7.05.2012

Bond'un setinden notlar

Dikkat!!! Bu yazı bir önceki yazının devamıdır ve daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.



“Boşuna kamera getirmeyin, her şeyi onlar çekip size verecek” sözleri üzerine elime sadece bir adet NTV başlıklı mikrofon alarak Eminönü’nün yolunu tutuyorum. Bir gün önce Çırağan Sarayı’nda da gördüğüm tüm basın mensupları bu sefer Hamdi Restoran’ın 2. katına doluşmuş durumda ve ben de karargahtaki yerimi alıp bir kahve söylüyorum. Warner Bros.’tan Duygu Kutlu ile kısa bir fikir teatisinde bulunup üst kata çıkıyoruz. Bana balkondan setin olduğu bölgeyi gösteriyor. Tam da Yeni Camii’nin çevresine kurulmuş set. Mısır Çarşısı’na giriş serbest ama setin etrafı demir bariyerler ve brandalarla çevrildiği için zaten yoğun olan insan trafiği iyice sıkışık bir hal almış. Balkondan baktığımda hemen solumda kalan bölüme ise yaklaşık 15 tane kamyon park etmiş olduğunu görüyorum. Çoğunun arka kapısı açık olduğu için içlerini görmek mümkün; ışık, set ve dekor kamyonları bunlar. Balkonda bir kamera ve iki – üç kişilik küçük bir ekip bekleşiyor. İşte bu ekip benim kullanacağım görüntüleri çekecek olan ekip. Duygu “aslında setin yanında bir noktadan da anons çekebileceğimi ama buradan da bir anons yapmak istersem henüz kalabalıklaşmadan yapabileceğimi” söylüyor. Aklıma yatıyor ve balkona çıkıp, Yeni Camii’yi ve seti arkama alarak kısa bir anons çekiyorum. İyi ki de çekiyorum, zira daha sonra setin yakınından bir çekim yapamayacağımız haberi geliyor. Hemen 15 dakika sonra elime bir memory card veriyorlar ve aslında Gece Gündüz için olan işim çabucak bitmiş oluyor. Ama ben sete de girmek niyetindeyim ve bu sefer “hayır” cevabı almaya niyetim yok. 



Yeniden aşağı inip beklemeye başlıyorum. Arada İngiliz bir yapım görevlisi gelip bir grup gazeteciyi bir yere götürüyor. Duygu’dan öğreniyorum ki, 10 ya da 12 kişilik gruplar halinde alıyorlarmış gazetecileri sete ve önceliği de o gün erken saatte uçuşu olanlara vermişler. Bu sırada Murat Emir Eren ( ya da “a.k.a.” yani daha çok bilindiği adıyla Memir )ve Nil Kural da geliyor ve küçük bir üçlü oluşturarak bekleşmeye devam ediyoruz. Bekleme sırasında silah sesleri duyup hemen pencereden dışarı bakıyoruz ve setin olduğu bölgede bir hareketlilik çarpıyor gözümüze. Bir takım adamların kaçışıp saklandığını görüyorum ve hemen ardından da motorsikletli bir adam hızla aralarından geçerek uzaklaşıyor. Bunun prova mı, çekim mi olduğunu bilmiyoruz ama ilk kez tanık olduğumuza göre “herhalde provadır” diyerek avunuyoruz. Sete gittiğimizde gerçeğini yaşarız belki.

Saat 12’ye doğru yeni bir gruplaşma oluyor ve biz de atik davranıp yabancı gazetecilerle beraber ayağa kalkıp kapının önünde sıraya giriyoruz. Az önceki İngiliz kimlerin erken saatte ülkeden ayrılacağını bir kez daha soruyor ve hemen arkamdaki sarışın bir gazeteci “Lütfen beni bir sonraki gruba bırakma” diyerek acındırma denemesine girişiyor. Sonuçta onun da içinde olduğu bir grup halinde aşağı inip bu sefer başka bir görevliye teslim ediliyoruz. Ama her nasılsa aşağı inene kadar sayımız 14’e çıkıyor ve bir eleme kaçınılmaz oluyor. Bu seferki elemeden kurtulamayan sarışın kadın değişik bir yol deniyor ve bizi kastederek “Neden yerel basın bizden önce giriyor, uçuşları mı var?” itirazını patlatıyor. Biz bu arada hiç arkamıza bakmadan hızlı adımlarla sete doğru yola çıkıyoruz ve geride bıraktığımız kavgayı dikkate almıyoruz. Hepimizden hızlı yürüyen İngiliz bir set görevlisi var en önde ve Mısır Çarşısı’nın önünden geçip toprak, çiçek vs satan dükkanların içine daldığımızda tek kaygımız geride kalıp yolumuzu şaşırmak ya da gruptan ayrı düşmek. 

Sağ salim setin girişine ulaşıyoruz neyse ki. Buradaki görevli ( bu sefer genç bir Türk ) demir bariyerleri aralayıp bizi içeri alıyor ve Yeni Camii’nin arkasında olduğumuzu anlıyoruz. 10 kişilik grup burada hemen ikiye bölünüyor ve aralarında Nil’in de olduğu ilk grup hemen bizi karşılayan Heather’ın ( onu bir gün önce tanımıştım, hatırlıyorum ) peşinden setin içlerine doğru yol alırken biz yeniden beklemeye başlıyourz. Bekleme sırasında bizimle ilgilenen Linda kimi bilgiler vermeye başlıyor. Aramızdaki yabancı gazetecilerden biri otomobillerle ilgili olsa gerek konu hızla taşıtlara geliyor ve bu sahnede kullanılacak iki arabadan da ( ki biri Audi A5, diğeri Land Rover ) 15’er tane hazır bekletildiğini öğreniyoruz. Linda çekilecek sahneyi de anlatıyor kısaca. “İşte şuradan James Bond ve Eve bir Land Rover ile gelecekler. Önlerinde kötü adamın kullandığı Audi var ama pazarın içine girince kaza olacak ve Audi’deki adam bu sefer bir polis motorsikletine atlayacak. Bond da başka bir motorla peşine düşecek.” diye anlatırken biz bu sahnenin daha önce Kapalıçarşı’nın çatılarında çekilen sahnenin öncesi olduğunu kavrıyoruz.

Bekleyiş devam ederken Türk olduğumuzu anlayan Linda ilgisini bize yöneltiyor. İstanbul’dan nasıl etkilendiğini ve aslında geçen yıl çekilen Argo için gelmeyi çok istediğini ama ancak bu yıl gelebildiğini söylüyor. Sözlerinde kimi zaman yabancı konuklarda gördüğüm nezaketli yapmacıklıktan eser olmadığını fark ediyor ve anlattıklarında samimi olduğunu anlıyorum. Sonra ilginç bir hikaye anlatıyor. İzin günlerinden birinde ( ki topu topu 2 gün boş geçmiş ) yalnız başına Kapalıçarşı’ya gitmiş ve bir halıcıya girmiş. Ben içimden “Tamam, kesin nasıl kazıklandığını anlatacak” diye geçirirken dükkan sahibinin ona nereli olduğunu sorduğunu ve “Ben İskoçyalıyım” dediğinde de aldığı ilk yanıtın “Sean Connery” olduğunu söylüyor. “Ama ben ona başka hiç bir şey söylemedim. Aklına gelen ilk şey Sean Connery oldu. Sonra ‘bekle biraz’ dedi ve gidip içeriden bir klasör getirdi. İçinde ünlü insanların fotoğrafları vardı. Dosyayı biraz karıştırdıktan sonra Sean Connery’nin fotoğrafını buldu. From Russia With Love filminin çekimleri için geldiği sırada imzalamış fotoğrafı Connery ve henüz o kadar az tanınıyormuş ki imzanın altına ev adresini de yazmış”.  Düşünsenize, Bond filminde çalışmak için ta İngiltere’den kalkıp İstanbul’a geliyorsunuz ve girdiğiniz bir dükkanda, sizin neden geldiğinizi bilmeyen bir adam önünüze en eski Bond’un fotoğrafını çıkarıveriyor. Durup düşünüyor insan.

Bu arada bir önceki grup geri geliyor ve bu sefer biz Heather’ın peşine takılıp setin merkezine doğru yürümeye başlıyoruz. Tam yola çıkmadan önce yaşça herkesten daha büyük ve haliyle daha kıdemli bir İngiliz elimdeki mikrofonu kendisine vermem gerektiğini söylüyor. Duygu kamera olmadan mikrofonun bir anlam taşımayacağını söylüyor ama settekilerin kıllanabileceği tezi adamı haklı kılıyor ve ben mikrofonu teslim ediyorum. İşime de geliyor aslında elimin boş kalması. “Çıkışta alırım” deyince beni yanlış anlayan adan “Vermem, sen gidince satacağım ben bunu” diye espri yapıyor. “İyi bir fiyata sat da kırışalım” sete doğru diyerek yürümeye başlıyorum. Bir Pazar alanı kurulmuş ve etrafta gördüğümüz herkes figüran ya da görevli. Güvercinler hariç elbette. Tezgahlarda ne satıldığına çok dikkat etmiyorum doğrusu, ama bazı arabalarda portakallar görüyorum. Aklımda da en çok onlar kalıyor nedense. Godfather’ı hatırlattığından mı, mevsimini geride bıraktığımızdan mı, bilemiyorum. Bana sorsanız her yerde portakal var. Uzatmayayım hızlı adımlarla setin içinden geçerken Heather “İşte Sam ve Roger Deakins şurada” diye bir yeri işaret ediyor. Bir yandan bize ayrılan köşeye yürüyor bir yandan da gösterdiği yere bakıyoruz. Sam Mendes’i teşhis etmek kolay ama efsanevi görüntü yönetmeni Deakins hangisi acaba? True Grit, No Country For Old Men ve The Man Who Wasn’t There gibi Coen filmlerinde tutun da, The Shawshank Redemption, 1984, Dead Man Walking, A Beautiful Mind gibi birçok unutulmaz filmde çalışmış, tam 9 kez Oscar ödülüne aday gösterilmiş gerçek bir efsane kendisi ve neye benzediğini merak etmemiz de son derece normal. Tam da çekilenleri izlememiz için kurulan büyük monitörün olduğu bölmeye geçerken neredeyse yan yatmış durumdaki siyah bir Audi çıkıyor karşımıza. İşte Linda’nın bahsettiği otomobillerden biri diye geçiriyorum içimden. Monitörün başına geçince ilk iş Heather’a “Roger Deakins hangisiydi, bir göstersen” şeklinde yanaşıp “beyaz saçlı, beysbol şapkalı olan” yanıtını alıyoruz. İyi de bu tanım en az 5 – 6 kişiye uyuyor. “Şu mu?” diyoruz, “Hayır” diyor. “Peki şuradaki mi” diyoruz, ona da “Hayır”. O sırada yanımıza otomobil ve motorsiklet sahnelerinden sorumlu “stunt” görevlisi geliyor. Stunt sadece dublörlere denmiyor bu arada, tehlike ihtiva eden her türlü sahne ya da numara stunt olarak adlandırılıyor ve böylesi aksiyon filmlerinde en önemli kişilerden biri de işte bu yanımıza gelen ve adının Simon olduğunu öğrendiğimiz adam oluyor. Söylediklerine kulak kabartınca ( zira gözümüz monitörde ve sette ) anlıyoruz ki film için toplamda 150 araç alınmış ( bir kısmı da kiralık ). Eminönü’ndeki sahne için otomobillerin haricinde 20 tane de motorsikletin bekletildiğini öğreniyoruz. Sahne devamlılığının nasıl sağlandığını sorduğumuzda Simon “ilk sahnedeki otomobilin kaza sonrası halini fotoğraflıyoruz, sonra diğer otomobili garaja çekip elimizde çekiçle girişiyoruz” diyor. Her araç sadece bir çekimde ( yanlış anlaşılmasın, bir tekrarda ) kullanıldığı için para su gibi akıyor desek yeridir.

Simon yanımızdan ayrıldıktan sonra tüm konsantrasyonumuzu monitöre yönlendiriyoruz. Monitör dediğim 105 ekran bir plazma aslında. Üç kameranın gösterdiği üç görüntüyü bölünmüş ekranda aynı anda görebiliyoruz. Memir nihayet “İşte Deakins bu” diyerek bana kameraların birinin önünde duran bir popoyu işaret ediyor. Kameranın açısı yüzünden sadece arkasını ve kotunun arka ceplerinden birine soktuğu elini görebiliyorum Deakins’in. Ama sonra sete doğru bakınca, gerçekten de kameralardan birinin önünde durup etrafa bakan adamı görünce rahatlıyorum. Mendes ona bir şeyler anlatmaya çalışıyor, o ise sakin bir şekilde ileriye bakıyor. Az sonra göreceğimiz her şeyin onun kafasında şekillenip canlandığını anlamak zor değil. 

“Tamam prova başlıyor” diyor Heather ve ben yeniden monitöre dönüyorum. İkisi üstüste, biri onların yanında duran üç görüntüden birinde portakalları görüyorum yine. Kameranın tam önüne bir portakal arabası yerleştirilmiş ve arkada da yakın plan bir Land Rover var. Birkaç saniye sonra Daniel Craig ve Naomie Harris görüntüye geliyor. Naomie direksiyonun başında, Craig ise elinde silahıyla yanında. Tam ne zaman başlayacak diye düşünürken “action” sesini duyuyorum ve bir an için yüreğim ağzıma geliyor. Artarda patlayan silahlardan ürküyorum boş bulunup. Aynı anda Land Rover’ın camında kurşun delikleri beliriyor. Bond hemen atlayıp ateş ederek koşuyor. Diğer kamera onu arkadan yakalıyor ve önünden kaçmakta olan motorsikletli bir adama ateş ettiğini görüyorum. Sonra motor kayboluyor ve Bond onun peşinden giderken görüş açımızdan çıkıyor. “Cut.”

Daha başımızı kaldırıp iki adım atalım derken Daniel Craig siyah bir çadıra girip kaybolmuş bile. Heather yanımıza gelip “Haydi artık gidiyoruz” diyor ve istemeye istemeye peşine takılıyoruz. Kalabalığın içinden yürürken Sam Mendes ve Naomie Harris’in setin ortasında, kemarlardan birinin yanında sahneyi konuşmakta olduğunu görüyorum. Hızlı adımlarla yürüyen Heather’ı takip ederken dekordan sorumlu olduğunu sandığım ( sanat grubu da diyebiliriz herhalde ) bir genç kız “Dekorlara oturmayın abla, dekorlara oturmayın” diye sesleniyor birisine. Güneşin altında beklemekten yorulmuş bir insana oturacak bir sandalye ayarlayamamış olmaları garibime gidiyor doğrusu. Sonra çıkışta mikrofonumu alıp ( satamamaış maalesef ) aynı kalabalığın içine dalıyorum ve Eminönü’nde halkın arasına karışıyorum. Dönüş vakti.

Seti terk edip de şirkete döndüğümde çektiğim anonsu kullanamayacağımı  anlıyorum. Sadece uzaktan görülen üç beş tane tenteyle haberi toparlamak imkansız. Setin içinden de biraz görüntümüz olsaydı mantıklı bir bütün çıkabilirdi belki ortaya, ama bu şekilde olacak gibi değil. “Neyse” diye geçiriyorum içimden “sadece bize değil, kimseye görüntü verilmiyor”. Ama ertesi sabah uyanıp da başka bir kanalın çekilen sahneye ait görüntüleri kaçak olarak da olsa elde ettiğini görünce fena halde bozuluyorum. Kısa bir hesapla Mısır Çarşısı’na girip bir lokantanın penceresinden setin içini görebildiklerini anlıyorum ve kime kızacağımı bilemiyorum: aynı şeyi yapmadığım için kendime mi, yasağı deldikleri için diğer kanaldakilere mi yoksa kimseye görüntü vermeyerek ortalığı daha da karıştırdıkları için filmcilere mi?

Son olarak bir meseleyi açıklığa kavuşturayım. Bu sabah bir kanalda “İstanbul’u İran gibi gösteriyorlar” başlıklı ( tam böyle olmayabilir bu başlık ) bir haber gördüm. Benim de girdiğim setteki Pazar tezgahlarının hiç de İstanbul’daki gibi olmadığını söyleyen muhabir “İstanbul’u neredeyse bir Afrika ülkesi gibi göstermişler” diyordu. Programın sunucusu da “Bu konuda bir cevap, bir açıklama istiyoruz” diyerek ateşi körüklüyordu. Yayınladıkları görüntülerden birinde de sette dolaşan siyahi birini gösteriyorlardı kanıt olarak. Öncelikle şunu anlamıyorum, bugün Eminönü’ne gitsek hiç mi siyahi birini görmeyeceğiz? Somali’den Sudan ‘dan gelen ve tezgah açan hiç mi kimse yok yani? Olduğunu hepimiz biliyoruz da ben yine de sorayım dedim. Onun ötesinde ne demek “neredeyse bir Afrika ülkesi”? Hem bize Oryantalist yaklaşılmasından şikayet ediyoruz ( ki Bond filmleri her daim Oryantalist olmuştur, şaşırmak, kızmak için biraz geç ), hem de Afrika ülkelerini aşağılayarak Oryantalistliğin daniskasını yapıyoruz. Hem bizi hor gördüklerini düşünmek, hem de kendimizi başkalarından ( Afrikalılardan örneğin ) üstün sayıp onları hor görmek aslında aşağılık kompleksinin en bariz göstergesi değil mi? Gerçi şimdi sorsak, o haberi yapan meslektaşlarımızın da çok yakın Afrikalı arkadaşları falan vardır, en iyisi meseleyi hiç deşmemek. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder