19.02.2013

Dennis Coté ile 20 dakika



Sokakta görseniz sinemacı demezsiniz. 2 metreye yakın boyu, platin sarısı saçları ve kollarının görünen tüm kısmını kaplayan dövmeleriyle daha çok bir hard rock grubunda davul çalıyormuş izlenimi veriyor Denis Coté. Oysa karşımda duran bu uzun adam daha 48 saat önce Berlin Film Festivali'nde prestijli Alfred Bauer ödülünü ( Gümüş Ayı ) almış son derece parlak bir yönetmen. Heybetli fiziğini görünce ona ayırdığımız sandalyenin küçük kalacağından endişe edip benimkiyle değiştirmek isteyip işstemediğini soruyorum ilk iş ama beni yanlış anlayıp 'Gazeteci mi olmamı istiyorsun?' diye soruyor. Sabahın bu erken saatinde röportaj ayarlanırsa böyle olur işte, daha uyanamamış ki zavallım. Neyse ki kahvaltısını etmiş, çayını kahvesini içip gelmiş keldığı Peak Hotel'in sinema temalı restoranına. Başlayalım mı, başlayalım. Fransızca mı başlayalım peki? Hayır, Kanada fransızcasını herkes anlamadığı için söyleşiyi ingilizce yapmamızı tercih ediyor. Öyle olsun.


İlk sorum tabii ki ayağının tozuyla geldiği Berlin üzerine. Aldığı ödülün alt başlığında 'Yeni bir perspektif açtığı için' ibaresi var. Yabana atılacak bir ödül değil. O da farkında bunun ve heyecanını da gizlemiyor. "Benim için çok güzel bir ödül oldu bu. Yani yaptığım işi beğenmişler ve devam etmemi söylüyorlar bir bakıma. Ödülü orijinalliğim için verdiler ve sırtımı sıvazlayıp, sen bu yolda devam et dediler." diyor alçakgönüllü ama övünçlü bir tavırla.

Peki ya !f İstanbul. Buradaki göreviniz jüri üyeliği. Daha önce jüride bulundunuz mu?

Çok bulundum. Eğlenceli bir iştir ama bazen de çok uğraşırsınız. Bazı jürilerde saatlerce tartıştığımızı hatırlıyorum. Önemli olan diğer üyelerle iyi bir ilişki kurabilmek. Neyse ki burada sadece 9 film var. Zaten ben bu işi filmleri yargılamak olarak görmüyorum, daha çok 5 değişik karakterin bir araya gelip, en iyi, öyle demeyeyim de, iyi bir filmi bulmaya çalışması bu. Doğru yerde, doğru zamanda ortaya çıkan filmi buluyorsunuz, hepsi bu.
O böyle söyleyince hemen diğer jüri üyelerinden biri olan ve bu yıl ilk uzun metrajlı filmi tabu ile büyük sükse yapan Miguel Gomes'i sormak geliyor aklıma ve soruyorum da. Tabu'yu izlemiş ve çok beğenmiş: "Geçen yılın en iyi filmiydi kesinlikle. Tabu'nun hayranıyım."

!f İstanbul bağımsız filmlere adanmış bir festival. Siz bağımsız olarak görüyor musunuz kendinizi, ya da bağımsız sinema ne demek sizin için?

'Bağımsız' çok büyük bir kelime aslında. Anlamını da tam olarak bilmiyoruz sanki. Ama bence yönetmenin işin patronu olduğu her film bağımsızdır. İşveren ya da paranın sahibi anlamında demiyorum, başından sonuna, yaratımından montajına her aşamasına karar veren anlamında söylüyorum patronluğu. Tabii ki bu tip filmler gişede çok şanslı olmuyor, sadece festivallerde izleyiciyle buluşuyor. Yine de bu filmlerin yaşamasına yetecek kadar sinefil izleyici olduğunu düşünüyorum.

Kısa, orta, uzun, belgesel, kurmaca... hemen her türde film çekmişliğiniz var. Neye göre karar veriyorsunuz neyi, nasıl çekeceğinize?

Son 7 yılda 7 film çektim. Kimilerine çok gelebilir ama bunların 4'ü senaryo olmadan, doğaçlama, acil bir film çekme ihtiyacıyla çekildi. Açıkçası her an aklıma bir fikir gelebilir, ya da telefon çalabilir ve bir teklif gelebilir. Bunları bilemezsiniz. Ben daha çok kendi sesimi dinliyorum ve çok da hesap kitap yapmıyorum. 2005'ten beri film çekmek dışında bir iş yapmıyorum.  Eskiden film eleştirmenliği yapıyordum ama bazı filmleri fena hırpaladığım için sansüre uğramışlığım bile oldu. Neyse ki bıraktım artık ve sadece film çekiyorum. Hiçbir şeyi düşünmeden, hesaplamadan, öyle yapmama gerektiği için çekiyorum. Bir nevi misyon gibi film çekmek benim için.

Ama bu kadar doğaçlama çalışmak biraz riskli değil mi?

Yoo. Şöyle bakıyorum ben, çektiğim film kötü olursa çöpe atarım. Hiç zorlamam. Bazı sinemacılar 5 yıl uğraşıp bir başyapıt çekmeye çalışıyor mesela. Oysa ben filmlerimle bir duvar örüyor gibi görürüm kendimi. Her film bir tuğladır, eğer birini beğenmezsem orayı atıveririm. Büyük konuşmayı da sevmem, bazı filmlerim küçüktür, bazılarıysa daha iddialı. Çok baskı oluşturmam üstümde.

Bir filminiz de ( Nos Vies Privees ) Bulgarca hatta. O niye?

( Gülüyor ) Nos Vies Privees'yi 2007 yılında çektim. Doğu Avrupa'ya yaptığım bir yolculuktan yeni dönmüştüm ve birkaç arkadaş bir deneme yapmaya karar verdik. Hiç bilmediğimiz bir dilde film çekmeye çalışacaktık. İki Bulgar aktörü Quebec'e davet ettik ve az bir parayla, yarı doğaçlama bir senaryoyla işe başladık. Fena da olmadı aslında. Her şey lisanla alakalı değil bence, vücut dili daha önemli bazen. Çok eğlenceli bir deneyimdi.

Sırada ne var peki?

Ben bir küçük, bir büyük film yapmayı seviyorum. Örneğin Bestiaire üç kişi ve bir hayvanat bahçesini olduğu küçük bir filmdi. Ondan sonraki Vic + Flo Ont Vu Un Ours ise daha büyük bütçeli, iddialı bir film. Demek ki şimdi iki oyuncuyu alıp bir ormana götürmem an meselesi. Orada doğaçlama bir hikaye çeker sonra dönüp daha konvansiyonel, daha kalabalık bir ekibin olduğu, söktere uygun bir film çekebilirim.

Sinefil olduğunuzu biliyoruz. Sinemayı çok yakından takip ediyorsunuz. Türk yönetmenleri tanıyor musunuz?

Evet. Bakalım adını doğru söyleyecek miyim, Nuri Bilge Ceylan ( hemen hemen tam doğru söylüyor ). Doğru mu? Onun büyük hayranıyım mesela. Hazır İstanbul'a gelmişken gözümü dört açtım belki sokakta karşılaşırım diye.

Yakınlarda yaşıyor aslında.

Öyle mi? Evini bilsem gidip kapısını çalarım, o kadar hayranıyım. Tabii bir de sinema tarihinden bildiğim Yılmaz Güney var. Bence çok canlı bir sinemanız var, biraz bizim Quebec sineması gibi.

Burada Kanada ve Quebec ayrımı bilinir ama tam anlaşılmaz. Nasıl bir ayrım bu?

Bayağı önemli bir ayrım. Şöyle söyleyeyim, son zamanlarda duyduğunuz tüm filmler Quebec sinemasındandır. Bir de İngiliz Kanadası var ama onlar çok farklı, ABD'ye daha yakın. Onalrın dünyada tanınması daha zor o anlamda. Cronenberg, Atom Egoyan, Guy Maddin gibi isimler var mesela, 20 yıldır hep onlar akla gelir. Ama Qubece sineması dediğinizde Denis Villeneuve, Philippe Falardeau, Xavier Dolan, Denis Arcand gibi yönetmenler var.

Haftaya da Oscar ödülleri verilecek ve bir Kanada filmi yarışıyor.

Evet, Quebec filmi. Son 3 yıldır Quebec sineması aynı ödül için aday, ki bu öenmli bir başarı bence. Önce Incendies ( Villeneuve ), geçen yıl Monsieur Lazhar ( Falardeau ) ve bu yıl da  Rebelle ( Kim Nguyen ). Yani Oscar'ı sadece bu ödül için seyrederim, seyredersem.

Amour'u nasıl buldunuz?

Amour müthiş! Keşke tüm aday olduğu Oscarları kazansa. Herkes çıldırırdı herhalde. Ama tüm ödülleri Avusturyalı bir sinemacıya vereceklerini sanmıyorum.

Biraz daha konuşuyoruz aslında. Bresson, Pialat, Fassbinder gibi sinemacılara tutkun olduğunu, Vic + Flo'yu ilk kez izleyiciyle birlikte seyredeceğini, filmlerinde müzik kullanmayı çok sevmediğini ve gençliğinde hemen hemen tüm korku filmlerini izlediğini de anlatıyor Coté. Çok uzun olmasa da güzel bir söyleşi oluyor. Merak ettiğim hemen her şeyi sorduğumu sanıyorum. Bir sonraki gazeteciyle konuşmaya başladığında biz yola koyuluyoruz ve ancak arabaya bindiğimizde geliyor aklıma kolundaki dövmeleri sormadığım. Zut alors!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder