Werner Herzog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Werner Herzog etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8.09.2014

Hollywood'dan taze taze

James Franco'nun yeni film projesi...
Werner Herzog'un yeni TV macerası...
Terminator cephesinden yeni haberler...
Ve Tarantino'nun son marifeti...

Devamlılık Hatası sizi kısa ama heyecanlı bir Hollywood turuna davet ediyor.


James Franco ile başlayalım. Bildiğiniz gibi Hollywood'un altın çocuğu ( ne çok var bu altın çocuklardan değil mi? ) James Franco bir süredir oyunculukla yetinmeyip, yönetmenlik ve yapımcılığa da el attı. Hatta şair ve yazar olarak da kendine bir kariyer inşa etme gayretinde kendisi ve bunda da başarısız olduğunu söylemek, en azından, bize düşmez. Şu sıralar yeni bir film projesi üzerinde çalışan Franco, kimilerine göre, Hollywood üzerine yazılmış en iyi romanlardan birini gözüne kestirmiş. Steve Erickson'ın yazdığı Zeroville adlı roman sinema tutkunu bir adamın 1969 yılında Los Angeles'da yaşadığı maceraları anlatıyor. Kitaptan yeni haberim olduğu için henüz okuyamadım doğrusu, ama içinde John Milius, Martin Scorsese gibi dönemin önemli figürlerinin de yer aldığı Zeroville'i fena halde merak ettiğimi belirtmem gerek. Yukarıdaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi romanın başkahramanı Jerome kafasına Elizabeth Taylor ve Montgomery Clift'in dövmelerini ( A Place In The Sun'dan bir görüntü ) yaptıracak kadar sinema aşığı bir tip ve söylenenlere göre Franco'nun Venedik'ta dazlak kafayla dolaşmasının sebebi de aslında buymuş. James Franco filmi hem yönetecek, hem de başrolünde boy gösterecek. Yeni bilgiler geldikçe de sizinle paylaşacağım elbette.


Ah Werner Herzog. Sinema aleminin en üretken ve en deli yaratıcılarından biri. Benim de en saygı duyduklarımdan elbette. Her yaptığını büyük bir heyecan ve olumlu bir önyargıyla izlediğim ender sinemacılardan olan Herzog'un hzızına yetişmek kolay değil elbette. Hala izlemediğim bir sürü filmi var ve hiç de acele etmiyorum, ki tadını çıkarmak uzun sürsün. Uzatmayayım, Herzog, o tuhaf aksanıyla birçok Hollywood yapımında da yer aldı malumunuz ve şimdi de bir televizyon dizisinde boy gösterecek. Komedi dizisi Parks and Recreation'da küçük bir rol üstlenen Herzog kendisiyle yapılan bir söyleşide dizinin fo-rmatına uygun bir de monolog kaydettiğini belirtti ve ekledi: "Umarım montajda atmazlar". Biz de umarız Werner, biz de.


Ben uzunca bir zamandır ilgimi kaybetmiş durumdayım ama Terminator filmleri hala büyük ilgi görüyor ve bu vereceğim kısa haber de muhakkak birilerinin ajandasında yer alacaktır. İlki 1984 yılında çekilen serinin yeni halkası Terminator: Genisys'in 1 Temmuz 2015'te vizyona çıkacağı zaten bir süredir biliniyordu. Şimdi bu filmin ardından gelecek iki yeni devam filminin de vizyon tarihleri belli oldu. Paramount Pictures'ın açıklamasına göre "Terminator 2" 19 Mayıs 2017'de, "Terminator 3" ise 29 Haziran 2018'de vizyona çıkacak. Meraklısına duyurulur.


Gelelim Quentin Tarantino'ya. Bilenler bilir, Tarantino 2007 yılında çocukluğundan beri gidip film izlediği New Beverly sinema salonun satın almış ve yıkılmaktan kurtarmıştı. Böylece bir sinema salonu sahibi olan usta sinemacı salonda gösterilecek filmlere de damgasını vuruyor haliyle. Yine bilinler bilir, sıkı bir dijital karşıtı olan Tarantino ( ki yeni filmi The Hateful Eight'i 65 mm'lik filmle çekecek ), bugün için bir hayli riskli sayılabilecek bir karar aldı ve New Beverly'de asla dijital kopya göstermeyeceklerini açıkladı. "New Beverly programında bir filmin adını görüğünüzde o filmin dijital değil 35 mm olarak gösterileceğinden emin olacalsınız." diyor QT. Tabii ticari olarak bunun çıkmaz bir sokak olduğunu iddia edenlerin sayısı çok daha fazla, onu da belirteyim.

1.04.2011

Gertrude Bell'in hayatını kim çekecek?


Her şeyden önce Gertrude Bell kim sorusunun yanıtını vermeye çalışayım. Kendisi bir arkeolog, ama aynı zamanda da dağcı. Bitmedi, aynı zamanda gezgin ve de yazar. Bitmedi, ama ben daha fazla uzatmayacağım, meraklısı araştırsın. 1868 - 1926 yılları arasında yaşamış olan ve özellikle Mezopotamya, Küçük Asya gibi bölgelerde çokça çalışmış olan Gertrude Bell'in hayatı en azından coğrafya itibariyle ( Türkiye'ye de geldiğini ve Türkçe konuştuğunu da belirteyim yeri gelmişken ) bizleri de ilgilendirmeli gibi geliyor bana. Gertrude Bell ile ilgili iki film çekileceği haberi şu günlerde çeşitli internet sitelerinde karşıma çıkan ilginç haberlerden biri. İlginçliği elbette bu filmleri çekeceği söylenen isimlerden kaynaklanıyor: Werner Herzog ve Ridley Scott. Doğrusu isterseniz ben Werner Herzog'tan yanayım ve Ridley Scott'ın mümkünse projeden çekilmesini tercih ederim ( ama kendi bilir tabii, bizde zorlama yok ). Werner Herzog bir süredir bu film üzerinde çalışıyordu be başrol için de Naomi Watts ile sıkı pazarlık halindeydi. Orada işler ne vaziyette bilinmiyor ama Ridley Scott'ın devreye girmesiyle yarışın kızıştığını söyleyebilirim. Scott çekeceği filmin senaryosunu Jeffrey Caine'e ( The Constant Gardener'ın senaristi ) yazdırmayı düşünüyor ama henüz başrol için bir isim telaffuz etmiş değil. Şimdi bekyeip görme zamanı. Ya Gertrude Bell hakkında iki film birden çekilecek, ya da iki yönetmenden biri vaz geçecek.

23.08.2010

Haftasonundan kalanlar


Bu haftasonu casus filmleri vardı ağırlıklı olarak menüde. İzlediğim ilk filmse Werner Herzog'un son filmi My Son My Son What Have Ye Done oldu. Doğrusu Herzog'un her filmini merakla ve çoğunlukla da "iyi ki izlemişim" duygusuyla izliyorum. Bu sefer de farklı olmadı. Filmin yapımcısı da David Lynch bu arada. Gariptir, filmin birçok anında Lynchvari bir hava hissetmedim değil. Ama Herzog etkisi bambaşka tabii. Gerçek bir olaydan esinlendiği söyleniyor filmin başında ama bunun doğru olup olmadığı bile şüpheli bence. Ne de olsa Herzog'dan bahsediyoruz. Bir trajedi gibi kurgulamış filmi Herzog ve bunu da Orestes'in bir temsiliyle harmanlamış. Başroldeki Michael Shannon şaşılacak derecede iyi bir oyunculuk sergiliyor. Onun da bir deliliği var Herzog gibi. Willem Dafoe, Chloe Sevigny, Udo Kier ve anne rolünde Grace Zabriskie ( Twin Peaks'ten hatırlayacaksınız ) filmin diğer oyuncuları. Salonlara çıkar mı bilemiyorum ama tipik bir festival filmi, bulduğunuz yerde izleyin.



Haftanın noir'ı ise beyazperdenin en önemli klasiklerinden ( en azından noir tutkunları için ) Double Indemnity. Filmi daha önce izlemiştim elbette ama bir kez daha izlemekten sakınca gelmez diyerek oturdum başına ve bir kez daha hayranlıkla gözlerimi ayırmadan seyrettim. Billy Wilder'ın gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerden biri olduğunu düşünüyorum doğrusu. Bu anlamda belki de hakkı tam olarak verilmemiş bir sinemacıdır. farklı türlerde olağanüstü filmleri vardır ki bir yönetmenin hem komedi, hem noir, hem savaş, hem de drama çekip de hedefi hep 12'den vurması pek kolay değildir. Sunset Boulevard, Some Like It Hot, Witness For The Prosecution, Stalag 17... Tabii Double Indemnity'nin yeri başka. Bir noir'ın tüm önemli unsurlarına sahip olmakla birlikte, tüm klasikler gibi, içine sıkıştırıldığı türe sığmayan bir film bence. Uzun uzun konuşmaya gerek görmüyorum ve Amazon'a girip hemen kendinize bir tane sipariş edin diyorum.



Gelelim casus filmlerine. İzlediğim ilk film en yeni casus filmi Salt oldu. Doğrusu hemen sıkılıp yarıda bırakırım diyordum ama sandığım kadar kötü çıkmadı ve sonuna kadar izledim. İzlerken bir yandan da Tom Cruise oynasa nasıl olurdu acaba diye de düşündüm sık sık. Galiba Angelina Jolie daha iyi olmuş. Gerçi dövüş sahnelerinde hep bir inandırıcılık sorunu oluyor ama herhalde bu da manasız bir önyargı. Sonuçta, sıkmayan, entrikası yerinde, oyuncluk performansları vasatın üzerinde, tempolu bir aksiyon.


Biraz da Salt'un gazıyla olsa gerek, oturup Bourne üçlemesinin son filmi The Bourne Ultimatum'u da bir daha izledim. Aslında iyi de etmişim çünkü bazı yerlerini unuttuğumu farkettim. Tabii ki Bourne filmleri Salt ile karşılaştırıldığında birkaç gömlek üstün duruyor. Ne de olsa James Bond'a bile hiza aldıran bir seriden bahsediyorum. Gerçi bir daha izler miyim, artık o kadar da değil. Ama Bourne son yılların en iyi aksiyon-casus filmlerindendi, orası kesin.

İzlediğim son filmse gerçek bir casus klasiği olan The Spy Who Came In From The Cold adlı filmdi. Soğuktan Gelen Casus adıyla yıllar önce dilimize de çevrilen John Le Carre romanı casus literatürünün en önemli eserlerinden biridir. Casusluk deyince de elbette soğuk savaş dönemini tek geçerim. John Le Carre'nin de ( ve tabii Len Deighton'ın da ) en iyi romanları hep soğuk savaş döneminde geçenlerdir. Richard Burton'ın başrolünü oynadığı Martin Ritt imzalı filmse sinemada casus mevzunun ele alan en iyi filmlerden biri elbette. Burton tükenişin eşiğine gelmiş Alec Leamas rolünde müthiş bir performans sergiliyor. Diğer oyuncular pek onun seviyesinde değiller doğrusu ama sırf açılış sekansı bile filmin ufak tefek günahlarını affetmeye yetiyor bence. 1965 tarihli siyaz beyaz film aynı zamanda George Smiley'nin de izleyiciyle tanıştığı ilk film. Yine aynı yıllarda çekilmiş The Ipcress File hala benim en sevdiğim casus filmidir ama The Spy Who Came In From The Cold da en üst sıralarda bir yerde.

10.09.2009

Herzog ile Ferrara ne içecek?



Asıl mesele ne içecekleri değil tabii ama hoş bir başlangıç noktası doğrusu. Baştan alacak olursam: bildiğiniz gibi Werner Herzog 1990'lı yılların kült filmi Bad Lieutenant'ın bir hayli serbest bir yeniden çevrimini çekti. Duruma tepkisini sert bir şeklide gösteren Abel Ferrara daha film çekilmeden önce "Yeniden çevrim yapanların hepsi bir arabaya doluşup havaya uçarlar umarım" gibi bir laf etti. Venedik Film Festivali'nde konu hakkında görüşü sorulan Herzog ise Ferrara'yı tanımadığını ve onun filmini izlemediğini açıkladı ve şunu ekledi: "Ama kendisiyle tanuşmak, bir araya gelip bir şişe viski eşliğinde konuşmak isterim". Şu sıralar Venedik'te bulunan Ferrara ise Herzog ile bir derdi olmadığını ve kendisini kazıklayanların yapımcılar olduğunu söyledi. Bad Lieutenant efsanesini kendisinin yarattığı hatırlatan Ferrara bu işten beş kuruş para almadığını, oysa hbelli bir pay verilmesi gerektiğini sözlerine ekledi. Bu arad şunu da söyledi: "Ben viski içmem, bira içerim." Başlıktaki sorunun cevabı da budur işte.

30.07.2009

Fatih Akın "Soul Kitchen" ile Venedik'te


Venedik Film Festivali'nde bu yıl Türk sineması yok, Türk yönetmen var. Gerçi Fatih Akın'ı Alman sayanlar da az değil ama, örneğin Cannes Film Festivali'nde resmi katalogda "Türk yönetmen" ibaresi yer almıştı onun sayfasında. Herneyse, 66. Venedik Film Festivali'nin programı açıklandı ve Fatih Akın'ın ( Soul Kitchen ) yanısıra şu isimlerin yarışmaya kabul edildiği görüldü: Michael Moore ( Capitalism: A Love Story ), Werner Herzog ( Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans ), Todd Solonz ( Life During Wartime ), Jacques Rivette ( 36 vues du Pic Saint Loup ), George Romero ( Survival of the Dead ), Patrice Cherau ( Persecution ), Claire Denis ( White Material ). Listenin tamamını Venedik Film Festivali sitesinden bulabilirsiniz. Bu yıl Fransız ve Amerikan filmleri ağırlıkta. Onları İtalyan sineması takip ediyor ama yarışmada yukarıda saydıklarımdan daha yıldız isimler de yok. Soderbergh ve Oliver Stone ( Chavez'in belgeselini çekmiş bu kez ) yarışma dışı katılıyor. Yarışma filmleri içinde en çok Herzog'u merak ediyorum elbette, bir de Fatih Akın'ın filmini. Türk sinemasının olmayışı ise üzücü ama şaşırtıcı değil. Nedense yılın bu zamanında bizimkiler ya çekimde oluyor, ya da montajda. Hazır olanlar da Venedik için yeterli görülmüyor anlaşılan.

30.06.2009

Belgesel mi, değil mi?


46. Antalya Uluslararası Film Festivali'nin yönetmeliğindeki bir madde aklıma Altın Koza öncesi yaşanan bir tartışmayı getirdi. Yönetmeliğin ilgili maddesinde şöyle diyor: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması'na "Kurmaca" ve "Uzun Metrajlı" filmler katılabilir. Bu iki ölçütten herhangi birine uymayan filmler yarışmaya kabul edilmez. Bildiğiniz gibi hem İstanbul hem de Adana festivalinde Aslı Özge'nin "Köprüdekiler" filmi büyük ödülü kazanmış ve filmle ilgili "belgesel mi, değil mi" tartışmaları yapılmıştı. Bu durum ilginç gerçekten. Her şeyden önce büyük festivallerde bu ayrımın kalktığını teşhis etmekte yarar var. Cannes'da Michael Moore'un Fahrenheit 9/11 adlı belgeseli Altın Palmiye almıştı hatırlarsanız. Bunu çok yaygın bir eğilim olduğunu iddia etmiyorum ama sinema sanatının bu ayrımı artık çok da fazla gözetmediğini söylemeye çalışıyorum. Üstelik belgesel - kurmaca arasındaki o ince çizgide gezmeyi seven birçok sinemacı var dünyada. Werner Herzog'un "Tüm belgesellerim kurmaca, tüm kurmacalarım da belgeseldir" dediğini unutmayalım. Hal böyle olunca, örneğim "İki Dil Bir Bavul" gibi bir filmi Antalya nerede değerlendirecek? Adana'da olduğu gibi uzun metraj bölümüne mi alacaklar, yoksa belgesel bölümüne mi? Belgesel - kurmaca ayrımını nasıl yaptığımız önemli galiba. Belgeselin değişmez etik kuralları olmalı mı örneğin? Ya da belgesel tanımını artık yeniden ele alıp yeni bir tür mü türetmeliyiz? Rockumentary, mockumentary gibi yeni bir isme mi ihtiyaç var. Fictiomentary ya da docu-fiction mı demeliyiz örneğin. İlki kurmacaya, ikincisi belgesele yakın kabul edilebilir. Man On Wire için fictiomentary; Sicko için docu-fiction diyebiliriz bence.