4.01.2011

Ve diğerleri...


Yıl boyunca izleyebildiğim kadar çok film izlemeye çalıştım ama bunların yüklü bir kısmı "klasik" diye tabir edilen filmlerdi ve 2010 değerlendirmesine alamazdım. Özellikle noir filmlere olan tutkum beni sık sık 1940'lı - 50'li yılların siyah beyaz filmlerine sürükledi. Öte yandan bazıları sadece festivallerde gösterilen yeni filmler arasında da çok beğendiğim yapımlar vardı ama bunları da ticari vizyona girmedikleri için yılsonu değerlendirmesinin dışında bırakmak zorunda kaldım. Yine de bu filmler arasından bir seçki yaptım ve aşağıya sıraladım. Bunlar, bulursanız kaçırmayın başlığı altında izlenebilir.



Red Riding Üçlemesi

Belki de son yıllarda izlediğim en iyi suç filmiydi Red Riding. Bu arada 1 değil 3 filmden söz ediyorum ve bağlam olarak birbilerine bağlı olsalar da üç filmin her biri farklı karakterlere sahip. Ben aralarından en çok ilkini sevdim sanki ama üçünü birbirinden ayırmaya da yüreğim elvermiyor. Her birinin farklı yönetmenler tarafından ( 1974 Julian Jarrold, 1980 James Marsh, 1983 Anand Tucker ), farklı film formatlarıyla ( 1974 16 mm, 1980 35 mm, 1983 Red One ) çekilmiş olması üçlemeye müthiş bir zenginlik katmış kanımca. İlk filmde Andrew Garfield çok sağlam bir oyunculuk sergiliyor. Genel olarak oyuncu kadrosu çok iyi zaten. Sean Bean, Paddy Considine, Peter Mullan, David Morrissey, Rebecca Hall, Mark Addy ve Robert Shhehan kalabalık kadroda ilk göze çarpanlar. Channel 4 için çekilen filmleri şimdi Ridley Scott sinemaya uyarlayacak ama benim tavsiyem hiç onlara rağbet etmeyip bir yerden filmlerin DVD'lerini bulmanız. Pişman olmayacaksınız.



Winter's Bone

Bağımsız sinemanın bu seneki mücevheri Winter's Bone. Yazar Daniel Woodrell'in ( ki yakında onun romanlarından uyarlanan başka filmler de çekilir bence ) aynı adlı romanından uyarlanan film Amerika'da Ozark topluluğunun içinde geçen basit ama can yakıcı bir hikayeyi anlatıyor. Hepsi birbirinin akrabası olan ama birbirlerine düşmanca davranmakta beis görmeyen bir topluluğunun içinde geçen filmde genç oyuncu Jennifer Lawrence resmen döktürüyor. Görselliği, dinginliği, tedirgin ediciliğiyle yılın en iyilerindendi Winter's Bone. Filmin yönetmeni Debra Granik'e özellikle dikkat etmek gerek bundan böyle.



My Son My Son What Have Ye Done?

Herzog dediniz mi akan sular durur. Yani çoğunlukla. Örneğin Abel Ferrara'nın filminden hareketle ( ki kendisi o filmi izlemediği konusunda ısrarlı ) çektiği Bad Lieutenant: Port of Call New Orleans beni çok fazla etkilememişti. Yine de hiç sevmediğim Nicolas Cage'in en beğendiğim filmlerinden biriydi. Ayrıca Herzog'un sürreel dokunuşları da ( özellikle olmadık yerlerde ortaya çıkan iguana ) çok hoşuma gitmişti. Öte yandan daha sonra çektiği My Son My Son What Have Ye Done adlı filmini çok sevdim. David Lynch'in yapımcılığını üstlendiği filmde başrolü oynayan Michael Shannon son zamanlardaki favori oyuncularım arasına girdi buradaki oyunuyla. Shannon her hareketini merakla karışık bir korkuyla izlediğiniz ve kesinlikle işin sırrına vakıf oyunculardan. Filmle ilgili söylenecek çok şey var gerçi ama şunu söylemekle yetineyim, başka bir yönetmenin elinde sıradan bir "rehine - arabulucu" gerilimine dönüşecek bir konuyu Herzog, biraz da Lynchvari sahnelerle, neredeyse deneysel bir film çekercesine, varoluşsal bir trajediye dönüştürmüş. Herzog'u da bu yüzden seviyorum zaten.



The House Of The Devil

Jorge Louis Borges'in "Don Kişot'un Yazarı Pierre Menard" adlı ( umarım doğru hatırlıyorumdur ) bir öyküsü vardır. Uzun yıllar sonra Cervantes'in ölümsüz eserini kelimesini bile değiştirmeden yeniden yazan Pierre Menard'ın biyografisini anlattığı öyküde Borges, aynı metnin farklı zaman dilimleri içinde nasıl bambaşka şeyler ifade edebileceğini gösterir bize. Tabii öykü bu basit cümleyle özetlenecek kadar sığ değil, ama bu, üzerinde durulması gereken önemli bir nokta. İşte The House Of The Devil'i izlerken aklıma Borges'in o öyküsü geldi. Neden derseniz, filmi izlemeye başladığımda ciddi bir terddüt geçirdim, acaba 70'lerde ya da 80'lerde çekilmiş bir film mi izliyorum diye. Bu kanıya varmama sebep olan şey sadece çevre düzeni, kostüm ve sanat tasarımı değildi, düpedüz atmosferi, anlatım tarzı ve hatta kamera açılarıydı. Herşey sanki bugün değil de, geçmişte çekilmiş bir film izlenimi veriyordu. İnanır mısınız ( ki niye inanmayasınız ), internet girip filmin tarihini kontrol ettim. Bir taraftan da ilaç gibi geldi film. Meğer ne kadar sıkılmışım kanın kovayla bile değil, tankerle üzerimize boşaltıldığı o manasız korku filmlerinden. Testereler başta olmak üzere, tüm o remakeler, rebootlar ve bilumum ergen cinayetleri ruhumu karartmış meğer. Madem ki The HOuse of The Devil gibi bir film çevrilebiliyor, zaten uzak durmaya çalıştığı o saçmasapan ameliyat filmlerini daha da izlemem gayrı.



In The Loop

İngiltere'de bir dizi var, The Thick Of It diye. Belgesel tarzda çekilmiş ( The Office'in daha hardcore halini düşünün ) son derece sağlam bir politik komedi. Eskiden Yes Minister ne idiyse, şimdi de The Thick Of It o. Amerikalıların hayatta başaramayacağı bir iş sonuçta. Bürokratların, müsteşarların, danışmanların ve bakanaların arasında geçen, doğrudan doğruya politikanın perde arkasını gösteren bir yapım. İşte In The Loop o dizinin sinemaya uyarlanmış hali. Arkasında aynı ekip var. Filmin yönetmeni Armando Iannucci de dizinin yaratıcısı zaten. Diziyi izlemiş olanlar ne düşünür bilemiyorum ama ( ben diziyi biraz izledim ve çok sevdim, ama filmi de beğendim ) politik komedinin zaten çok ender bulunabildiği sinemada In The Loop gerçek bir keşif bence.



The Runaways

Bu film niye vizyona girmedi anlayabilmiş değilim. Muhteşem bir film değil belki ama vizyona giren onca saçmalık varken The Runaways'in salon bulamaması bana anlamsız geldi. Belki önümüzdeki aylarda gelir, belli olmaz. Film, 1970'li yıllarda ortalığı saran punk hareketi içinde öne çıkan ender kız gruplarından The Runaways'in hikayesini anlatıyor, kısaca. Tabii bu filme biyografi demek ne kadar doğru olur, emin değilim ama, sonuçta rock tarihinin önemli figürleri hakkında ilginç bir hikaye. Kirsten Stewart ( ki Twilight'daki o sıkıcı performansından sonra burada fena değildi ) Joan Jett'i, Dakota Fanning ise Cheri Currie'yi canlandırıyor. Filmin bence başarısı da bu iki karakter üzerinden sadece bir dönemi ve bir grubu anlatması değil, gerçekten bir şeyler ifade eden, insana dair bir şeyler söyleyebilmesi. Hemen her filminde çok iyi oynayan Dakota Fanning burada da bir harika ve filmin dengesi de biraz ona doğru kayıyor sanki.


Carlos

İşte bu tam bir biyografi. Aslında 5 saatlik bir TV dizisi Carlos, ama ben 160 dakikalık bir versiyonunu ( Film Ekimi versiyonu bu ) izledim ve çok beğendim. Olivier Assayas gayet başarılı bir iş çıkarmış. Filmin asıl yıldızıysa böylesi bir maratonu baştan sona sürükleyebilen Edgar Ramirez elbette. Carlos rolünde gerçekten ustaişi bir oyunculuk sergiliyor. 70'lerden neredeyse günümüze kadar uzanan bir zaman dilimini kapsayan filmin uzun versiyonunu da merak ediyorum ve ilk fırsatta izleyeceğim. Size de tavsiye ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder