Nerede kalmıştık? İstanbul Film Festivali dünyadaki en uzun festivallerden biri, 15 gün sürüyor ve başıyla sonu arasında insan resmen kaybolabiliyor. Şimdi hatırlamaya çalışıyorum örneğin, yukarıdaki fotoğraf aşağıdakinden önce mi, sonra mı çekilmişti diye ve açıkçası zorlanıyorum. Neyse ki, notlarım, yazdıklarım var ve tam bir kronoloji çıkaramasam da yaklaşık bir sıralama yapabilirim. Yine de önce yukarıdaki fotoğrafla başlayayım. Gördüğünüz gibi Hollywood'un bir dönem en parlak genç yıldızlarından Stephen Dorff da İstanbul Film Festivali'nin konukları arasındaydı. Kendisiyle Cuma gecesi Cezayir Lokantası'nda, NTV Belgesel Kuşağı için düzenlenen akşam yemeğinde bir araya geldik ve Gece Gündüz için bir söyleşi yaptık. Gelene kadar festivalde 3 filminini birden gösterildiğini bilmeyen Stephen Dorrf son derece rahat ve komplekssiz bir yıldız gibi göründü bana. Biz birçok havalı yıldızın nelere burun kıvırdığını gördüğümüz için biraz temkinliydik ama Dorff gayet içten ve kaçamak yapmadan konuştu, uzun uzun cevaplar verdi. Meraklısı buradan izleyebilir.
Aynı gece Free Radicals filminini yönetmeni Pip Chodorov da oradaydı ve yanında 16 mm'lik kamerası da vardı. Filminin sonunda herkese "film kullanın" çağrısı yapan ve Mike Figgis'in ( bkz. aşağıya ) aksine Kodak'ın batmadığını ve hala film ürettiğini söyleyerek dijital teknolojilere hiç prim vermediğinden bahsetti. "Kalem kağıt da ucuz, ama bu her eline kalem alanın güzel bir roman yazacağı anlamına gelmez" dedi. Aslına bakarsanız Chodorov ile uzunca bir söyleşi yaptık ama maalesef programda kısa bir bölümünü kullandık. Belki Yer Gösterici'de daha uzun bir versiyonuna yer veririz. Kısa versiyon için buraya bakabilirsiniz. Hem Chodorov, hem de diğer belgesel yönetmenleriyle yaptığımız röportajları bulabilirsiniz yukarıdaki linkte.
Bu arada izlediğim belgeseller arasında bir tanesinin beni özellikle etkilediğini itiraf etmeliyim. Başlarda bir türlü neye baktığımı kavrayamadığım Leviathan kısa süre içinde beni kavradı ve tuhaf üslubuyla resmen büyüledi. Tamamı bir balıkçı teknesinde ve okyanusun orta yerinde geçen film fena halde izlenimci, uzun planlarıyla izleyicinin sabrını sınayan en sonuçta olağanüstü bir deneyim yaşatan ustaişi bir belgesel. Ölü bir balığın gözüne kilitlenen ve dsaha sonra balıkçının neredeyse yakaladığı balığınkiler kadar ışıksız gözleriyle izleyiciyi yüzleştiren kamerasıyla Lucien Castaing-Taylor ve Verena Paravel belgeselde deneysel bir tavrın nasıl olabileceğine dair net bir yanıt veriyorlar sanki.
Rumen sinemasının yeni yıldızı Calin Peter Netzer de festivalin konukları arasındaydı. Tam da gideceği gün bir araya geldik kendisiyle. Küçük yaşta ailesiyle birlikte Almanya'ya gittiğini ( yani aslında kaçtıklarını ) ve Çavuşevsku'dan sonra ülkesine geri döndüğünü ( ailesi dönmemiş ama ) anlatan Calin Peter Netzer alçak sesle konuşan, handiyse utangaç ama ne dediğini çok iyi bilen, laflarını hızla tartıp, güvenle sarf eden bir sinemacı. Rumen sinemasının son yıllarda hep toplumun alt tabakalarını ya da kırsal kesimi anlattığını söyleyen Netzer Child's Pose filmiyle biraz da burjuva kesimini anlatmak istediğini söyledi.
Kurulduğumuz yere gelmeyip biraz da sinirli bir tavırla ( bize değil de, festival görevlisine göstermiş bu sinirini ) bizi yanına çağıran Danis Tanovic ise festivalin Oscar ödüllü konuklarındandı. Yanına indiğimizde hiç de sinirli değildi gerçi ama egosu fena halde yüksek biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak zor olmadı. Sorularıma "hep aynı şeyler" tavrıyla ama sıkılmadan yanıt veren Danovic söyleşi sonunda iPad'imi uzatıp imza istediğimde bir hayli eğlendi. "İlk kez dijital imza atıyorum" diyen Tanovic'in başrolünü gerçek bir hurdacıya verdiği Bir Hurdacının Hayatı adlı filmi topu topu 9 günde çektiğini duymak da beni şaşırttı doğrusu. Oscar kazansa da film çekmek için para bulmanın hep çok zor olduğunu söyleyen Tanovic'e Hollywood'dan teklif alıp almadığını da sordum. "Çok aldım, ama hiçbiri çekmek isteyeceğim filmler değildi" dedi. En azından bu tavrı için bile alkışlanır bence.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder