Bu yazı daha önce ntvmsnbc.com'da yayınlamıştır. kaçıranlar için bir de burada yayınlayayım dedim. uzunca bir yazı olduğu için devam butonuna tıklamanız gerekecek. Bu arada fotoğraflar Ilgın Erarslan Yanmaz tarafından çekilmiştir.
“Bir Zamanlar Anadolu’da filmindeki elma insanlığın metaforu
oldu”
Perşembe günü Nuri Bilge Ceylan’ın İKSV Salon’da verdiği
“masterclass”, yani sinema dersi haftanın kaçırılmaması gereken olaylarından
biriydi benim için. Sağolsun Ayşe Bulutgil’in de çabalarıyla daha ilan edildiği
gün dolan ders için sabahtan yer ayırttım ve yaklaşık 20 dakika önce gidip
yerime oturdum. Gerçi üst katta ve sahneyi köşeden görecek bir yerdeydim ama
konumum eşyalarımı yerleştirecek ve notlarımı alacak kadar alan sağlıyordu bana
ve benim asıl istediğim de budu. Ders tam da başlıkta söylediğim gibi bir
futbol maçı süresindeydi ve hakem ( yani moderatör Esin Küçüktepepınar )
uzatmalara bile mahal vermeden tam vaktinde düdüğü çaldı. Ama tabii ki ilk
düdük saat 16.00’da çalacaktı.
Dakika 3 – “Filme benzemiş mi, bir baksana”
Ağzına kadar dolu Salon’a tam vaktinde ve alkışlarla giren
Nuri Bilge Ceylan, ya da NBC, kendisini sunan Esin Küçüktepepınar’ın yaklaşık 3
dakika süren kısa konuşmasının ardından ilk kez ağzını açtı ve “Geldiğiniz için
teşekkürler” dedi. “Söyleyecek hiç bir şeyim yokmuş gibi geliyor, sinema benim
için de bir muamma” diyerek sohbetin salonda oturanların sorularıyla
ilerlemesini tercih ettiğini söyledi. İlk soruyu, bir çok talip olsa da,
“oturduğu yerin avantajını” kullanan Küçüktepepınar sordu ve ders tam anlamıyla
başlamış oldu. NBC “Film çekmek de, seyretmek de bir anlamda aynı şey benim
için, kendim ve insanoğlu hakkında bir şeyler öğreniyorum her ikisinde de”
diyerek konuya girdi ve kendi sinemasında “hayatın bilinmeyen taraflarında,
muğlak kalan yanlarında dolaşmaya çalıştığını” söyledi. “Kendimde zayıf
bulduğum şeyler üzerine filmler yapmaya çalışıyorum” dedi.
Bir soru üzerine “Filmlerimi hep korkuyla yaptım. Özellikle
de ilk filmlerimi. Hele Uzak, kime anlatacak olsam herkes nasıl olacak diye
soruyordu.” diyen NBC ilk dönem filmlerinde çektiği zorluklardan dem vurdu.
“Uzak zaten çok otobiyografik bir hikaye. Hayatla organik bağ kurmakta
zorlanıyordum ve bu durumu filmi yapılmaya değer bir şey olarak görüyordum. Ama
nasıl yapılacağını da bilmiyordum. Sahneler kuruyordum, zaten o evde yaşıyordum, fotoğraflar
çekiyordum, anektodlar yazıyordum. Bir de 35 mm. çektiğim için fazla deneme
yapamıyordum. Kurgu bittiğinde bile emin olamıyordum, filme benzeyip
benzemediğini anlayamıyordum. Eşimle yemeğe gidiyorduk örneğin ve ben sofrada
Ebru’ya ‘Şu filme gidip bir baksana, sence filme benzemiş mi?’ diye
soruyordum”.
Dakika 15 – “Cannes’da endüstriyi öğrendim”
İlk filmlerinde yalnız çalıştığını, sinema camiasından uzak
yaşadığını, destek almadığını ve topu topu 4-5 kişilik ekiplerle film çektiğini
söyleyen NBC, konu filmlerinin yurtdışı satışına geldiğinde Cannes’da yaşadığı
deneyimleri anlatıyor: “Cannes’da yarışırken satış çok da zor değil aslında”
diyor. “Bu tarz filmleri alan, dağıtan da çok değil zaten. Bir süre sonra
hepsini tanıyorsunuz. İlk filmlerimi hep kendim sattım ve bu sayede endüstrinin
işleyişi hakkında çok şey öğrendim.”
Dakika 17 – “Happy and not happy”
En ön sırada oturan kızıl saçlı bir kadın ayağa kalkıyor ve
bir yandan elindeki i-phone ile çekim yapmaya çalışarak kırık dökük bir
ingilizceyle konuşuyor. İtalyan televizyonu için çekim yaptığını söyleyen kızıl
saçlı kadının ricasıyla ingilizce konuşan NBC aldığı ödüllerle ilgili ne
hissettiği sorusuna “Happy and not happy at the same time” diye cevap veriyor.
Dakika 20 – “Hayat dediğimiz şey...”
Bu sefer sıra Tunuslu bir gazetecide. Onun da bir hayli
aksanlı bir ingilizcesi var ama en azından yanıtı ingilizce istemiyor ve NBC’yi
Antonioni ile benzeştirenlere ( filmlerindeki sessizlik olgusunu örnekliyor )
ne diyeceğini soruyor. İkinci bir sorusu daha var: “Entelektüel ve filozofça
film çekiyorsunuz, anlaşılmamaktan korkmuyor musunuz?”
Önce ikinci soruyla başlıyor Ceylan: “Bir yönetmen seyirciyi
hesaplayarak film çekmez, çünkü seyirci zaten homojen bir topluluk değildir.
Sinemacı en az kendisi kadar zeki biri için çekmelidir filmini. Ben çok fazla
akla hitap eden filmler yapmıyorum. Bence seyirci gerçeğin sadece bir yanıyla
yetinmeyi bilmeli. Flu bölge bırakmayan bir sinemaya fazla alıştıklarını
düşünüyorum. Oysa sinema derinleşebilmek için izleyicinin hayalgücüne ihtiyaç
duyar. Romanda bu daha kolay, okur okuduklarını zihninde canlandırmak zorunda
çünkü. Sinemada öyle değil. Bence biraz muğlaklık kesinlikle şart. Hayat
dediğimiz şey en yakınımızın, en yakın arkadaşımızın, karımızın bile tam olarak
ne düşündüğünden emin olamadığımız bir muğlaklıkta geçiyor aslında. En gerçek,
en tehlikeli, en gizli duygularımızı hep sürekli saklamak zorundayız çünkü.
Gerçeği tahmin etmek zorundayız. Bence sinemada da böyle olmalı. Ben sinemamda
bir çeşit muğlaklığa çok önem veriyorum. Ama tabii bu tamamen keyfi bir
muğlaklık olmamalı. Yönetmenin kafasında her şeyin cevabı çok net bir şekilde
olmalı muhakkak. Yoksa oyuncuyu yönetmeniz bile mümkün değil, cevabını
bilmiyorsanız.”
İlk soruyu hatırlayamıyor NBC ve yanındaki
Küçüktepepınar’dan yardım alıyor. Antonioni meselesi. “Onu ben bilemem tabii”
diye söze başlıyor. “Antonioni benim çok sevdiğim yönetmen. Her dönemini
sevmesem de. Blow Up’ı sevmem örneğin. Ama Macera’yı, Eclipse’i Çığlık’ı ve
Gece’yi severim. Orta dönemidir benim sevdiğim. Yolcu’yu mesela tekrar
izlediğimde hiç sevmedim ve eskiden nasıl beğendiğime şaşırdım. Ama orta dönemi
çok önemlidir bence. Çığır açmıştır o zamanın sinemasında. Hayatın bakir bir
alanına, sinema için söylüyorum tabii, sinemanın pek dokunmadığı bir alanına
girmeyi başarmıştır. Zamanına göre çok cesur filmlerdir. Macera sanıyorum,
Cannes Film Festivali’nde gösterildiğinde ıslıklanmış. Çehov’un Martı’sının ilk
gösteriminde olduğu gibi. Fakat yine de o festivaldeki yönetmenler aralarında
imza toplayıp o filmin bir başyapıt olduğunu söylemişler. Ama sanat tarihi
böyle şeylerle doludur. Bir sanatçı dünyanın yeni bir görünüşünü dünyaya
sunduğu zaman önce yabancı gelmesi doğaldır. Hatta Çehov’un Martı’sında
insanlar kahkahalarla gülüyorlarmış. Fakat daha sonra Stanislavski sahneye
koyduğunda değeri anlaşılmış. Büyük sanatçıların kaderi genellikle böyledir
aslında”.
Dakika 27 – “Çehov’un öykülerini daha çok severim”
Esin Küçüktepepınar hemen araya giriyor ve çok sevdiğini
herkesin bildiği Çehov üzerine başka ne söylemek isteyeceğini soruyor.
“Oyunlarından çok hikayelerini önemli buluyorum” diyor Ceylan ve bir süre önce
Moskova’ya gittiğinde Çehov’un oturduğu evi de ziyaret ettiğini söylüyor.
“Öyküleri bana insanüstü geliyor. Anlatılması çok zor şeyleri büyük bir
kolaylıkla anlatıyor. İlk dönem hikayelerinden ‘Avcı’yı Tolstoy okumuş ve çok
beğenmiş mesela ve ‘Siz çok büyük bir yazar olacaksınız’ demiş Çehov’a. Çehov
gerçekten de bakışımızı zenginleştiren bir yazar.”
Dakika 30 – “Sabaha kadar konuşabilirim bu konuyu”
Bir başka soru üzerine söz oyuncu yönetimine geliyor.
“Oyuncu yönetimi en büyük sır benim için. Atmadığımız takla kalmıyor” diyen NBC
salondan toplu bir kahkaha alıyor. “Her oyuncu için farklı bir yöntem
gerekiyor. Yani şöyle yaparım, oyunumu alırım gibi bir şey, keşke olsaydı.
Benim için hala muammadır yani. Onun için yönetmenlerle bir araya geldiğimizde,
sorarız ‘sen nasıl yapıyorsun’ diye. Ön çalışma bende işe yaramıyor mesela.
Toplanıyoruz masa başına, her şey çok yapay geliyor. Neyse sette yaparız diye
vazgeçiyorum sonra. Setin atmosferine girmeden, yalancı bir şey varmış gibi
geliyor bana. Filmden soğuyorum, yani o masada başında repliğini söylemeye
çalışan aktörü görünce ‘ya bu iş olmayacak galiba’ diyorum genellikle.” diyor
NBC ve amatör oyunculardan profesyonellere neden geçtiğini anlatıyor.
“Amatörler çok nazlı oluyorlar. Tam tersi sanırdım ama öyle değilmiş.
Amatörlerde tutku olmuyor. Oysa profesyonel oyuncuya 50 tekrar yaptırıyorsun
gık demiyorlar. Çok sevdiği için oyunculuğu. Hayran kalıyorum bu sevgilerine”
diyen NBC son noktayı koyuyor: “Sabaha kadar konuşabilirm bu konuyu”.
Dakika 35 – “Teknik adam terörü diye bir şey vardır”
Bir sinema öğrencisi alıyor mikrofonu ve uzun bir konuşma
yapıyor. Film çekerken kimseye güvenemediğini, herşeyi kendisinin yapmaya
yeltendiğini, hatta erkek rolünü bile kendi oynamak istediğini, başkalarıyla
çalışmaya alışamadığını anlatıyor.
“Alışırsınız, alışırsınız” diyor NBC ve herkes kahkahayı
basıyor.
“Bende de vardı bu tip obsesif şeyler. Kamera başkasına
nasıl bırakılır derdim. ‘İklimler’de oynadığım için mecburen başkasına bıraktım
kamerayı. Gökhan’la ( Tiryaki ) çalıştım ve tabii ki ona güvenmiyordum. Ama
sonra çektiği şeylere baktım ve ‘Ulan iyiymiş, ben bu açıyı düşünmemiştim’
dedim bir iki kere. Sonra güvenmeye başladım. Gökhan olunca bu sefer oyuncuya
daha dikkat eder oldum. Bence yönetmenin her konuda fikri olmalı ve birlikte
çalıştığı insanları hizmetine koşmayı bilmeli. Set bir iktidar alanıdır. Bilmek
zorundasın, teknik adam terörü diye bir şey vardır mesela. Sen bir teknik adama
bir soru sor, senin anlayamayacağın bir şekilde cevap vermek ister. Ben özellikle
sesçilerle çok yaşadım bunu. Ama ben de gece girip internete çalışırım, ertesi
gün de sette kafasına çakarım. ‘Bak o öyle değilmiş, neden o mikrofonu değil de
bunu kullandın’ diye sorarım. Ama bu çatışma da doğal aslında. Teknik adam
standartların peşindedir, yönetmen ise standartların dışına çıkmak ister.”
Dakika 45 – “Sezgilerimle çalışırım”
“Sinemanıza rehberlik eden bir felsefeniz var mı?” sorusuna
çok net bir “Hayır” yanıtı veriyor Ceylan. “Sezgilerimle çalışırım. Belli bir
felsefeyle olmaz bu. İdeolojik bakmanın karşısındayım. Çıplak, sıfır
noktasında, ön koşullandırma olmadan değerlendirmeden yanayım. Ve yeniden
değerlendirmeden. Çünkü mesela ikinci izleyişte değişebilir fikrim. Film
çekerken de böyle. İdeolojiyle yola çıkarsanız film çekmiş olmazsınız, film
çekme görevini yerine getirmiş olursunuz.”
Dakika 50 – “Doğal bir sahneydi, çünkü doğal”
Kiarostami’nin ‘amatör oyuncularla çalışırken yönetmen de
amatör olmalı’ şiarından hareketle çalıştığını hatırlatan bir genç kendisini de
böyle mi çalıştığını soruyor. NBC bu soru üzerine ilk filmlerinde, özellikle
babasıyla nasıl çalıştığını anlatıyor.
“Babam ezber yapamadığı iççin bazen gizli çekim yapardım.
Evde bir köşeye kamerayı koyardım ve uzaktan kumandayla çekerdim, o anlamadan.
Ama bunun gibi 5 – 6 sahne vardır en fazla. Bir taksici sahnesi vardı
mesela...” (Tam bu noktada soruyu soran genç araya giriyor ve “Çok doğal bir
sahneydi” diyor.) “Doğal bir sahneydi çünkü doğal” diyen NBC salondan yine
kahkaha alıyor. “O sahnede babama söyledim, taksiciye söylemedim. İlk çekimi
öyle yaptık. Babam gitti adama ‘Kadastrocuları gördün mü’ diye sordu, adam da
başladı ‘Evet işte şuradan geldiler, şöyle gittiler’ diye. Yalan söylüyor
düpedüz. Ama güzel oldu. Bir yandan da 35 çekiyoruz, endişe içindeyim, kutusu
200 dolar. Korku içindeyim yani, ama o ilk çekim en iyisi oldu. Adama
söyledikten sonra çektiklerimiz iyi olmadı.”
Dakika 53 – “Gerçeği arayış herşeyden önemli”
Sanatçı sorumluluğuna dair bir soruya “Sorumluluk meselesini
abartmamalı, yoksa siyaseten doğruculuğa götürür insanı” diyerek cevap veriyor
Ceylan. “Sanatçı için özgürlük, gerçeği arayış herşeyden daha önemlidir” diye
de ekliyor.
Bir diğer soru üzerine de form ve içerik konusuna giriyor:
“Form benim için çok öenmli tabii. İçeriği de direkt etkiliyor. Ama ben film
çekerken bunları çok düşünmem. Başkalarının meslelsi bunları analiz etmek. Ama
form önemli, hatta içerikten daha önemli diyebilirim.”
Dakika 57 – “Sinemaskopu seviyorum”
Ön sıralarda oturan Erdoğan abiye veriyor sözü NBC. Yukarıda
oturduğum için kim olduğunu çıkaramadığım Erdoğan bey “Neden sinemaskop
çekiyorsun? Bu formatı en iyi kullanan bence Visconti’dir, sen de onun kadar
iyisin ama çok da zor ve zahmetli.” Diyerek topu NBC’ye atıyor.
“35 mm. çektiğim yıllarda sinemaskop çok pahalıydı. Ama
dijitalle birlikte kolaylaştı, ucuzladı. Dijitalde tam olmuyor belki ama,
perspektifi farklı çünkü, ona yakın bir etkşi oluyor. Seviyorum sinemaskopu.
Sinemaya daha uygun buluyorum, portrelerde bile” diyor NBC ve Erdoğan beyin
ikinci sorusu olan kurguya geçiyor.
“Her sinemacı için ayrı anlam taşır kurgu. Bela Tarr için
hiç önemi yok mesela. 2,5 saatte bitiriyormuş kurguyu, zaten 15 plan çektiği
için. Ozu’da da çok önemli değildi mesela, çünkü o da aynen yazdığı gibi
çekerdi, hiç değiştirmeden. Kurguyu da başkasına emanet edebilirdi bu yüzden.
Benim içinse önemli. Çünkü ben senaryo aşamasından itibaren bir arayışa
giriyorum. Sette de devam eder bu arayışım. Ama sette de süratli olmak lazım. O
yüzden emin olabileceğiniz tek yer kurgu maması. Ama orada da iş işten geçmiş
olduğu için kurguya alternatifli girmeyi severim. Alternatifli çekmek başka
türlü de iyi geliyor. Bazen hiç aklınıza gelmeyen bir etki alabiliyorsunuz.
Sette çekerken bzaen bir kuşku düşer içime çektiğim şeyin tam tersini çekerim.
Üzüntülüyken örneğin bir de sırıtan versiyonunu çekerim oyuncunu ve inanılmaz
bir sonuç elde edebilirim. Oyuncuları da maymun ederim böyle”.
Kurgudan oyunculuğa geçince yine profesyonel oyuncularla
çalışma deneyimlerini anlatıyor ve özellikle Taner Birsel’e ne kadar hayran
olduğundan dem vuruyor. “Ne kadar çok tekrar yaparsak o kadar zevki artıyordu”
diyor Birsel için.
Dakika 65 – “Elma insanlığın metaforu oldu”
Arkalardan bir genç Bir Zamanlar Anadolu’da filminin çok
konuşulan elma sahnesini nasıl çektiğini soruyor. Hemen araya girip bu sahneyi
kısaca anlatmam gerekirse, gecenin bir vakti dalından düşüp bayır aşağı
yuvarlanan bir elmayı takip eder kamera. Elma bir dereye kadar yuvarlanır ve
oradaki taşların arasına sıkışıp kalır. Söz yeniden NBC’de.
“Senaryoda yoktu o sahne. Dizi çalışmaları için oyuncuları
haftada 2 gün yolladığımızda çok boş vaktim oluyordu. Ben de mekanlarda
geziniyor, nasıl çekeriz diye sahneleri gözden geçiriyordum. Bie gün dolaşırken
bir elma düştü gerçekten, dereye gitti falan. O zaman aklıma geldi. Sonra elma
bütün filmin, hatta insanlığın metaforu oldu benim için. Sonra çekimler
sırasında o elmanın kurtulduğu anı da çektim. Elma kurtulup uzaklaşıyordu ama
sonra kestim o kısmını.”
Dakika 70 – “Önümüzdeki kış setteyim”
Balkondan söz alan yabancı bir gazeteci bir sonraki filmi
hakkında bilgi istiyor ama alamıyor. Gizli kalmasını istediğini söyleyen NBC
sadece önümüzdeki kış başlamayı planladığı bilgisini veriyor.
Dakika 72 – “Kısa metrajı sevmiyorum”
Kısa metraj filmler hakkındaki fikirleri sorulduğunda önce
“Ne desem acaba?” diyor NBC. “Gerçeği mi söyleyeyim, siyaseten doğrucu mu
davranayım? Gerçeği söyleyeyim, kısa metrajı çok sevmiyorum. Belki de beni çok
etkileyen kısa metrajlı film görmediğim içindir. Ama bence uzun filmler
izleyiciyi yaratılan atmosferin içine daha güçlü bir şekilde çekiyor. Ben uzun
filmin de uzununu severim mesela. Hatta biraz sıkılmayı da severim.”
Dakika 78 – “Benden sonra Cannes’da kurallar değişti”
Bir soru üzerine Cannes’da Uzak ile aldığı ödüllerden
bahsediyor. “Cannes’da hem Grand Prix hem de oyuncu ödüllerini alınca festival
yönetimi kuralları değiştirdi. Artık Altın Palmiye, Grand Prix ve En İyi
Yönetmen ödüllerinden birini alan bir film başka ödül alamıyor. Ben jürilik
yapınca öğrendim bu durumu. O yıl biz Peygamber’in oyuncusu Tahar Rahim’e
vermek istedik ödülü ama olmadı, film Grand Prix almıştı çünkü. Herkes de
soruyordu niye ona vermediniz diye. İşte bu yüzden.”
Dakika 80 – “Taşrayı iyi bilirim”
Taşra meselesine geliyor laf. “Taşrayı iyi bilirim. 2
yaşında gittim, 4. Sınıfı bitirene kadar da kaldım. Yazları da gidiyordum
sonra, hatta 16 yaşımda aşık oldum orada. Neden taşrada geçen filmler çektim
derseniz, ilk filmlerimde iyi bildiğim şeyleri anlatmak istediğim için. Yoksa
şehir de ilgimi çekiyor. Ben her yerde film çekerim aslında, bir tek
yurtdışında çekmem. Neden, çünkü çekeceğiniz şeyin detaylarını, nüanslarını çok
iyi bilmelisiniz. Yurtdışında bu benim çin imkansız.”
Dakika 85 – “Set Las Vegas gibiydi”
Bir soru üzerine gitigide kalabalıklaşan film ekiplerinden
bahsediyor Ceylan. “Bu beni de endişelendiriyor. İlk zamanlar 5 – 6 kişilik
ekiplerle çalışırken son filmlerimde çok kalabalık setle olmaya başladı.
Senaryoları mı daha cesur yazıyorum acaba? Bütçe artınca mı böyle oluyor? Eskiden
olsa BZA’daki arabalardan birini azaltırdım örneğin. Tabii gece çekmek de çok
insana muthaç etti bizi. Bir bakıyordum sete Las Vegas gibi kuruluyorduk
gecenin ortasında. Tırlar, karavanlar, arabalar. Ucuz da değil tabii. Düşünsene
o kadar kişiye sırf yemek ısmarlasan?” Salon’dan bir kahkaha tufanı daha.
Dakika 88 – “İyi filmin kriteri olmaz”
Son soru geliyor: “Sizin için iyi film ne demek ve
filmleriniz arasında en az sevdiğiniz hangisi?” NBC her iki soruyu da yanıtsız
bırakıyor ve “Bilmiyorum zaten” diyor. “İyi filmin bir fomülü, kriteri olmaz
bence.”
Kalabalıktan yükselen sağlam bir alkışla sona eriyor ders ve
90 dakikanın sonunda kendimizi güneşli bir akşamüstüne atıyoruz, Haliç’e karşı.
Kimi sigarasını yakıyor, kimi birlikte geldiği arkadaşıyla sohbete dalmış,
kimiyse hızlı adımlarla metroya yürüyor. Bu sonuncusu benim işte. Elmayı
düşünüyorum bir yandan da.
Süper, teşekkürler..
YanıtlaSil