29.11.2011

Ken Russell 1927 - 2011


Ken Russell'ın öldüğünü Londra'nın biraz dışındaki Potters Barn'da bir kafede kahvaltımı beklerken aldım. Karşımdaki duvarda asılı duran televizyon ekranında "son dakika" ibaresiyle geçen altyazıda Ken Russell'ın ölümü duyuruluyor ve oğlunun "uykusunda, huzur içinde öldü" sözleri aktarılıyordu. "Tam da yerinde aldım haberi" diye geçirdim içimden. Aklıma neredeyse çocuk yaşta, Sinema Günleri'nde izlediğim Valentino filmi geldi. Film, çok anlamadığım halde, beni bir hayli etkilemişti. Özellikle de hapishane sahneleri. Başrolde Rudsolph Nureyev vardı yanlış hatırlamıyorsam ve son derece sert bir filmdi. Daha sonra Music Lovers'ı seyrettim. Çaykovski'nin hayatını anlatan filmde ünlü besteciyi Richard Chamberlain canlandırıyordu. Beni Valentino kadar etkilemedi gerçi ama yine beğendiğimi hatırlıyorum. Tommy'yi ise birkaç yıl daha sonra, ergenlik yaşlarımda izledim. Tam da rock müzikle haşır neşir olmaya başladığım, The Wall'u Emek Sineması'nda defalarca izlediğim yıllardı. Asıl favorim The Wall'du elbette ama Russell'ın yer yer kırık bir aynadan yansırmışcasına tuhaf bir etkiyle anlattığı Tommy müzikali de çok çarpıcıydı doğrusu. tabii hemen şarkılar ezberlendi, sahneler etüd edildi, The Who üzerine araştırmalar yapıldı vs... Video çılgınlığının yaşandığı yıllarda izlediğim Altered States ise o sıralar fena halde korku sinemasına takmış olan grubumuzda pek popüler olmuştu. Yine 80'li yıllarda çektiği Gothic adlı filmi çok gecikmeden sinemada izlediğimi hatırlıyorum. Julian Sands'in Shelley'i, Gabriel Byrne'ün Lord Byron'ı oynadığı film o sıralar henüz okumadığım yazarların başından geçen bir geceyi anlatıyordu ve benim çok hoşuma gitmişti. Sonradan korku edebiyatının en önemli ürünlerinden bazılarını ( Frankenstein örneğin ) veren yazarları daha yakından tanıdığımda filmin hikayesi daha bir oturdu kafamda ama doğrusu filmi bir kez daha izlemedim. Yine Emek Sineması'nda izlediğim Crimes of Passion çok fazla beğendiğim bir film olmadı belki ama bazı sahnelerinin aklımdan silinmediği düşünülürse aslında bir hayli sağlam bir filmmiş demek ki. Devils ve The Women in Love'ı ise henüz izlemediğimi itiraf eder, ilk fırsatta izleyeceğimi belirtmek isterim. İşin aslı İngiliz sinemasının o döneminde beni daha çok etkileyen yönetmen Nicholas Roeg olmuştur hep. Ken Russell'ın sinema anlayışı bana biraz fazla rafine geldi hep doğrusu. Kendisi de öyle bir adam gibi gelmiştir bana. Rafine ama kontrol edilemez. Dikbaşlı ve politik. Tehlikeli. En çok da kendine zarar veren cinsten. Hayat hikayesine dair detayları incelemenizi tavsiye ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder