5.01.2015

2014'ün en iyi belgeselleri


Aslında yılın en iyi belgesellerini sıralamak fazlasıyla iddialı bir girişim olur. Neden derseniz, ne yazık ki belgesel sinema, belki biraz da doğası gereği ( ticari olmadığı için yani ), dağıtım-vizyon-dolaşım şansı çok az olan bir tür. Ancak festivallerde ya da internette ( stream/download ) izleyebiliyoruz ve bu da sağlıklı bir bütün oluşturmuyor elbette. Yine de bu alana da meraklı bir izleyici olarak, 2014 içinde izlediğim belgesellerden bir derleme yapmaya çalıştım.



10. I Am Ali - Clare Lewins

Muhammed Ali hakkında çok şey söylendi, yazıldı ama Clare Lewins'in filminde hala yeni bir şeyler bulabilmek mümkün. Ali'nin son 25 yıl içinde çekilmiş hiçbir görüntüsünün yer almadığı film büyük ölçüde onun boksör olarak aktif olduğu yılları kapsıyor ve farklı bakış açılarından olabildiğince çok boyutlu bir portre çizmeyi hedefliyor. Ailesi ( eşi, kızı, kardeşi vs ), menajeri, rakipleri ( Frazier, Foreman vs ), hayranları ve hatta genç kuşak takipçileri ( Mike Tyson ) ile yapılan röportajlarla hem Ali'nin sporcu olarak büyüklüğünü görüyoruz, hem de Vietnam savaşına gitmeyi reddeden, barış yanlısı, dindar ve rol modeli bir insan olarak toplumsal kişiliğini tanıyoruz. Dediğim gibi çok derinlere inen bir film değil belki ama kimi anlar ( Ali'nin Esquire çekimleri gibi ) filmi izlenmeye değer kılıyor.



9. Supermensch: The Legend of Shep Gordon - Mike Myers

Rock tarihine meraklı olduğum halde, ne yalan söyleyeyim, bu filmi izleyene kadar Shep Gordon'u tanımıyordum. Alice Cooper'ın menejeri olarak kariyerine başlayan ve sonrasında bir çok önemli rock yıldızıyla çalıştığı gibi günümüzde sözleri çokça geçen ünlü aşçılarla da çalışarak onlara bir anlamda sınıf atlatan Gordon'un hayatı ilginç anektodlarla dolu gerçekten de. Hollywood ve müzik piyasasında tanımadığı, hatırının geçmediği hemen hemen kimse olmayan Shep Gordon çok da sevilen bir figür anlaşıldığı kadarıyla. Ya da bildiği o kadar çok sır var ki kimse aleyhinde konuşamıyor. Rock müzik ( ve sinema ) dünyasına meraklı olanlar için mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel. Bu arada kamera arkasında ilk yönetmenlik deneyimini yaşayan Mike Myers'ın ( Wayne's World, Austin Powers vs ) bulunduğunu da belirtmek gerek.



8. Blackfish -  Gabriela Cowperthwaite

2009 tarihli The Cove hayatımda izlediğim en etkileyici belgesellerden biriydi. Yunusların insanların elinden çektiği eziyeti ve Japonya'da yaşanan yunus katliamını konu ediniyordu ve tüm dünyada bu konuda bir bilinçlilik yaratmayı hedefliyordu. Blackfish de aslında The Cove'un misyonunu paylaşan ama biraz onun gölgesinde kalan bir film. Yine de mutlaka izlenmesi gereken bir belgesel olduğunu söylemek lazım. Bir katil balinanın ( neden böyle dendiğini düşünmek bile insanın doğaya dair bakışını göstermiyor mu ) gösteri havuzunda eğiticisini öldürdüğü haberiyle başlayan Blackfish devasa akvaryumlara hapsedilen balinaların trajik hayatıyla yüzleştiriyor izleyiciyi. İzlemesi zaman zaman çok zor olsa da başınızı çevirmemeniz gereken bir olgu bu ve acilen bir şeyler yapılması gerekiyor.



7. Pussy Riot: A Punk Prayer - Mike Lerner & Maxim Pozdorovkin
Pussy Riot muhtemelen dünyadaki en anarşist rock grubu ve konserleri de daha çok politik bir eylem niteliğinde. Nitakim sık sık yasayla başları derde giriyor ve muhalif kimlikleri ( özellikle de Putin'in ne derece takıntılı bir otokrat olduğu düşünülürse ) iktidarı fena halde rahatsız ediyor. Bir katedralde yaptıkları eylem sonrası üç üyesi yakalanan ve ilk kez maskesiz olarak medyada görüntülenen Pussy Riot tüm dünyada yankılar uyandıran bir dava sürecinin öznesi haline gelince üstüsta çekilen belgesellerle konu hakkında kapsamlı bir görsel belge/hafıza oluştu. Lerner ve Pozdorovkin'in filmi de bu filmler arasında en güçlü olanlardan biriydi ve 2013 tarihli olmasına rağmen biz filmi geçen yıl !f İstanbul'da izleyebildik. Film her şeyden önce bir müzik grubunun, yani silahsız ve şiddete başvurmayan 8 - 10 kişilik bir kadın topluluğunun iktidarı ne derece sarsabildiğini görmek açısından ilginç. İşin bir başka önemli ve bence vahim tarafı da Rus toplumunun ( ki ne yazık ki bize benzemekteler fena helde ) bağnazlığının boyutları. Özellikle din söz konusu olunca en ufak bir hoşgürüyü bile başkalarına çok gören insanların ikiyüzlülüğünü izlemek acı veriyor hakikaten.



6. Mistaken For Strangers - Tom Berninger

Yine !f sayesinde izleyebildiğimiz belgesellerden Mistaken For Strangers bugüne kadar gördüğümüz müzik belgesellerinden bir hayli farklıydı. The National grubunun solisti Matt'in erkek kardeşi grubun bir turnesine katılıp onların belgeselini çekmek istediğinde önce kimse garipsemez ve ona yardımcı olmaya karar verirler. Ne var ki Tom Berninger'in filmi gitgide bir müzik belgeseli olmaktan çıkıp aile içi bir hesaplaşmanın dökümü olmaya başlar ve kimsede huzur kalmaz. Tuhaf bir mizah duygusunun alttan alta filme yayıldığını ve zaman zaman "acaba sahte bir belgesel mi izleyoruz?" sorusunun aklımıza geldiğini itiraf edelim. Ne olursa olsun, sıradan, hatta standartlaşmış müzik belgesellerinin çok ötesinde, hem içeriden hem de mahrem sayılabilecek bir bakış açısı sunan Mistaken For Strangers senenin önemli belgesellerinden biriydi bence.



5. Tim's Vermeer - Teller

Penn & Teller illüzyon ikilisinden Teller'in çektiği ( ve her ikisinin senarist olarak yer aldığı ) Tim's Vermeer sanat tarihine ilgi duyan herkesin izlemesi gereken bir belgesel. Film Tim Jenison adlı bir mucitin dünyaca ünlü Hollandalı ressam Johannes Vermeer'in fena halde gerçekçi tablolarını nasıl çizdiğine dair geliştirdiği teoriyi anlatıyor ve belki de sanat tarihine güçlü bir ışık tutyor. Belki de diyorum, zira filmin iddia ettiği teoriyi ispatlamak pek kolay değil. Kabaca anlatmak gerekirse Jenison ünlü ressamın camera obscura'dan hareketle aynaların da kullanıldığı bir teknikle gerçek bir sahneyi "kopyalamak" diye de tabir edebileceğimiz bir yolla tuvale aktardığını iddia ediyor ve bu yöntemi deneyerek bir resim çizmeye yelteniyor. Teorinin doğruluğu bir yana film hem Vermeer ve resim sanatı üzerine çok ilginç saptama ve bilgilerle dolu, hem de Vermeer ve Jenison üzerinden insan zekası ve yaratıcılığı üzerine etkileyici bir sunum.



4. Is The Man Who Is Tall Happy - Michel Gondry

Çağımızın en önemli aydınlarından Noam Chomsky linguistikten siyasete, medyadan kültüre bir çok alanda söz sahibi bir figür. Asıl bilimsel uzmanlık dalı linguistik olan Chomsky fransız sinemacı Michel Gondry'yi derinden etkilemiş olmalı ki üşenmemiş dört başı bir mamur bir animasyon belgesel çıkarmış prtaya. gerçi Gondy için üşenmek fiilinin reel bir karşılığı olmadığını tahmin etmek zor değil, önceki külliyatını şöyle bir hatırlarsak. Chomsky'nin önermelerini anlamk çok da kolay değil malum ve Gondry de onunla yaptığı söyleşinin ardından ( biraz kendi kafa karışıklığını da çözebilmek için anlaşılan ) infografik tarzı bir anlatıma giderek açıklayıcı bir filme imza atmış. Tüm filmi son derece eğlenceli bir Chomsky dersi gibi de izlemek mümkün ama hayalgücü sınırsız bir aracının da katkısını yadsımadan elbette.



3. The Missing Picture - Rithy Panh

İstanbul Film Festivali'nde izleyiciyle buluşan The Missing Picture her anlamda yılın en etkileyici filmlerinden biriydi. Kamboçya'da  70'li yıllarda yaşanan büyük mezalimi konu edinen film haber görüntüleri ve kilden figürler kullanılarak çekilmiş bir canlandırma belgesel. Yönetmen Rithy Panh'ın kendi çocukluk anılarını da kullanarak senaryosunu oluşturduğu The Missing Picture son derece trajik bir konuyu anlatıyor ama farklı tekniği sayesinde duygu sömürüsünden de didaktik anlatımdan da uzak durmayı başarıyor. Cannes Film Festivali'nde Un Certain Regard ( Belirli Bir Bakış ) bölümünün büyük ödülünü kazanan film geçen yıl Oscar'a aday olmuş ama tuhaf bir şekilde tüm güçlü adayların arasından 20 Feet To Stardom zafere ulaşmıştı. İşin doğrusu geçen bir iki yıl boyunca izlediğimiz belgeseller ( Act Of Violence, Meydan, Pussy Riot belgesellleri vs ) politik sinemanın belgesel türde son derece geniş ve etkili bir hareket alanı bulduğunu gösteriyor bize.



2. Meydan - Jehane Noujaim

Yukarıda sözünü ettiğim politik sinema örneklerinden biri de Meydan belgeseli. 2011'de başlayan ve Arap baharı olarak nitelendirilen olaylar zincirinin Mısır'daki yansımalarını anlatan Meydan sadece yılın en iyi değil aynı zamanda en önemli belgesellerinden biriydi. Medyanın gitgide güvenilmez ve sübjektif bir rol üstlenmeye başladığı zamanımızda böylesi belgeseller kütleleri bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için de önem arz ediyor. Bunları yazarken kendimi ukala bir aydın gibi de hissetmiyor değilim gerçi ( ki ukalayımdır ama aydın sayılmam kesinlikle ) ama ne yazık ki durum budur. Gezi zamanlarını hatırlayın, hamgi kanalda gerçekten olup bitenlere dair sağlıklı bir bilgi akışı vardı? Meydan hem Tahrir'de yaşananlara dair kapsamlı bir bilgi veriyor, hem de farklı bakış açılarından konuya yaklaşarak bütünlüklü bir panorama çiziyor. Üstelik bunları görsel anlamda da ustalıklı bir anlatımla yapıyor ve tüm filmi sadece konuya feda etmeyerek işin sinemasal yanını da es geçmediğini gösteriyor. Daha ne olsun?



1. Jodorowsky's Dune - Frank Pavich

Bazı filmler vardır ardından gelen tüm filmleri etkiler ve sinema tarihinde çığır açarlar. Haklarında makaleler yazılır, belgeseller çekilir, hatta efsaneler anlatılır. 2001 Space Odyssey, Easy Rider, Jaws, Star Wars, Alien, Matrix aklıma ilk gelenler. Kimileri kült olmuş bu filmlerin izleyicinin gönlünde de ayrı bir yeri olduğunu söylemek yersiz herhalde. Ama bir de bazı filmler var ki, hiç çekilmeseler de tarihin tüm akışında etkili olagelmişlerdir. Bunların sayısı çok daha azdır elbette ve içlerinde bir tanesi vardır ki hepsinden daha etkilidir: Jodorowsky'nin Dune'u. Frank Pavich'in 2013'te çektiği ve ilk kez Cannes Film Festivali'nde görücüye çıkan filmi Jodorowsky's Dune muhtemelen sinema tarihinin en şöhretli çekilmemiş filmini anlatıyor ve son 40 yılın sinemasına nasıl etki ettiğini gözler önüne seriyor. Meksikalı yarı çılgın, yarı dahi sinemacı Alejandro Jodorowsky'nin Frank Herbert'ün bugün bir bilim-kurgu klasiği sayılan eseri Dune'u çekmeye karar vermesi ve sonrasında yaşananlar gerçekten de çarpıcı bir hikaye ama bir türlü hayata geçirilemeyen filmin kalıntılarının, tıpkı ölen bir insanın organlarının başkalarına hayat vermesi gibi, sayısız filmde kullanılması ve modern sienmaya şekillendirmesi bambaşka bir hikaye. Şunu söylemek çok da yanlış olmaz herhalde. eğer Jodorowsky üzerinde yıllarca kafa patlattığı Dune'u çekebilmiş olsaydı sinema tarihinin son 40 yılı çok farklı bir manzaraya sahip olacaktı.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder