı hatırlattığından mı, mevsimini geride bıraktığımızdan mı,
bilemiyorum. Bana sorsanız her yerde portakal var. Uzatmayayım hızlı adımlarla
setin içinden geçerken Heather “İşte Sam ve Roger Deakins şurada” diye bir yeri
işaret ediyor. Bir yandan bize ayrılan köşeye yürüyor bir yandan da gösterdiği
yere bakıyoruz. Sam Mendes’i teşhis etmek kolay ama efsanevi görüntü yönetmeni
Deakins hangisi acaba? True Grit, No Country For Old Men ve The Man Who Wasn’t
There gibi Coen filmlerinde tutun da, The Shawshank Redemption, 1984, Dead Man
Walking, A Beautiful Mind gibi birçok unutulmaz filmde çalışmış, tam 9 kez
Oscar ödülüne aday gösterilmiş gerçek bir efsane kendisi ve neye benzediğini
merak etmemiz de son derece normal. Tam da çekilenleri izlememiz için kurulan
büyük monitörün olduğu bölmeye geçerken neredeyse yan yatmış durumdaki siyah
bir Audi çıkıyor karşımıza. İşte Linda’nın bahsettiği otomobillerden biri diye
geçiriyorum içimden. Monitörün başına geçince ilk iş Heather’a “Roger Deakins
hangisiydi, bir göstersen” şeklinde yanaşıp “beyaz saçlı, beysbol şapkalı olan”
yanıtını alıyoruz. İyi de bu tanım en az 5 – 6 kişiye uyuyor. “Şu mu?” diyoruz,
“Hayır” diyor. “Peki şuradaki mi” diyoruz, ona da “Hayır”. O sırada yanımıza
otomobil ve motorsiklet sahnelerinden sorumlu “stunt” görevlisi geliyor. Stunt
sadece dublörlere denmiyor bu arada, tehlike ihtiva eden her türlü sahne ya da
numara stunt olarak adlandırılıyor ve böylesi aksiyon filmlerinde en önemli
kişilerden biri de işte bu yanımıza gelen ve adının Simon olduğunu öğrendiğimiz
adam oluyor. Söylediklerine kulak kabartınca ( zira gözümüz monitörde ve sette
) anlıyoruz ki film için toplamda 150 araç alınmış ( bir kısmı da kiralık ).
Eminönü’ndeki sahne için otomobillerin haricinde 20 tane de motorsikletin
bekletildiğini öğreniyoruz. Sahne devamlılığının nasıl sağlandığını
sorduğumuzda Simon “ilk sahnedeki otomobilin kaza sonrası halini
fotoğraflıyoruz, sonra diğer otomobili garaja çekip elimizde çekiçle
girişiyoruz” diyor. Her araç sadece bir çekimde ( yanlış anlaşılmasın, bir
tekrarda ) kullanıldığı için para su gibi akıyor desek yeridir.
Simon yanımızdan ayrıldıktan sonra tüm konsantrasyonumuzu
monitöre yönlendiriyoruz. Monitör dediğim 105 ekran bir plazma aslında. Üç
kameranın gösterdiği üç görüntüyü bölünmüş ekranda aynı anda görebiliyoruz.
Memir nihayet “İşte Deakins bu” diyerek bana kameraların birinin önünde duran
bir popoyu işaret ediyor. Kameranın açısı yüzünden sadece arkasını ve kotunun
arka ceplerinden birine soktuğu elini görebiliyorum Deakins’in. Ama sonra sete
doğru bakınca, gerçekten de kameralardan birinin önünde durup etrafa bakan
adamı görünce rahatlıyorum. Mendes ona bir şeyler anlatmaya çalışıyor, o ise
sakin bir şekilde ileriye bakıyor. Az sonra göreceğimiz her şeyin onun
kafasında şekillenip canlandığını anlamak zor değil.
“Tamam prova başlıyor” diyor Heather ve ben yeniden monitöre
dönüyorum. İkisi üstüste, biri onların yanında duran üç görüntüden birinde portakalları
görüyorum yine. Kameranın tam önüne bir portakal arabası yerleştirilmiş ve
arkada da yakın plan bir Land Rover var. Birkaç saniye sonra Daniel Craig ve
Naomie Harris görüntüye geliyor. Naomie direksiyonun başında, Craig ise elinde
silahıyla yanında. Tam ne zaman başlayacak diye düşünürken “action” sesini duyuyorum
ve bir an için yüreğim ağzıma geliyor. Artarda patlayan silahlardan ürküyorum
boş bulunup. Aynı anda Land Rover’ın camında kurşun delikleri beliriyor. Bond
hemen atlayıp ateş ederek koşuyor. Diğer kamera onu arkadan yakalıyor ve
önünden kaçmakta olan motorsikletli bir adama ateş ettiğini görüyorum. Sonra
motor kayboluyor ve Bond onun peşinden giderken görüş açımızdan çıkıyor. “Cut.”
Daha başımızı kaldırıp iki adım atalım derken Daniel Craig
siyah bir çadıra girip kaybolmuş bile. Heather yanımıza gelip “Haydi artık
gidiyoruz” diyor ve istemeye istemeye peşine takılıyoruz. Kalabalığın içinden
yürürken Sam Mendes ve Naomie Harris’in setin ortasında, kemarlardan birinin
yanında sahneyi konuşmakta olduğunu görüyorum. Hızlı adımlarla yürüyen
Heather’ı takip ederken dekordan sorumlu olduğunu sandığım ( sanat grubu da
diyebiliriz herhalde ) bir genç kız “Dekorlara oturmayın abla, dekorlara oturmayın”
diye sesleniyor birisine. Güneşin altında beklemekten yorulmuş bir insana
oturacak bir sandalye ayarlayamamış olmaları garibime gidiyor doğrusu. Sonra
çıkışta mikrofonumu alıp ( satamamaış maalesef ) aynı kalabalığın içine
dalıyorum ve Eminönü’nde halkın arasına karışıyorum. Dönüş vakti.
Seti terk edip de şirkete döndüğümde çektiğim anonsu
kullanamayacağımı anlıyorum. Sadece
uzaktan görülen üç beş tane tenteyle haberi toparlamak imkansız. Setin içinden
de biraz görüntümüz olsaydı mantıklı bir bütün çıkabilirdi belki ortaya, ama bu
şekilde olacak gibi değil. “Neyse” diye geçiriyorum içimden “sadece bize değil,
kimseye görüntü verilmiyor”. Ama ertesi sabah uyanıp da başka bir kanalın
çekilen sahneye ait görüntüleri kaçak olarak da olsa elde ettiğini görünce fena
halde bozuluyorum. Kısa bir hesapla Mısır Çarşısı’na girip bir lokantanın
penceresinden setin içini görebildiklerini anlıyorum ve kime kızacağımı
bilemiyorum: aynı şeyi yapmadığım için kendime mi, yasağı deldikleri için diğer
kanaldakilere mi yoksa kimseye görüntü vermeyerek ortalığı daha da
karıştırdıkları için filmcilere mi?
Son olarak bir meseleyi açıklığa kavuşturayım. Bu sabah bir
kanalda “İstanbul’u İran gibi gösteriyorlar” başlıklı ( tam böyle olmayabilir
bu başlık ) bir haber gördüm. Benim de girdiğim setteki Pazar tezgahlarının hiç
de İstanbul’daki gibi olmadığını söyleyen muhabir “İstanbul’u neredeyse bir
Afrika ülkesi gibi göstermişler” diyordu. Programın sunucusu da “Bu konuda bir
cevap, bir açıklama istiyoruz” diyerek ateşi körüklüyordu. Yayınladıkları
görüntülerden birinde de sette dolaşan siyahi birini gösteriyorlardı kanıt
olarak. Öncelikle şunu anlamıyorum, bugün Eminönü’ne gitsek hiç mi siyahi
birini görmeyeceğiz? Somali’den Sudan ‘dan gelen ve tezgah açan hiç mi kimse
yok yani? Olduğunu hepimiz biliyoruz da ben yine de sorayım dedim. Onun
ötesinde ne demek “neredeyse bir Afrika ülkesi”? Hem bize Oryantalist
yaklaşılmasından şikayet ediyoruz ( ki Bond filmleri her daim Oryantalist
olmuştur, şaşırmak, kızmak için biraz geç ), hem de Afrika ülkelerini
aşağılayarak Oryantalistliğin daniskasını yapıyoruz. Hem bizi hor gördüklerini
düşünmek, hem de kendimizi başkalarından ( Afrikalılardan örneğin ) üstün sayıp
onları hor görmek aslında aşağılık kompleksinin en bariz göstergesi değil mi?
Gerçi şimdi sorsak, o haberi yapan meslektaşlarımızın da çok yakın Afrikalı
arkadaşları falan vardır, en iyisi meseleyi hiç deşmemek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder