7.05.2012

Bond'un peşinde 2 gün

Dikkat!! Bu yazı daha önce ntvmsnbc'de yayınlanmıştır.



“Dekorlara oturmayın abla, dekorlara oturmayın”. Yeni Camii’nin önüne kurulmuş James Bond setinden ağır adımlarla çıkarken kulağıma çalınan bu cümle ne çok şey anlatıyor aslında. Bir düşünün etrafınızda 300’den fazla figüran ( ya da yeni ve moda deyimle “yardımcı oyuncu” ), neredeyse bir o kadar görevli ve muhtemelen bir o kadar ( hatta çok daha fazla ) güvercin var. Gerçi silahların gürültüyle yankılandığı her çekim sonrası güvercinlerin sayısında gözle görülür bir azalma oluyor ama figürasyonun böyle bir şansı da yok ne yazık ki. Gösterildiği yerde duracak gün boyu, mecbur. E hal böyle olunca da, yoruluyor elbette “abla” ve çöküveriyor bir “dekorun” üzerine.


Sete geri döneceğim, ama önce bir gün öncesine dönüp Çırağan Sarayı’ndaki basın toplantısını anlatayım istiyorum. Aslına bakarsanız James Bond ile kovalamacamız günler öncesinden başladı. Yaklaşık 2 hafta önce gelen bir davetle 29 Nisan’daki basın toplantısı için adımızı yazdırdık: ben ve kameraman arkadaşım Ahmet Uçar. Sonrasındaysa pazarlıklar başladı. İşin bu kısmı çok önemli, çünkü kimse haberi atlamak istemiyor ve herkes atlatma haber yapmak istiyor. Warner Bros’tan Duygu Kutlu sağolsun elinden gelen herşeyi yapmak suretiyle bize Bond kızlarından biriyle özel bir röportaj ayarlamaya çalışacağını ama söz veremeyeceğini söylediğinde bile hala “acaba Daniel Craig ya da Sam Mendes ile de bir şeyler yapabilir miyiz?” sorusu var aklımızda. Arada sosyal medyada dolaşan “Daniel Craig ile tanışacağım” tarzı twitler ortalığı iyice karıştırıyor ve telefon trafiği bir anda yoğunlaşıyor. Yuvarlak Masa tabir edilen ve çoğunlukla yazılı basına ayrılan toplu röportajlar yapılacağını öğrenip yeniden bastırıyoruz: “Tamam biz NTV’yiz ama bir de ntvmsnbc var, o da yazılı basın sayılır değil mi ama?” diyoruz fakat bir işe yaramıyor.

Uzatmayayım, gün gelip çatıyor ve Çırağan Sarayı’nın yolunu tutuyoruz. Saraya girerken bahçeden havalanan bir helikopteri görüp hemen havaya giriyoruz: “Bond bununla mı geldi yoksa?”. Oysa ekibin büyük çoğunluğu bu otelde kalıyor zaten. Tabii ki Daniel Craig kendi adıyla kalmıyor ama takma adının ne olduğunu da biz öğrenemiyoruz. Bir ara resepsiyondaki görevlinin eline bir 100’lük sıkıştırıp bu bilgiye ulaşmayı geçiriyorum aklımdan ama iki sebepten dolayı hemen vazgeçiyorum: 1. Burada böyle şeyler sökmez ve 2. Cebimde öyle bir para yok. Otomobilden inip elimizde kamera ve tripodla Çırağan Sarayı’nın içine girince görüyoruz ki gerçekten de dünyanın, daha doğrusu büyük bir çoğunlukla kuzey yarıkürenin her yerinden gazeteciler akın etmiş İstanbul’a. Japonu da var, Amerikalısı da. Belçikalısı da var, Holladalısı da. Ve tabii biz Türkler de. En kalabalık grup biziz muhtemelen ama o kadar çok yabancı gazeteci, muhabir, fotoğrafçı, kameraman var ki bir anda azınlık konumuna düşüyoruz. Yine de enseyi karartmıyor ve şevkle işe koyuluyoruz. İlk iş toplantı salonuna girip tripodumuzu yerleştiriyor Ahmet. Bense ikinci sıranın tam ortasına, sıra başına paltomu ( evet hala ince de olsa palto giyiyorum, hava soğuk bence ) bırakıp keşfe çıkıyorum.

Ana salonda Duygu’yu buluyorum ve Naomie Harris ile terasta bir röportaj yapabileceğimizi öğreniyorum. Buna da şükür. Yorgunluğuna rağmen morali yüksek Duygu’nun, ama bakışlarından anlıyorum ki canını da bir hayli sıkmışlar bu basın işleriyle. Yapımcıların yabancı basına daha fazla önem vermesi onun üzerinde çift taraflı bir baskı yaratmış anlaşılan ve bir hayli stres yasamış. Elindeki doyadan programı açıklıyor: önce fotoğraf çekimi var ( ki ona biz giremiyoruz fakat ntvmsnbc.com’dan Ömer girebiliyor, yani fotoğrafların çoğu ona ait ), ardından basın toplantısı ve hemen akabinde round table ( yuvarlak masa ) oturumları. En sonunda da biz terasta Naomie ile konuşacağız. İşimiz uzun, en azından bekleme kısmı.

Yavaş yavaş herkes basın toplantısını yapılacağı Enderun salonuna giriyor ve bekleyiş devam ediyor. Bir kaç kişi ( ben dahil ) oturmak yerine ayakta bekleyerek bir yandan da sık sık fotoğraf çekiminin yapılacağı bölümü gören pencerelere gidip dışarıyı dikizlemeyi tercih ediyor. Ben hatta üzerinde “No Enrty” ( Girilmez ) yazan bir kapıyı omuzumla hafifçe aralayarak dikizleme işini daha de ileri götürüyor ve o daracık aralıktan Sam Mendes’i görüyorum. Sakız çiğnediğini teşhis ediyorum ve üzerinde hırka benzeri bir giysi görüp “bizim basın ne der acaba?” diye içimden geçiriyorum. Dikizleme işini de fazla uzatmıyorum zira Daniel Craig, Sam Mendes, Bond kızları ve yapımcılar daha fazla bekletmeyip fotoğrafçıların karşısına çıkıyorlar ve çeşitli kombinasyonlarda ( önce toplu, sonra sadece oyuncular, sadece Bond kızları gibi ) pozlar verip içeri geçiyorlar.

Artık heyecan dorukta. Yerimizi aldık bekliyoruz. Ben tam ortada olduğum için Sam Mendes ve Daniel Craig tam karşıma oturacaklar. İçim rahat yani. Aklımdan hangi soruları sorayım gibi düşünceler geçiyor, tabii bana söz kalırsa. Bu sırada “No Entry” yazan kapı açılıyor ve içeri uzun boylu, takım elbiseli, gözlüklü bir İngiliz giriyor. Basın toplantısı için yerleştirilen uzun masanın bir ucuna geçiyor ve kısa açıklamalarda bulunuyor ( Fotoğraf çekmek yok, herkese sadece bir soru hakkı var gibi ). Masanın öbür ucuna da sinema yazarı Melis Behlil geçiyor ve aynı açıklamaları Türkçe yapıyor. Bir detay önemli ( önemini sonra anlıyoruz ), toplantı sadece İngilizce yapılacak. Türkçe soru sorulabilecek ( çeviri yapılacak ) ama Türkçe yanıt alınamayacak. Anlaştık mı, anlaştık.

Ve sahneye giriş sıralarıyla isimleri anons ediyor İngiliz dostumuz: Ola Rapace, Berenice Marlohe, Naomie Harris, Sam Mendes, Daniel Craig, Barbara Broccoli ve Michael G. Wilson. Salondan yükselen alkışlarla ekip yerini alıyor ve Sam Mendes’in kısa giriş konuşmasının ardından Belçikalı bir gazetecenin sorusuyla başlıyor basın toplantısı. “Seriye ve karaktere ne gibi bir yenilik getireceği” sorusunu Mendes “Elbette hem Bond’a ait hem de benim kişisel dünyama yakın bir film yapacağıma inanmasam bu işe kalkışmazdım. Sevdiğimiz bir hikaye çekiyoruz ve filmde görecekleriniz... Aslına bakarsanız henüz kimsenin izlemediği bir film hakkında konuşmak pek alışıldık bir durum değil. Benim için de yeni bir şey bu. Film yok henüz ortada ve ben de açıkçası bu aşamada filme dair kimi sözler vermemek gerektiğini de öğrenmiş durumdayım. Sonra eleştirmenler ‘ama sen şunu şunu demiştin’ diye çullanırlar üzerinize. Film şu sıralar oluşma aşamasında. Bir kaç ay sonra daha iyi anlayacağız herşeyi. Zira her zaman hayal ettiğiniz filmle çektiğiniz film arasında farklar oluyor.” sözleriyle yanıtlıyor.

Hollandalı bir gazetecinin Berenice Marlohe’ye yönelttiği “İyi bir niyetle soruyorum bunu, Bond kızı lanetinden çekiniyor musunuz?” sorusu Daniel Craig’in hızlı tepkisini alıyor: “İyi niyetle nasıl sorulur ki bu soru?”. Kahkahalar, kahkahalar. Ama zaten Marlohe’nin de böyle bir korkusu yokmuş anlaşılan. “Bond kızı olmayı hayal etmiyordum belki ama bir Bond filminde yer almayı istiyordum hep” diyor. Tabii aynı Hollandalı gazeteci eski Bond kızlarından Famke Janssen hakkında ne düşündüğünü de soruyor. Çok beğeniyormuş neyse ki, mesele çıkmıyor.

Sözü alan herkes önce İstanbul’a ve Türkiye’ye bir övgü düzüyor elbette ama bunları uzun uzun yazmaya niyetim yok. Bilinsin diye kayda geçiyorum sadece. Toplantının ve tabii ki Bond filmlerinin esas kahramanı Daniel Craig’e ise ancak 8. Dakikada geliyor ilk soru. Kimonolu bir Japon gazeteci ( ki daha sonra aynı gazeteciyi smokinle görüp şaşkınlık geçireceğim ) kalkıp fena halde zor anlaşılır bir İngilizceyle Daniel’e rolüne fiziksel olarak nasıl hazırlandığını soruyor. “Çok basit, her gün spor salonuna gidiyorum. Ve çok koşuyorum. James Bond filmleri fazlasıyla fiziksel aksiyona dayalı olduğu için her gün uzun uzun koşuyorum” diyor Craig. Japon gazeteci hemen ekliyor: “Ben de koşsam sizin gibi olur muyum?” Daniel’in cevabı yine kahkaha alıyor: “Evet, kesinlikle”. Kimonolu Japon gazetecinin haline bakıp da mı gülüyorlar, bilemem.

Yaklaşık 30 dakika süren basın toplantısında American Beauty’de Lester’in bir an önce eve dönüp televizyonda Bond filmi seyretmek istediği sahneden tutun da, Mendes’in Boğaz’da bir takip sahnesi çekip çekmeyeceğine kadar ( ki söylemek istemiyor bunu Mendes ) çeşitli sorular geliyor. Ben de Mendes’e daha önceki filmlerinde yer alan sorunlu erkek karakterleri hatırlatıp ( Lester’dan Jarhead’deki askerlere kadar çok var bu karakterlerden bence ) James Bond gibi erkeklik sembolü bir karakteri de sorunlu addedip etmediğini soruyorum. O da aslında Bond’un ne kadar kompleks bir karakter olduğunu ama zaten tüm bunların Ian Fleming’in romanlarından geldiğini anlatıyor. Bir başka soru üzerineyse her zaman bir gerilim filmi çekmek istediğini ve Bond filmlerinin de aksiyondan çok gerilime yakın olduğunu söylüyor Mendes. 


Daniel Craig’e gelen sorular ise biraz daha kolay oluyor sanki. Bond’un uzun soluklu aşk ilişkilerine veda edip etmediği sorusuna “Aşka inancınızı yitirmeyin” diyerek yanıt veriyor ve Skyfall’un çok komik bir film olacağını söylüyor. Bond kızlarını beğendiniz mi sorusunaysa “İkisi de çok ciddi oyuncular ve çok iyiler. Filme damgalarını vuruyorlar” yanıtını veriyor. Tabii bu soru madalyonun öbür tarafının da merak edilmesini sağlıyor ve aynı soru Bond kızlarına da soruluyor: Daniel ile çalışmak nasıl bir şey? Marlohe “Onunla çalışmak harika çünkü Daniel muhteşem bir yetenek. Müthiş bir mizah duygusu var ve harika bir kişiliğe sahip” deyince Naomie Harris’e söyleyecek fazla bir şey kalmıyor. “Buna daha ne ekleyebilirim ki” diyerek herkesi güldürüyor Harris. Son noktayı yine Marlohe koyuyor: “We love you Daniel”.

Toplantı sırasında bir yandan da şunlar geçiyor aklımdan: 2012 Bond filmlerinin 50. yılı ve seride ilk kez Oscarlı bir yönetmen görüyoruz. Mendes’in neden bu işe kalkıştığını soruyorum kendime ve onun verdiği cevabı fazla inandırıcı bulmadığım için işin içinde paraya dair bazı sebeplerin olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan filmin kadrosuna bakınca ( Javier Bardem, Judi Dench, Ralph Fiennes, Ben Whishaw, vs. ) Skyfall’un gerçekten de potansiyel olarak en gösterişli Bond filmi olabileceği fikri aklıma yatmaya başlıyor. Sonra kabaca bir tarama yapıyorum aklımdan ve bu filmin Türkiye topraklarında çekilen en büyük prodüksiyon olduğuna kanaat getiriyorum. Tam bu sıralarda ilk kez Türkçe bir soru geliyor. “Daniel Craig fırsatı olsa james Bond gibi ajan olur muydu acaba?”. Daniel yine uzatmadan yanıtlıyor: “Hayır, istemezdim, benim işim onunkinden daha iyi.” Hemen ardından bir Türkçe soru daha geliyor: “Hani dublör kullanmayı sevmiyordunuz? Burada kullandınız gördüğümüz kadarıyla..” Bu soruya yine gülümseyerek yanıt veriyor Craig: “Aslında dublör kullanmayı sevmiyorum ama yapımcılar izin vermiyor”. Bu noktada Michale G. Wilson söze giriyor ve sigorta şartlarının böylesi bir durumu imkansız kıldığını anlatıyor. Son gelen soruysa yine Türkçe bir soru oluyor. Tam da arkamda oturan bir gazeteci  sözlerine İngilizce bildiğini söylerek başlıyor ve “Türkiye’de neden İngilizce bir basın toplantısı düzenlendiğini” sorarak bu durumu eleştirdiğini belirtiyor. Bu soruya Daniel Craig, Sam Mendes ve masadaki her iki yapımcı yanıt vererek neden mümkün olamadığını anlatmaya çalışıyorlar ama son sorunun da bu olması kafaları biraz bulandırıyor tabii.

Basın toplantısının ardından bir kısım gazeteci round table oturumları için farklı bir salona geçerken ( ki ben de önce girmeye teşebbüs ediyor ama sonra vazgeçiyorum ) bir kısım gazeteci de terasta dedikodu yapmaya koyuluyor. Bir süre sonra herkes yavaş yavaş ayrılıyor ve Türklerden sadece ben ve Ahmet kalıyoruz. Bir saati aşkın bir süre bekledikten sonra Naomie Harris yanımıza geliyor ve onun kısa ama güzel bir röportaj yapıyoruz. Bu röportajı aşağıda izleybilirsiniz. Ama tabii ki kendisinden bir imza alıp, bir fotoğraf çektiriyorum, ki onları göremeyeceksiniz.
Her şey bitip de yola koyulduğumuzda yorgun olduğumuzu anlıyoruz. Ama ben asıl yorgunluğu ertesi gün yaşayacağımdan habersiz vaziyetteyim. Pazartesi günü tek başıma ( kamera almıyorlar zira ) Bond setine gideceğim ve orada neler olacağına dair hiç bir fikrim yok. En masum halimle “My Name is Bond..” diye ezberimi çalışmaya koyulmuşken içim geçiyor ve uyuya kalıyorum. Rüyamda tam da “We love you Emrah” diyen Berenice silahını yüzüme doğrulttuğu anda sıçrayarak uyanıyorum. Şirkete gelmişiz bile.



1 yorum: