2.04.2013

Festival Notları - 1


Bir festival koşturmacası daha başladı işte. Benim için fiilen Cuma akşamüstü yaptığımız Gece Gündüz yayınıyla başladı diyebilirim. Yukarıdaki fotoğraftan da anlayacağınız gibi canlı yayın konuğumuz festivalin gözde konuklarından Patricia Arquette idi ve kendisiyle hem yayında hem de yayın sonrasında keyifli bir sohbet yaptık. Yayın sırasında Yekta'nın sorduğu Tony Scott'ı nasıl hatırlıyorsunuz sorusu Arquette'i bir hayli sarstı ve hatta güzel oyuncu gözyaşlarına hakim olmakta zorlandı. İzlememiş olanlar buradan göz atabilir ve hatta atmalıdır bence. Onun dışında son derece pozitif, hoş sohbet ve komplekssiz bir kadın Patricia Arquette. Tanıştığıma çok sevindiğim insanlardan biri oldu diyebilirim.


Açılış töreni yine Emek protestolarıyla başladı. salonun arka taraflarına konuşlanmış SİYAD üyeleri törenin sunucusu Memet Ali Alabora "Emek" der demez ellerindeki pankartı açıp gürültü çıkartmaya başladılar ve tüm salonun iştirakiyle alkışlar uzun süre dinmedi. Yine de maalesef bu protestolara kulak asan birileri yok ve Emek'imiz gidiyor elden. Acı.


Törende Lale Belkıs, Aytekin Çakmakçı, Ayşe Şasa ve Ahmet Mekin'e festivalin Onur Ödülleri verildi. Her biri de güzel anlar yaşadı sahnede bu saydığım isimlerin ( Şasa hariç, çünkü kendisi gelemediği için ödülünü semih kaplanoğlu adlı ). Lale Belkıs "Bana kötü kadın diyorlar, ama değilim, ben güçlü, kendi ayakları üzerinde duran kadınları oynadım hep" dediğinde müthiş bir alkış aldı haklı olarak. Aytekin çakmakçı son derece heyecanlıydı ve "Bizim işin düzensiz saatleri yüzünden, çocuklarımı bensiz büyüten eşime adıyorum bu ödülü" derken hem kendisi ağladı, hem de tüm salonun içini şöyle bir titretip geçti. Ahmet Mekin'in ödülünü ise Türkan Şoray verdi ve ikilinin sahnedeki elele, gözgöze hali görülmeye değerdi doğrusu. "O gözlerinizle bana bakınca bir fena oluyorum" dediğinde Türkan Sultan herkes anladı, hatırladı, hayale daldı sanki. O kadar güzeldi.



Açılış filmi Pedro Almodovar'ın Aklımı Kaçıracağım adlı komedisiydi. Aslında tam bir seks komedisi çekmiş Almodovar ve yer yer bir hayli de komikti. Ama bir süredir Almodovar'dan uzaklaştığımı hissediyorum ve eski filmlerini özlüyorum sanki. Yine de fena değildi ve keyifle izlendi bence ama İstanbul Film Festivali yöneticilerinin artık bir Türk filmiyle açmak gibi bir alışkanlık edinmeleri gerektiği kanısındayım ben. Bence dünya ya da Türkiye prömiyerini yapan bir yerli filmle açmak gerek bu köklü ve güzel etkinliği. Bu yıl için örneğin Uğur Yücel'in ya da Aslı Özge'nin filmi gayet güzel bir açılış olurdu. Umarım bu önerim ciddiye alınır.


Festivaldeki ilk röportajım yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Danimarkalı sinemacı Bille August ile oldu. Son filmi Lizbon'a Gece Treni'nin gösterimi sırasında fuayede söyleştiğimiz August son derece sıcak, sakin ve gerginlikten uzak biri. Dünyanın farklı coğrafyalarında, değişik oyuncularla çalışmış birinden daha farklı bir ruh hali bekliyor insan ama ne de olsa kuzeyli; soğukkanlı bir adam.



İlk izlediğim filmse ( Almodovar'ı saymazsak ) Peter Greenaway'in Goltzius and the Pelican Company adlı filmi oldu. Tam da beklediğim gibi birinci sınıf bir iş çıkarmış Greenaway. Rembrandt'ın Nightwatch tablosu üzerinden kurguladığı bir komplo teorisiyle başladığı "Hollandalı Ustalar" serisine bu kezHendrik Goıltzius'un hayatını anlattığı ve bol bol seksten bahsettiği bir filmle devam etmiş. Devamı da Hieronymus Bosch ile gelecek bildiğim kadarıyla.



Bugün Barbara Sukowa ile kaldığı Martı otelde buluştuk ve yine keyifli bir sohbet yaptık Alman oyuncuyla. Ortayaşın eşiğinde olmasına rağmen hala etkileyici bir güzelliği var Sukowa'nın. Sözlerini kendinden emin ama tartarak sarfeden güçlü bir karakter var karşımda. Hannah Arendt rolünün hakkını verebilmek için bir felsefe öğrencisinden yardım aldığını söylediğinde işini ne kadar ciddiye aldığını da anlamış oluyorum. Bir çok oyuncu bir iki makalesini okuyup geçerdi oysa. "Benim yaşımdaki kadınlar için böyle güzel roller pek çıkmıyor sinemada. Aşk ya da dram genelde gençlerin yaşayacağı şeyler olarak görülüyor" diyor laf arasında ve gülüyor. İlk kez geldiği İstanbul'da biraz turistlik ettiğini ama tam da Paskalya zamanı olduğu için kalabalıktan Aya Sofya'ya bile giremediğini söylüyor. Olsun Barbara, vakit geç değil, gezmek için de, aşık olmak için de.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder