23.02.2012

Oscar öncesi birkaç söz



Oscar ödüllerinin dağıtılmasına 3-4 gün kaldı topu topu. her yıl, Oscar'ı yayınlayan kanlalla da olan bağım sebebiyle, haftalarım Oscar'la içli dışlı geçiyor. Bu arada hemen bir not, ntvmsnbc.com için hazırladığımız Oscar arı kovanına ( aramızda böyle diyoruz ) bir göz atmanızı tavsiye ederim. Dönelim konumuza. Bu yıl 9 filmin En İyi Film ödülü için arıştığı Oscar ödülleri beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Üstelik daha ödüller dağıtılmadan kurabiliyorum bu cümleyi, artık varın siz hesap edin hayal kırıklığımın büyüklüğünü. Gerçi diyeceksiniz ki "ne bekliyordun?". Haklısınız, Oscar'dan bir şey beklemek salaklık, yine de koca Hollywood'da sizinle yakın bir sinema anlayışına sahip yeterli insan olmadığını görmek insana gelecek için karanlık bir projeksiyon sunuyor, ki sinema söz konusu olduğunda karanlık bir projeksiyondan kötüsü yoktur.


İzleyebildiğim kadarıyla bu yılın adayları arasında ( Hugo ve Extremely Loud hariç tüm filmleri izledim diyebilirim ) beni fena halde heyecanlandıran bir film yok. The Artist fena değil, sürükleyici, sempatik, duygusal vesaire, ama son tahlilde o kadar da zihninizde yer edecek bir film değil. Üstelik biraz düşününce son derece uzlaşmacı bir söylemi var. Hollywood'un ilk yıllarına yazılmış bir aşk mektubu sözde ama tipik bir happy ending'le bittiğinde de "ne yüzeysel bir aşkmış birader" diyorsunuz. Sinema tarihi teknolojik yeniliklerle kapanan devirlerin tarihidir bir anlamda da. Ya bu yeniliklere ayak uydurursunuz, ya da yok olur gidersiniz. Aşk için ölmek belki gereksiz bir romantizmdir bilemem, ama böylesi bir aşk mektubu olarak aklıma Boogie Nights geliyor ki ( pornoyu sanata çevirmek isteyen bir grup sinemacının hikayesidir hatırlarsanız ) çok daha etkileyici ve dürüst bir filmdir bana sorarsanız.


Bir diğer iddialı film olan The Descendants'a gelelim. George Clooney tahminimden iyi bir oyunculuk sergilemiş, hakkını teslim edelim, ama Alexander payne'in yıllardır bir sinema dahisi olarak lanse edilmesine fena halde bozuluyorum doğrusu. Sideways'i de izledim, About Schmidt'i de ve hatta bu ikisinden daha çok sevdiğim Election'ı da. Kötü filmler değiller elbette, her birinin övülesi meziyetleri var, doğrudur. Yine de Payne'in yaratıcı bir sinemacı olarak ortalama bir yönetmen olduğunda ısrar ediyorum. Tam da Akademi'nin ortalama zevkine uygun bir yönetmen. The Descendants'ın uyarlandığı romanı okumadım ( ve çok iyi bir okur olmasam da dünyada çıkan kitapları falan takip ederim ve filmi çekilene kadar romanı da duymamıştım açıkçası ) ama Clonney'nin canlandırdığı baş karakterin geçirdiği değişimin izleyici için pek bir şey ifade etmediğini, son derece beklendik bir çizgide seyrettiğini söyleyebilirim. Her şey beklenmedik olacak diye bir kural yok elbette ama eğer senaryo bu kadar düz ve beklendik bir şekilde akıyorsa en azından sinemasal anlatımınızda bir ustalık olmalı ki o filmi izlediğinize değsin. Ben göremedim şahsen.


Tek tek tüm filmleri yazmak niyetinde değilim, ama kısaca Terrence Malick'in eski filmlerini ( Badlands ve Thin Red Line gibi ) The Tree of Life'tan çok daha fazla sevdiğimi; Moneyball'un, The Help'in ve Midnight in Paris'in iyi ama yeteri kadar iyi olmadıklarını, War Horse'un ise neredeyse sıkıcı denebilecek kadar sıradan olduğunu söyleyebilirim. Oysa örneğin bir A Separation ( Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü favorisi ama En İyi Film de olabilirdi pekala ) bir Margin Call, bir Shame, hatta bir Ides of March ve hatta hatta bir The Debt neden bu adaylar arasında yok, anlayamıyorum. Daha doğrusu çok iyi anlıyorum da, kabullenmek istemiyorum diyelim. Her zamanki gibi belgesel filmler ve yabancı filmler çok daha sağlam, çok daha yenilikçi, çok daha etkileyici.


1 yorum: