10.01.2011

Belgesel Haftası


Geçtiğimiz hafta arka arkaya 5 belgesel film izledim. Hepsi de birbirinden farklı tarzda belgesellerdi ve çoğunluğu türün önemli örnekleri arasına girecek ( ya da zaten girmiş ) nitelikte yapımlardı. İşte izlenme sırasına göre Belgesel Haftası'ndan kalanlar.


American: The Bill Hicks Story

Beni yakından tanıyanlar bilirler, bilmeyenler için söylemiş olayım, Bill Hicks'in bende çok özel bir yeri vardır. 90'lı yıllarda onun CD'lerini dinleyerek az sabahlamadım ( ya da uyumadım ). Bana sorarsanız gelmiş geçmiş en önemli stand-up komedyenlerinden biriydi Bill Hick. Çok genç yaşta ( 32 yanlış hatırlamıyorsam ) pankreas kanserine yenik düştü ve ben de onu tam o sıralarda tamamen tesadüfi bir şekilde keşfettim. Dinlediğim ilk Bill Hicks rutini ( bilmiyorum bu terim bizde de geçerli mi ) Select dergisinin verdiği karma bir komedi kasetinde yer alıyordu. O zamanlar dergiler kaset falan verirdi anlayacağınız, şimdi CD ya da DVD verdikleri gibi. Çoğunu hiç tanımadığım 20'ye yakın komedyenin arasından en beğendiklerimden biri olmuştu Hicks ve kasedin o yüzünü belki yüzlerce kere dinlemiştim. Sonra Atlas'taki Kod Müzik dükkanında Ryko etiketli 4 CD'sini bulmuştum ve hemen almıştım elbette. Bill Hicks'in kaydettiği hemen her şeye bir anda sahip olmuştum böylece. Arizona Bay başta olmak üzere her birini kahkalara atarak dinlediğim bu 4 albüm koleksiyonumun en nadide parçaları arasına girmişti. Sonra DVD teknolojisinin de gelişmesiyle Bill Hicks'in filme alınan gösterilerine de ulaştım ve Lenny Bruce, Richard Pryor gibi diğer favorilerimle birlikte DVD rafımın en başına yerleştirdim bulduklarımı. İşte American: The Bill Hicks Story bu son derece özel komedyenin hayatını anlatan ve bunu da büyük ölçüde fotoğraflara dayanarak yapan bir belgesel. Hicks 1994 yılında öldüğü için hakkında tamamı film olan bir belgesel yapmak kolay değil elbette ama fotoğraflar her anlamda geçmişte kalan bir anı yansıttıkları için de ayrıca denk düşen bir anlatım biçimi olmuş sanki.  Filmdeki gösteri bölümlerinin hemen hepsini daha önce izlemiştim zaten ama özellikle arkadaşlarıyla olan ilişkileri ve bağımlılık problemleri benim için de yeniydi. Bir de şu ilgimi çekti ki, hiç aşk hayatına dair detaylar yoktu filmde. Bu da açıkçası en yakın dostu Dwight Slade ile platonik/üstü kapalı/gizli bir ilişkisi mi vardı sorusunu getirdi aklıma. Onun dışında her şeyiyle başarılı, haliyle hüzünlü ve bir yanıyla da komik ( ister istemez ) bir biyografik belgesel American: The Bill Hicks Story.

Teenage Paparazzo

Adrien Grenier adı bizde çok tanınmıyor olabilir ama Entourage'daki Vincent Chase dersem herkes hatırlar sanırım. Tuhaf bir biçimde oynadığı karaktere dönüşen bir oyuncu Grenier. Zaten ilk yönetmenlik denemesi Teenage Paparazzo'nun başında da bu duruma dikkat çekmeden yapamıyor ve garip bir hayat sürdüğünü itiraf ediyor. Grenier'nin çektiği filmin konusu ve başkişisi de bir gün kendisini fotoğraflayan magazin fotoğrafçılarının arasında gözüne çarpan küçük bir çocuk: Austin Visschedyk. 13 yaşında paparazzi olarak çalışan Austin'in peşine takılmaya karar veren ve bir anlamda aynanın diğer tarafına geçmeye çalışan Grenier zaman içinde genç paparazzinin geçirdiği değişim karşısında bocalayacaktır. Öyle bir zaman gelir ki, Grenier'nin belgeseli yüzünden Austin küçük çaplı bir şöhrete kavuşur ve bunu hazmetmekte zorlanınca da ciddi bir kişilik travmasıyla yüzyüze kalır. Bu tam da başlarken sonunu kestirmeyeceğiniz belgesellerden birine dönüşecektir Grenier için. Bu durum izleyici için de ilginç bir manzara oluşturuyor aslına bakarsanız. İş bir noktadan sonra şöhret ve şöhet kültünü sorgulamaya dönüşüyor. Film ayrıca paparazzilerin dünyasına da ışık tutuyor biraz ve ilginç detaylar sunuyor.


Exit Through The Gift Shop

İşte bu gerçekten heyecan verici bir belgesel. İstanbul Film Festivali'nde izlemediğime üzüldüm ama geç de olsa izlediğim için çok sevindim. Sokak sanatının efsane ismi Banksy'nin imzasını taşıyan film, sokak sanatı üzerine bir belgesel çekmek üzere elinde kamerasıyla oradan oraya koşturan Thierry Guetta'nın hikayesini anlatıyor. Önce kendisi gibi fransız sokak sanatçısı Space Invader'ın peşine düşen, ardından Obey işleriyle ses getiren ( ve Obama portresiyle büyük üne kavuşan ) Shephard Fairey'yi bulan Guetta'nın en büyük hedefi kimsenin görüntülemeyi başaramadığı Banksy'yi bulmaktır. İşin ilginç yanı Banksy onu bulacaktır ( Kızılmaske gibi oldu değil mi biraz, "sen ormana git, o seni bulur" ) ve Los Angeles'da çalışabileceği boş duvarlar bulmak için ondan yardım isteyecektir. Banksy ile takılmaya başladıktan sonra Thierry'nin hayatı tam anlamıyla değişir. Özellikle birlikte Disneyland'da yaptıkları eylem ilişkilerinde bir dönüm noktası olur. Bu noktadan sonra Banksy'nin güvenini tam olarak kazanır Thierry ve bir anlamda açık çek alır. Banksy'nin Thierry ile ilgili bir belgesel çekme fikri de bu olaydan sonra olgunlaşmaya başlıyor sanıyorum. Ama asıl mesele Thierry'nin bir sokak sanatçısı olmaya karar vermesiyle ortaya çıkıyor ve bu kararla birlikte film de sanat, sokak sanatı, sanatçılık ve sanat piyasası gibi başlıklar/olgular/kavramlar etrafında dönmeye başlıyor. Thierry'nin 1 milyon dolar cıvarında bir satış yapmasıyla sonuçlanan sergisiyse filmin finalini oluşturuyor. Gerçekten çok etkileyici ve zihin açıcı ( ya da bulandırıcı ) bir belgesel Exit Through The Gift Shop. Adı bile ( Çıkışlar Hediyelik Eşya Dükkanından diye çevrilebilir mi acaba? ) başlı başına insanı durup düşünmeye sevk etmiyor mu? Günümüzde hemen tüm müzelerde bir hediyelik eşya dükkanı var ve çoğunlukla turistler ( sanat turistleri ya da ) müzeyi doğru dürüst gezmeden bu dükkana giriyor, alabildiği kadar parçayı alıp, dışarı çıkıyor. Bu arada Banksy için de bir çift lafım var. Günümüzün bu en gizemli anarşisti kendi çektiği filmde de sürekli karanlıkta duruyor ve hatta sesinin bile elektronik bir cihazdan geçirerek deforme ediyor. Kendi efsanesine kendisi katkıda bulunuyor yani. Bu da ilginç bir nokta gibi geldi bana.

Grizzly Man

Bu filmden uzun bir süre uzak kaldım. Bilinçli bir tercihti bu elbette, hem de Herzog'u çok sevdiğim halde. Ama nihayet seyrettim ve seyrettiğime de hiç pişman olmadım. Herşeyden önce Werner Herzog izleyicinin duygularıyla oynamayacak kadar sağlam bir etiğe sahip. Açıkçası en büyük korkum Timothy Treadwell'in ölüm sahnesinin filmde kullanılmış olduğu yönündeydi ama yanılmışım. Herzog'dan şüphe ettiğim için büyük ustadan özür dilerim. Bu arada konuya bodoslama daldım ve filmi izlememiş olanların da kafasını karıştırdım belki. Başa döneyim hemen: Grizzly Man hayatını ayılara adamış bir doğa dostunun, Timothy Treadwell'in ( ve sevgilisi Amie Huguenot'nun ) bir ayı tarafından öldürülerek sonlanan trajik hayat öyküsünü anlatıyor. Böyle bir belgeseli Herzog'dan daha iyi çekecek biri bulunamazdı herhalde. Herzog'un doğayla tuhaf bir ilişkisi var malum. Doğanın gizemleri onu insanın gizemlerinden daha çok ilgilendiriyor neredeyse. İnsanı da doğayla bir arada ele almak istiyor çoğunlukla. Bu anlamda Treadwell'in hikayesi tam da onun ele almak isteyeceği bir vaka. İşin ilginç yanı Treadwell'in çektiği 85 saatlik video kayıtlarını incelemiş ve filminin büyük kısmını onun çektikleriyle oluşturmuş. Tabii Treadwell'in yakınlarıyla ve onun cesedini inceleyen adli tabiple de röportajlar yapmış. Doktorun anlattıkları son derece çarpıcı örneğin. Kasedin ses kaydı ve cesetlerin durumunu birlşetirerek olup bitenleri anlattığı sahne bir hayli etkili. Herzog'un da göründüğü tek bir sahne var ve o sahnede aynı ses kaydını dinlerken görüyoruz. Arkadan gördüğümüz halde yönetmenin ne kadar sarsıldığını anlayabiliyoruz ve kasedin sahibine ( Treadwell'in eski sevgilisi ) "bu kasedi sakın dinleme ve hemen yok et" deyişinden olanların dehşetini hissdiyoruz. Bunlar hep büyük bir sinemacının eseri şüphesiz.

Catfish

Geçen yıl Sundance'de büyük sükse yapan Catfish şu günlerde The Social Network'ün panzehiri olarak lanse ediliyor çeşitli basın organlarında. Biri Facebook'un nasıl doğduğunu anlatırken, diğeri nelere yol açtığı üzerine etkileyici bir denemeye girişiyor. Sanal ortamda tanışıp yakınlaştığı bir ailenin aslında hiç de sandığı gibi olmadığından şüphelenen Nev Schulman'ın hikayesini anlatan Catfish son tahlilde insan ilişkileri üzerine sorular soran bir belgesel. Ama bir dakika, günümüzün önde gelen belgeselcilerinden Morgan Spurlock Catfish için "Gördüğüm en iyi sahte belgesel" demiş. Haklı olabilir mi? Bana sorarsanız, olabilir. Gerçi bu da değerinden birşey kaybettirmez ama insan merak ediyor doğrusu. Böyle bir hikayeyi sahte belgesel yapacağınıza doğrudan kurgu film de yapabilirsiniz ve belki daha anlamlı olabilir. Tabii bu açık bir tartışma. Günün birinde tartışılsa da bir yanından tutsak keşke.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder