16.01.2012

Belgesel haftası


Geçen hafta boyunca izlediğim belgesellerin ilki, 2011'in en iyi filmleri arasında gösterilen, Senna idi. Brezilya'nın efsanevi F1 sürücüsü Ayrton Senna'nın hayat hikayesini anlatan film benim gibi motor sporlarına çok da düşkün olmayan birini bile etkiledi doğrusu. Yanlış anlaşılmasın, F1'e bir dönem çok düşkündüm, ama Senna'nın öldüğü dönemde değil de, NTV'nin yarışları yayınlamaya başladığı dönemde ilgilendim daha çok. Sonra geriye yönelik biraz merak geliştirdim ama fazla da uzun sürmedi ilgim, takibi bıraktım. Yine de Nigel Mansell, Jacques Villeneuve ve Mika Hakkinen gibi tarafını tuttuğum sürücüler olmuştur. Öte yandan çok duyup dinlememe rağmen Senna hakkında fazla bir bilgim yoktu. Bu yüzden de Asif Kapadia filmi bir kat daha değer kazandı gözümde. Neden derseniz, Kapadia filmde hiç bir şeyi anlatıp açıklamaya kalkmamış. Sadece ve sadece eski görüntüleri kullanarak, hiç yeni röportaj yapmadan, hiç anlatıcı sesi kullanmadan, zaten elde olan görüntülerle bir montaj yapmış. Bunun ne kadar riskli bir yöntem olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Benim gibi kısıtlı bilgiye sahip birini bile gözünü kırpmadan filmi izleyecek hale getiriyor ki, son derece zor bir iş. Senna'nın F1'e ilk girdiği yıllarda Prost ile çekişmesi, ardından gelen şampiyonluklar ve motor sporları federasyonu ile girdiği çatışma ve nihayet beklenmedik ( ya da maalesef beklendik ) trajik son. Film, çok erken bir yaşta, 34 yaşında hayata veda eden ve ölmese belki de bugün Michael Schumaher'e ait birçok rekoru elinde tutmaya devam edecek olan bir sporcunun trajik bir kahraman olarak portresini çiziyor. Yarış kariyerinin son yıllarını da kendisi dahil, tüm yarışçıların güvenliği için kavga etmekle geçiren bu özel adamın hayatını sizin de izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.


Belgesel sinemacılar içinde Errol Morris'in bambaşka bir yeri var. Seçtiği konular ( ya da daha doğrusu kişiler ) öyle kolay kolay herkesin izletmeyi başarabileceği konular değil. Belki bir Werner Herzog hariç. Tabii ikisinin çok farklı tarzları olduğunu da söylemem gerek. İkisi de son derece sıradışı konularda filmler yapıyor ama Herzog her zaman filmlerinin içine bir şekilde kendini dahil edip ( hatta zaman zaman öne çıkarıp ) kurmacanın sınırlarında gezinen işler çıkarırken, Morris ele aldığı meseledeki tuhaflığın altını çizip kendisini geri planda görünmez kılıyor. Onun son filmi Tabloid'e gelince. Açıkçası eski bir güzellik kraliçesi olan Joyce McKinney'nin öyküsünü izleyince bir süre inanmakta zorluk çektim. Hatta film Herzog'un imzasını taşıyor olsa kesin uydurmadır diyecektim. Ama Morris belki de çok daha zor olanı yapmış ve kurmacada inanılmaz gelebilecek bir hayat öyküsünü filme aktarmış. Hayatının farklı dönemlerinde magazin basınında ( tabloid tam magazin demek değil aslında ama bizde en yakın karşılığı o sanki ) farklı şekillerde yer almış sıradan bir kadının hayatı söz konusu olan. Hem Joyce McKinney'nin hikayesi var filmde, hem de tabloid basınının bir manzarası. Bu manzara da aslında Amerikan toplumunun bir yansıması elbette. Morris'in filminde kullandığı ve bugün ucuz eğlenceyi bir matahmış gibi yutturan eğlence kanallarının ( tabloid habercilik onların işi olduğu için yaptım bu kıyaslamayı ) yanından bile geçemeyecekleri güzellikteki grafik anlatım teknikleri ise filmin en büyük artısı belki de.


Bill Cunningham'ın adını duymuştum elbette ama kim olduğunu bilmiyordum. Bilmiyormuşum. Bu da benim ayıbım. Ama artık biliyorum ve kendisine büyük bir hayranlık ve saygı duyuyorum. Bill Cunningham şu sıralar 83 yaşında olan bir moda fotoğrafçısı. Hala aktif bir şekilde çalışıyor ve her gün New York sokaklarında fotoğraflar çekiyor. Çektiği fotoğrafları da New York Times'daki köşesinde yayınlıyor. Onu diğer moda fotoğrafçılarından ayıran özelliği ise insanları değil kıyafetleri fotoğraflıyor oluşu. İşin doğrusu onu herkes tanıyor ama kim olduğunu tam olarak kimse bilmiyor. Her yere bisikletiyle giden, inanılmaz bir iş disiplini ve ahlakı olan Cunningham bu işi para için yapmıyor. "Para almaya başladığın an özgürlüğün gider" diyor filmin bir yerinde. Bir başka yerinde ise ona "Catherine Deneuve geçti, neden çekmedin ?" diyenlere, "İlginç bir şey giymiyordu, neden çekeyim ki" diyecek kadar özel bir adam Cunningham. Anna Wintour'un "hepimiz Bill için giyiniyoruz" dediği, hereksin büyük bir saygıyla söz ettiği Cunningham'ı tanımak benim için geçen haftanın en büyük kazancıydı herhalde. Umarım bu film İKSV'nin Film Festivali programında yer alır.


Cameron Crowe'un çektiği Pearl Jam Twenty özellikle müzik belgesellerine ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir film. 90'lı yıllarda daha çok Nirvana'ya konsantre olan biri olarak Pearl Jam'in hikayesine yabancıydım ama döneme ve müziğe az çok hakim sayılırım. Cameron Crowe'un gruba duyduğu hayranlığın her karesinde ortaya çıktığı film Pearl Jam'e yazılmış bir aşk mektubu gibi. Nirvana'nın daha karanlık bir yanını temsil ettiği grunge'ın ( ve Seattle'ın ) özlemle anılan bir fotoğrafını çeken Crowe neredeyse beraber büyüdüğü Pearl Jam'in harika bir tarihçesini sunuyor. Bunun içinde müthiş bir başarı hikayesin de var, trajik dönemeçler de; kişisel mücadeleler de var, komik çatışmalar da. Filmlerinde de müzik meselesine her zaman ayrı bir önem veren Crowe böylesi bir belgeseli çekecek en doğru isim olsa gerek. Keşke birisi de Nirvana için böyle bir film çekebilse.


Andrew Rossi'nin çektiği Page One: Inside the New York Times geçen hafta izlediğim son belgeseldi. ABD'nin en önemli gazetelerinden birinin çok boyutlu bir portresini çizmeye kalkışan ve bunda da büyük ölçüde başarılı olan Rossi bir yandan medyadaki devrim niteliğinde değişimleri mercek altına alıyor, bir yandan da haberciliğin tanımı, tarifi hakkında yeni bir hesaplaşmanın izini sürüyor. Biz bir süredir Türkiye'de haberciliğin ne olduğu hakkında fena halde kaybolup, kafa karışıklığına mahkum olduğumuz için bu filmi izlemek ayrıca önemli diye düşünüyorum. Wikileaks'den Irak'ta yaşananlara, iflas eden gazetelerden, sosyal medyaya kadar birçok konuya değinen film en nihayetinde özgürlük ( en başta da ifade özgürlüğü ) meselesinde kilitleniyor. Bu kilidi nasıl açacağımız meselesiyse bizim için ayrı bir muamma maalesef.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder