17.04.2012

Nuri Bilge Ceylan ile 90 dakika


Bu yazı daha önce ntvmsnbc.com'da yayınlamıştır. kaçıranlar için bir de burada yayınlayayım dedim. uzunca bir yazı olduğu için devam butonuna tıklamanız gerekecek. Bu arada fotoğraflar Ilgın Erarslan Yanmaz tarafından çekilmiştir.


Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki elma insanlığın metaforu oldu

Perşembe günü Nuri Bilge Ceylan’ın İKSV Salon’da verdiği “masterclass”, yani sinema dersi haftanın kaçırılmaması gereken olaylarından biriydi benim için. Sağolsun Ayşe Bulutgil’in de çabalarıyla daha ilan edildiği gün dolan ders için sabahtan yer ayırttım ve yaklaşık 20 dakika önce gidip yerime oturdum. Gerçi üst katta ve sahneyi köşeden görecek bir yerdeydim ama konumum eşyalarımı yerleştirecek ve notlarımı alacak kadar alan sağlıyordu bana ve benim asıl istediğim de budu. Ders tam da başlıkta söylediğim gibi bir futbol maçı süresindeydi ve hakem ( yani moderatör Esin Küçüktepepınar ) uzatmalara bile mahal vermeden tam vaktinde düdüğü çaldı. Ama tabii ki ilk düdük saat 16.00’da çalacaktı.


Dakika 3 – “Filme benzemiş mi, bir baksana”

Ağzına kadar dolu Salon’a tam vaktinde ve alkışlarla giren Nuri Bilge Ceylan, ya da NBC, kendisini sunan Esin Küçüktepepınar’ın yaklaşık 3 dakika süren kısa konuşmasının ardından ilk kez ağzını açtı ve “Geldiğiniz için teşekkürler” dedi. “Söyleyecek hiç bir şeyim yokmuş gibi geliyor, sinema benim için de bir muamma” diyerek sohbetin salonda oturanların sorularıyla ilerlemesini tercih ettiğini söyledi. İlk soruyu, bir çok talip olsa da, “oturduğu yerin avantajını” kullanan Küçüktepepınar sordu ve ders tam anlamıyla başlamış oldu. NBC “Film çekmek de, seyretmek de bir anlamda aynı şey benim için, kendim ve insanoğlu hakkında bir şeyler öğreniyorum her ikisinde de” diyerek konuya girdi ve kendi sinemasında “hayatın bilinmeyen taraflarında, muğlak kalan yanlarında dolaşmaya çalıştığını” söyledi. “Kendimde zayıf bulduğum şeyler üzerine filmler yapmaya çalışıyorum” dedi.

Bir soru üzerine “Filmlerimi hep korkuyla yaptım. Özellikle de ilk filmlerimi. Hele Uzak, kime anlatacak olsam herkes nasıl olacak diye soruyordu.” diyen NBC ilk dönem filmlerinde çektiği zorluklardan dem vurdu. “Uzak zaten çok otobiyografik bir hikaye. Hayatla organik bağ kurmakta zorlanıyordum ve bu durumu filmi yapılmaya değer bir şey olarak görüyordum. Ama nasıl yapılacağını da bilmiyordum. Sahneler kuruyordum,  zaten o evde yaşıyordum, fotoğraflar çekiyordum, anektodlar yazıyordum. Bir de 35 mm. çektiğim için fazla deneme yapamıyordum. Kurgu bittiğinde bile emin olamıyordum, filme benzeyip benzemediğini anlayamıyordum. Eşimle yemeğe gidiyorduk örneğin ve ben sofrada Ebru’ya ‘Şu filme gidip bir baksana, sence filme benzemiş mi?’ diye soruyordum”.

Dakika 15 – “Cannes’da endüstriyi öğrendim”

İlk filmlerinde yalnız çalıştığını, sinema camiasından uzak yaşadığını, destek almadığını ve topu topu 4-5 kişilik ekiplerle film çektiğini söyleyen NBC, konu filmlerinin yurtdışı satışına geldiğinde Cannes’da yaşadığı deneyimleri anlatıyor: “Cannes’da yarışırken satış çok da zor değil aslında” diyor. “Bu tarz filmleri alan, dağıtan da çok değil zaten. Bir süre sonra hepsini tanıyorsunuz. İlk filmlerimi hep kendim sattım ve bu sayede endüstrinin işleyişi hakkında çok şey öğrendim.”

Dakika 17 – “Happy and not happy”

En ön sırada oturan kızıl saçlı bir kadın ayağa kalkıyor ve bir yandan elindeki i-phone ile çekim yapmaya çalışarak kırık dökük bir ingilizceyle konuşuyor. İtalyan televizyonu için çekim yaptığını söyleyen kızıl saçlı kadının ricasıyla ingilizce konuşan NBC aldığı ödüllerle ilgili ne hissettiği sorusuna “Happy and not happy at the same time” diye cevap veriyor.

Dakika 20 – “Hayat dediğimiz şey...”

Bu sefer sıra Tunuslu bir gazetecide. Onun da bir hayli aksanlı bir ingilizcesi var ama en azından yanıtı ingilizce istemiyor ve NBC’yi Antonioni ile benzeştirenlere ( filmlerindeki sessizlik olgusunu örnekliyor ) ne diyeceğini soruyor. İkinci bir sorusu daha var: “Entelektüel ve filozofça film çekiyorsunuz, anlaşılmamaktan korkmuyor musunuz?”

Önce ikinci soruyla başlıyor Ceylan: “Bir yönetmen seyirciyi hesaplayarak film çekmez, çünkü seyirci zaten homojen bir topluluk değildir. Sinemacı en az kendisi kadar zeki biri için çekmelidir filmini. Ben çok fazla akla hitap eden filmler yapmıyorum. Bence seyirci gerçeğin sadece bir yanıyla yetinmeyi bilmeli. Flu bölge bırakmayan bir sinemaya fazla alıştıklarını düşünüyorum. Oysa sinema derinleşebilmek için izleyicinin hayalgücüne ihtiyaç duyar. Romanda bu daha kolay, okur okuduklarını zihninde canlandırmak zorunda çünkü. Sinemada öyle değil. Bence biraz muğlaklık kesinlikle şart. Hayat dediğimiz şey en yakınımızın, en yakın arkadaşımızın, karımızın bile tam olarak ne düşündüğünden emin olamadığımız bir muğlaklıkta geçiyor aslında. En gerçek, en tehlikeli, en gizli duygularımızı hep sürekli saklamak zorundayız çünkü. Gerçeği tahmin etmek zorundayız. Bence sinemada da böyle olmalı. Ben sinemamda bir çeşit muğlaklığa çok önem veriyorum. Ama tabii bu tamamen keyfi bir muğlaklık olmamalı. Yönetmenin kafasında her şeyin cevabı çok net bir şekilde olmalı muhakkak. Yoksa oyuncuyu yönetmeniz bile mümkün değil, cevabını bilmiyorsanız.”

İlk soruyu hatırlayamıyor NBC ve yanındaki Küçüktepepınar’dan yardım alıyor. Antonioni meselesi. “Onu ben bilemem tabii” diye söze başlıyor. “Antonioni benim çok sevdiğim yönetmen. Her dönemini sevmesem de. Blow Up’ı sevmem örneğin. Ama Macera’yı, Eclipse’i Çığlık’ı ve Gece’yi severim. Orta dönemidir benim sevdiğim. Yolcu’yu mesela tekrar izlediğimde hiç sevmedim ve eskiden nasıl beğendiğime şaşırdım. Ama orta dönemi çok önemlidir bence. Çığır açmıştır o zamanın sinemasında. Hayatın bakir bir alanına, sinema için söylüyorum tabii, sinemanın pek dokunmadığı bir alanına girmeyi başarmıştır. Zamanına göre çok cesur filmlerdir. Macera sanıyorum, Cannes Film Festivali’nde gösterildiğinde ıslıklanmış. Çehov’un Martı’sının ilk gösteriminde olduğu gibi. Fakat yine de o festivaldeki yönetmenler aralarında imza toplayıp o filmin bir başyapıt olduğunu söylemişler. Ama sanat tarihi böyle şeylerle doludur. Bir sanatçı dünyanın yeni bir görünüşünü dünyaya sunduğu zaman önce yabancı gelmesi doğaldır. Hatta Çehov’un Martı’sında insanlar kahkahalarla gülüyorlarmış. Fakat daha sonra Stanislavski sahneye koyduğunda değeri anlaşılmış. Büyük sanatçıların kaderi genellikle böyledir aslında”.

Dakika 27 – “Çehov’un öykülerini daha çok severim”

Esin Küçüktepepınar hemen araya giriyor ve çok sevdiğini herkesin bildiği Çehov üzerine başka ne söylemek isteyeceğini soruyor. “Oyunlarından çok hikayelerini önemli buluyorum” diyor Ceylan ve bir süre önce Moskova’ya gittiğinde Çehov’un oturduğu evi de ziyaret ettiğini söylüyor. “Öyküleri bana insanüstü geliyor. Anlatılması çok zor şeyleri büyük bir kolaylıkla anlatıyor. İlk dönem hikayelerinden ‘Avcı’yı Tolstoy okumuş ve çok beğenmiş mesela ve ‘Siz çok büyük bir yazar olacaksınız’ demiş Çehov’a. Çehov gerçekten de bakışımızı zenginleştiren bir yazar.”


Dakika 30 – “Sabaha kadar konuşabilirim bu konuyu”

Bir başka soru üzerine söz oyuncu yönetimine geliyor. “Oyuncu yönetimi en büyük sır benim için. Atmadığımız takla kalmıyor” diyen NBC salondan toplu bir kahkaha alıyor. “Her oyuncu için farklı bir yöntem gerekiyor. Yani şöyle yaparım, oyunumu alırım gibi bir şey, keşke olsaydı. Benim için hala muammadır yani. Onun için yönetmenlerle bir araya geldiğimizde, sorarız ‘sen nasıl yapıyorsun’ diye. Ön çalışma bende işe yaramıyor mesela. Toplanıyoruz masa başına, her şey çok yapay geliyor. Neyse sette yaparız diye vazgeçiyorum sonra. Setin atmosferine girmeden, yalancı bir şey varmış gibi geliyor bana. Filmden soğuyorum, yani o masada başında repliğini söylemeye çalışan aktörü görünce ‘ya bu iş olmayacak galiba’ diyorum genellikle.” diyor NBC ve amatör oyunculardan profesyonellere neden geçtiğini anlatıyor. “Amatörler çok nazlı oluyorlar. Tam tersi sanırdım ama öyle değilmiş. Amatörlerde tutku olmuyor. Oysa profesyonel oyuncuya 50 tekrar yaptırıyorsun gık demiyorlar. Çok sevdiği için oyunculuğu. Hayran kalıyorum bu sevgilerine” diyen NBC son noktayı koyuyor: “Sabaha kadar konuşabilirm bu konuyu”.

Dakika 35 – “Teknik adam terörü diye bir şey vardır”

Bir sinema öğrencisi alıyor mikrofonu ve uzun bir konuşma yapıyor. Film çekerken kimseye güvenemediğini, herşeyi kendisinin yapmaya yeltendiğini, hatta erkek rolünü bile kendi oynamak istediğini, başkalarıyla çalışmaya alışamadığını anlatıyor.

“Alışırsınız, alışırsınız” diyor NBC ve herkes kahkahayı basıyor.

“Bende de vardı bu tip obsesif şeyler. Kamera başkasına nasıl bırakılır derdim. ‘İklimler’de oynadığım için mecburen başkasına bıraktım kamerayı. Gökhan’la ( Tiryaki ) çalıştım ve tabii ki ona güvenmiyordum. Ama sonra çektiği şeylere baktım ve ‘Ulan iyiymiş, ben bu açıyı düşünmemiştim’ dedim bir iki kere. Sonra güvenmeye başladım. Gökhan olunca bu sefer oyuncuya daha dikkat eder oldum. Bence yönetmenin her konuda fikri olmalı ve birlikte çalıştığı insanları hizmetine koşmayı bilmeli. Set bir iktidar alanıdır. Bilmek zorundasın, teknik adam terörü diye bir şey vardır mesela. Sen bir teknik adama bir soru sor, senin anlayamayacağın bir şekilde cevap vermek ister. Ben özellikle sesçilerle çok yaşadım bunu. Ama ben de gece girip internete çalışırım, ertesi gün de sette kafasına çakarım. ‘Bak o öyle değilmiş, neden o mikrofonu değil de bunu kullandın’ diye sorarım. Ama bu çatışma da doğal aslında. Teknik adam standartların peşindedir, yönetmen ise standartların dışına çıkmak ister.”

Dakika 45 – “Sezgilerimle çalışırım”

“Sinemanıza rehberlik eden bir felsefeniz var mı?” sorusuna çok net bir “Hayır” yanıtı veriyor Ceylan. “Sezgilerimle çalışırım. Belli bir felsefeyle olmaz bu. İdeolojik bakmanın karşısındayım. Çıplak, sıfır noktasında, ön koşullandırma olmadan değerlendirmeden yanayım. Ve yeniden değerlendirmeden. Çünkü mesela ikinci izleyişte değişebilir fikrim. Film çekerken de böyle. İdeolojiyle yola çıkarsanız film çekmiş olmazsınız, film çekme görevini yerine getirmiş olursunuz.”

Dakika 50 – “Doğal bir sahneydi, çünkü doğal”

Kiarostami’nin ‘amatör oyuncularla çalışırken yönetmen de amatör olmalı’ şiarından hareketle çalıştığını hatırlatan bir genç kendisini de böyle mi çalıştığını soruyor. NBC bu soru üzerine ilk filmlerinde, özellikle babasıyla nasıl çalıştığını anlatıyor.

“Babam ezber yapamadığı iççin bazen gizli çekim yapardım. Evde bir köşeye kamerayı koyardım ve uzaktan kumandayla çekerdim, o anlamadan. Ama bunun gibi 5 – 6 sahne vardır en fazla. Bir taksici sahnesi vardı mesela...” (Tam bu noktada soruyu soran genç araya giriyor ve “Çok doğal bir sahneydi” diyor.) “Doğal bir sahneydi çünkü doğal” diyen NBC salondan yine kahkaha alıyor. “O sahnede babama söyledim, taksiciye söylemedim. İlk çekimi öyle yaptık. Babam gitti adama ‘Kadastrocuları gördün mü’ diye sordu, adam da başladı ‘Evet işte şuradan geldiler, şöyle gittiler’ diye. Yalan söylüyor düpedüz. Ama güzel oldu. Bir yandan da 35 çekiyoruz, endişe içindeyim, kutusu 200 dolar. Korku içindeyim yani, ama o ilk çekim en iyisi oldu. Adama söyledikten sonra çektiklerimiz iyi olmadı.”


Dakika 53 – “Gerçeği arayış herşeyden önemli”

Sanatçı sorumluluğuna dair bir soruya “Sorumluluk meselesini abartmamalı, yoksa siyaseten doğruculuğa götürür insanı” diyerek cevap veriyor Ceylan. “Sanatçı için özgürlük, gerçeği arayış herşeyden daha önemlidir” diye de ekliyor.

Bir diğer soru üzerine de form ve içerik konusuna giriyor: “Form benim için çok öenmli tabii. İçeriği de direkt etkiliyor. Ama ben film çekerken bunları çok düşünmem. Başkalarının meslelsi bunları analiz etmek. Ama form önemli, hatta içerikten daha önemli diyebilirim.”

Dakika 57 – “Sinemaskopu seviyorum”

Ön sıralarda oturan Erdoğan abiye veriyor sözü NBC. Yukarıda oturduğum için kim olduğunu çıkaramadığım Erdoğan bey “Neden sinemaskop çekiyorsun? Bu formatı en iyi kullanan bence Visconti’dir, sen de onun kadar iyisin ama çok da zor ve zahmetli.” Diyerek topu NBC’ye atıyor.

“35 mm. çektiğim yıllarda sinemaskop çok pahalıydı. Ama dijitalle birlikte kolaylaştı, ucuzladı. Dijitalde tam olmuyor belki ama, perspektifi farklı çünkü, ona yakın bir etkşi oluyor. Seviyorum sinemaskopu. Sinemaya daha uygun buluyorum, portrelerde bile” diyor NBC ve Erdoğan beyin ikinci sorusu olan kurguya geçiyor.

“Her sinemacı için ayrı anlam taşır kurgu. Bela Tarr için hiç önemi yok mesela. 2,5 saatte bitiriyormuş kurguyu, zaten 15 plan çektiği için. Ozu’da da çok önemli değildi mesela, çünkü o da aynen yazdığı gibi çekerdi, hiç değiştirmeden. Kurguyu da başkasına emanet edebilirdi bu yüzden. Benim içinse önemli. Çünkü ben senaryo aşamasından itibaren bir arayışa giriyorum. Sette de devam eder bu arayışım. Ama sette de süratli olmak lazım. O yüzden emin olabileceğiniz tek yer kurgu maması. Ama orada da iş işten geçmiş olduğu için kurguya alternatifli girmeyi severim. Alternatifli çekmek başka türlü de iyi geliyor. Bazen hiç aklınıza gelmeyen bir etki alabiliyorsunuz. Sette çekerken bzaen bir kuşku düşer içime çektiğim şeyin tam tersini çekerim. Üzüntülüyken örneğin bir de sırıtan versiyonunu çekerim oyuncunu ve inanılmaz bir sonuç elde edebilirim. Oyuncuları da maymun ederim böyle”.

Kurgudan oyunculuğa geçince yine profesyonel oyuncularla çalışma deneyimlerini anlatıyor ve özellikle Taner Birsel’e ne kadar hayran olduğundan dem vuruyor. “Ne kadar çok tekrar yaparsak o kadar zevki artıyordu” diyor Birsel için.

Dakika 65 – “Elma insanlığın metaforu oldu”

Arkalardan bir genç Bir Zamanlar Anadolu’da filminin çok konuşulan elma sahnesini nasıl çektiğini soruyor. Hemen araya girip bu sahneyi kısaca anlatmam gerekirse, gecenin bir vakti dalından düşüp bayır aşağı yuvarlanan bir elmayı takip eder kamera. Elma bir dereye kadar yuvarlanır ve oradaki taşların arasına sıkışıp kalır. Söz yeniden NBC’de.

“Senaryoda yoktu o sahne. Dizi çalışmaları için oyuncuları haftada 2 gün yolladığımızda çok boş vaktim oluyordu. Ben de mekanlarda geziniyor, nasıl çekeriz diye sahneleri gözden geçiriyordum. Bie gün dolaşırken bir elma düştü gerçekten, dereye gitti falan. O zaman aklıma geldi. Sonra elma bütün filmin, hatta insanlığın metaforu oldu benim için. Sonra çekimler sırasında o elmanın kurtulduğu anı da çektim. Elma kurtulup uzaklaşıyordu ama sonra kestim o kısmını.”

Dakika 70 – “Önümüzdeki kış setteyim”

Balkondan söz alan yabancı bir gazeteci bir sonraki filmi hakkında bilgi istiyor ama alamıyor. Gizli kalmasını istediğini söyleyen NBC sadece önümüzdeki kış başlamayı planladığı bilgisini veriyor.

Dakika 72 – “Kısa metrajı sevmiyorum”

Kısa metraj filmler hakkındaki fikirleri sorulduğunda önce “Ne desem acaba?” diyor NBC. “Gerçeği mi söyleyeyim, siyaseten doğrucu mu davranayım? Gerçeği söyleyeyim, kısa metrajı çok sevmiyorum. Belki de beni çok etkileyen kısa metrajlı film görmediğim içindir. Ama bence uzun filmler izleyiciyi yaratılan atmosferin içine daha güçlü bir şekilde çekiyor. Ben uzun filmin de uzununu severim mesela. Hatta biraz sıkılmayı da severim.”

Dakika 78 – “Benden sonra Cannes’da kurallar değişti”

Bir soru üzerine Cannes’da Uzak ile aldığı ödüllerden bahsediyor. “Cannes’da hem Grand Prix hem de oyuncu ödüllerini alınca festival yönetimi kuralları değiştirdi. Artık Altın Palmiye, Grand Prix ve En İyi Yönetmen ödüllerinden birini alan bir film başka ödül alamıyor. Ben jürilik yapınca öğrendim bu durumu. O yıl biz Peygamber’in oyuncusu Tahar Rahim’e vermek istedik ödülü ama olmadı, film Grand Prix almıştı çünkü. Herkes de soruyordu niye ona vermediniz diye. İşte bu yüzden.”

Dakika 80 – “Taşrayı iyi bilirim”

Taşra meselesine geliyor laf. “Taşrayı iyi bilirim. 2 yaşında gittim, 4. Sınıfı bitirene kadar da kaldım. Yazları da gidiyordum sonra, hatta 16 yaşımda aşık oldum orada. Neden taşrada geçen filmler çektim derseniz, ilk filmlerimde iyi bildiğim şeyleri anlatmak istediğim için. Yoksa şehir de ilgimi çekiyor. Ben her yerde film çekerim aslında, bir tek yurtdışında çekmem. Neden, çünkü çekeceğiniz şeyin detaylarını, nüanslarını çok iyi bilmelisiniz. Yurtdışında bu benim çin imkansız.”

Dakika 85 – “Set Las Vegas gibiydi”

Bir soru üzerine gitigide kalabalıklaşan film ekiplerinden bahsediyor Ceylan. “Bu beni de endişelendiriyor. İlk zamanlar 5 – 6 kişilik ekiplerle çalışırken son filmlerimde çok kalabalık setle olmaya başladı. Senaryoları mı daha cesur yazıyorum acaba? Bütçe artınca mı böyle oluyor? Eskiden olsa BZA’daki arabalardan birini azaltırdım örneğin. Tabii gece çekmek de çok insana muthaç etti bizi. Bir bakıyordum sete Las Vegas gibi kuruluyorduk gecenin ortasında. Tırlar, karavanlar, arabalar. Ucuz da değil tabii. Düşünsene o kadar kişiye sırf yemek ısmarlasan?” Salon’dan bir kahkaha tufanı daha.

Dakika 88 – “İyi filmin kriteri olmaz”

Son soru geliyor: “Sizin için iyi film ne demek ve filmleriniz arasında en az sevdiğiniz hangisi?” NBC her iki soruyu da yanıtsız bırakıyor ve “Bilmiyorum zaten” diyor. “İyi filmin bir fomülü, kriteri olmaz bence.”

Kalabalıktan yükselen sağlam bir alkışla sona eriyor ders ve 90 dakikanın sonunda kendimizi güneşli bir akşamüstüne atıyoruz, Haliç’e karşı. Kimi sigarasını yakıyor, kimi birlikte geldiği arkadaşıyla sohbete dalmış, kimiyse hızlı adımlarla metroya yürüyor. Bu sonuncusu benim işte. Elmayı düşünüyorum bir yandan da.



1 yorum: