26.02.2014

Sinemada "ses" ve "dinleme" üzerine


Sessiz sinema denen kavram ne zaman ortaya çıktı dersiniz? Sandığımızın aksine bu kavram sinemanın kendisi kadar eski değil, daha yeni. "Sessiz" sinema ancak sinemada gerçek anlamda ses kullanımının yaygınlaşmasıyla ( yani 1920'lerin sonlarında ) doğmuş. Çünkü ancak ondan sonra sinemanın "sesli" ve "sessiz" olarak yapılabileceğine uyanmış sinemacılar. Tabii aynı şey "renkli" ve "siyah/beyaz" sinema için de geçerli ama konumuz o değil.

Ses bugün artık sinemanın vazgeçilmez unsurlarından biri. Elbette hala ses kullanmadan da filmler çekmek mümkün ( bkz. The Artist ), ya da ses üzerinde deneyler yaparak bu unsuru bozmak, değiştirmek. Ama deneysellik ne yazık ki sinemada bir hayli marjinalleşmiş bir kavram ve örneğin Miguel Gomes imzalı Tabu gibi tek tük örnekler dışında sinemada ses meselesine deneysel ( ve muhteşem ) bir şekilde yaklaşan çok fazla sayıda sinemacı yok. Biraz da bütçe meselesi elbette. Ne de olsa deneysellik fazla gişe geliri getiren bir şey değil. Ama ses üzerine çekilen, sadece ses de değil elbette, dinleme, ses kaydı gibi konulara eğilen çok önemli filmler var, ki gündemin de bizi sürüklediği yer itibariyle, bu filmlere biraz alaka göstermekte fayda var.



The Conversation

Francis Ford Coppola'nın The Conversation adlı filmi 1974 yılında Cannes'da Altın Palmiye'yi kazanmıştı. Film tam da Watergate Skandalı'nın ertesinde çekildiği için ister istemez o döneme damgasını vuran, pek çok politikacının dinlendiği ses kayıtlarını akla getiriyor. Tabii ki o kadar basit ve yüzeysel değil. Öyle olsa o dönemde biraz ses getirir ve sonrasında unutulurdu. Oysa The Conversation bugün Hollywood'un modern klasikleri arasında gösteriliyor. Film bir dinleme ve gözetleme uzmanının gitgide paranoyaklaşan dünyasına davet ediyor izleyiciyi. Filmin Antonioni'nin Blow Up'ından ilham aldığını görmemek imkansız. Nitekim Coppola da bunu yadsımıyor ve Blow Up'ın yaptığını işitsel bir düzlemde yapmak istediğini kabul ediyor. Öte yandan Coppola filmde kullanılan dinleme ekipmanının Nixon hükümetinin kullandığı ekipmanla aynı oluşunu da şaşırtıcı bir tesadüf olarak nitelendiriyor bir röportajında. Öyle ya da böyle, başrolünü Gene Hackman'ın üstlendiği ve psikolojik bir gerilim olarak sınıflandırabileceğimiz film Coppola'nın en iyi işlerinden biri şüphesiz. Yukarıdaki videoda filme dair mini bir belgesel bulacaksınız, kaçırmayın derim.



Blow Out

Yine Antonioni'den etkilenen bir başka film de Brian De Palma'nın unutulmaz gerilimi Blow Out elbette. Hatta De Palma muhtemelen Coppola'dan da etkilenmiş. Ve tabii ki yine 70'li yılların değişmez meselesi Watergate dinlemeleri de filme toplumsal bir zemin sağlıyor. Bu kez konu sinemaya da daha yakın üstelik. Ses mühendisliğini yaptığı bir filmdeki cinayet sahnesi için uygun bir çığlık arayan bir teknisyenin ses bantları arasında kabusa dönen hayatına tanık oluyoruz. Aynı şekilde kayıtların gerçek bir cinayete ait olup olmadığı meselesi de var filmde ve başrolde de belki en iyi performanslarından birini sergileyen John Travolta. Filmin özellikle ses kayıt stüdyosunda geçen sahneleri ( bkz. yukarıdaki video ) son derece etkileyici. Ses montajı ve sesin görüntü üzerine oturtulması süreci izleyicide gerçek, yanılsama, manipülasyon gibi kavramların ne kadar içiçe geçebileceği ve tüm bunların aslında ne kadar güvenilmez olabileceği duygusunu uyandırıyor.

The Anderson Tapes - Trailer from Cinemoi NA on Vimeo.

The Anderson Tapes

Kronolojik olarak belki de bu filmi en üste yerleştirmek gerek. Ne de olsa "güvenlik" amaçlı gözetleme ve dinlemenin bir hikayenin merkezinde olduğu ilk film The Anderson Tapes. 1971 yılında Sidney Lumet tarafından çekilen ve başrolünde de eski Bond Sean Connery'nin yer aldığı filmde namlı bir soyguncunun kendini elektronik gözetleme dünyasının içinde buluşuna ve mafya, polis ve gizli ajanların cirit attığı bu ortamda planladığı büyük bir soygunu nasıl gerçekleştirdiğine tanık oluyoruz. Yani Coppola'nın filmi işin daha varoluşsal ve psikolojik yönünü ele alırken ve De Palma'nın filmi gerilime daha çok ağırlık verirken, Lumet'in filmi de aksiyona daha yakın düşüyor.



Enemy of the State

Tony Scott'ın filmi Enemy of the State politikacı yolsuzluğunun, elektronik gözetlemenin ve paranoyak devlet rejiminin bir araya geldiği ve tüm bunların nefes kesici bir aksiyona dönüştüğü bir film. Son teknolojilerin ( ki film 1998 tarihli olduğuna göre bugünkü teknolojiyi varın siz hayal edin ) insanoğluna adım atacak yer bırakmadığını ve mahremiyet denen şeyin ne kadar yalan bir kavram olduğunu gösteren film iktidarın istediği takdirde ne kadar pervasız ve yok edici bir güç olabileceğini de son derece usta işi bir ambalajla sunuyor. Tabbi Tony Scott'ın ( ruhu şad olsun bu arada ) hemen bir kaç yıl sonra tam da bu filmin tersi bir görüşü savunan Deja Vu adlı garabeti nasıl çektiğini anlamak da zor doğrusu. Son bir not: filmde Gene Hackman'ın canlandırdığı paranoyak güvenlik uzmanı Edward "Brill" Lyle karakterinin yaklaşık 25 yıl önce The Conversation'da Gene Hackman'ın canlandırdığı paranoyak güvenlik uzmanı Harry Caul'un bir versiyonu olduğunu fark etmemek imkansız herhalde.

Aslında bu konuyla ilgili, ya da bu konuyla ilişkilendirebileceğimiz daha çok film var ama o filmleri buraya dahil edebilmek için konunun dağılmaya başladığı bir sınır genişletme gerekiyor. Örneğin Berberian Sound Studio yine sinemada ses meselesini çok çarpıcı bir biçimde işleyen ama dinleme, gözetleme gibi kavramlardan uzaklaşan bir film. Elbette röntgenciliğin sinemadaki en büyük başyapıtı Rear Window var ama orada da konu daha çok Blow Up'taki gibi dolaylı bir paranoyanın etkilerini bize hissettiriyor sadece ve işin dinleme kısmı eksik. Listeyi uzatmak mümkün yani ama artık o kısmını size bırakıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder