Hunter S. Thompson'ın otobiyografik özellikler taşıyan romanından sinemaya uyarlanan The Rum Diary ( vizyona nedense Tutku Günlükleri olarak girdi ) kağıt üzerinde çok şeyler vaat eden bir film aslında. Bir kere Hunter S. Thompson 20. yüzyılın en etkili seslerinden biri. Literatüre "gonzo" gazetecilik olarak geçen muhabirlik tarzını yaratan Thompson bir yandan da post-beat yazarların önde gelen isimlerinden. Onun Rolling Stone, Scanlan Monthly gibi dergilerle, çeşitli günlük gazeteler için yazdığı yazılar has edebiyat değeri taşıyor. İlk gençlik yıllarında yazdığı ve uzun yıllar kayıp sayılan romanı The Rum Diary ise 1998'de basıldı. Porto Riko'nun başkenti San Juan'da basılan küçük bir gazetede çalışmak üzere San Juan'a gelen Paul Kemp adlı Amerikalı bir gazetecinin başından geçenleri anlatan romanın filmini ise yine ilginç bir karakter olan Bruce Robinson çekti. Robinson 1980'li yıllarda İngiliz sinemasının en kült olmuş filmlerinden biri olan Withnail & I'a imza atmıştı. Richard E. Grant ve Paul McGann'in başrollerini paylaştığı Withnail & I işleri güçleri ot içip kafayı bulmak olan iki işsiz aktörün maceralarını anlatıyordu. Dediğim gibi, kağıt üzerinde harika bir buluşma gibi duruyor Robinson ve Thompson. Gerçi Robinson'ın kariyerinde topu topu 4 film çektiğini ve en sonuncusunun da 1992 tarihli Jennifer 8 olduğunu düşünürsek aklımızda bazı soru işaretlerinin, tedirgin şüphelerin doğması normal ama yine de... Filmi kağıt üstünde sağlam bir iş gibi gösteren üçüncü isimse elbette Thompson'ın yakın arkadaşı, Hollywood'un en garanti gişe yıldızlarından Johnny Depp. Daha önce de Hunter S. Thompson'ı canlandıran ( Fear and Loathing in Las Vegas'ı hatırlayınız ) Depp'in bir kez daha Thompson karakterine büründüğünü duyunca güzel bir film izleyeceğime dair inancım bir kere daha tazelenmişti doğrusu. Ama öyle olmadı ne yazık ki.
Filmi izlediğimde aklıma gelen ilk cümle "Hunter S. Thompson'a haksızlık etmişler" oldu. Kitabı da çok uzak olmayan bir geçmişte okuduğum için bu düşüncemde haklı olduğuma inanıyorum. Herşeyden önce filmde Thompson'ı sesi alabildiğine kısık çıkıyor. Yazıda müthiş bir etki yaratan Thompson tarzı filme neredeyse hiç aktarılamamış. Elbette bu noktada Bruce Robinson'ı sorumlu tutuyorum. Robinson ne yazık ki yıllar önce Terry Gilliam'ın yaptığını yapamamış ( onunki çok iyi bir çözümdü bana sorarsanız ) ve Thompson'ın hikayesini sıradan bir anlatıya çevirmiş. Ondan beklenen herhalde yeni nesil için bir Withnail & I çekmesiydi ama anlaşılan Robinson o sihri kaybetmiş çoktandır. Aslına bakarsanız Johnny Depp'in de ne kadar doğru bir tercih olduğunu tartışmak lazım. Bence değil çünkü. Fiziki benzerlikten söz etmiyorum ( ki benzemiyorlar ama önemi yok ) burada, daha çok karakterin ruhunu anlayıp yeniden yaratabilmek konusunda benim tereddütlerim. Johnny Depp çok sevdiği ve ahbaplık da ettiği Thompson'ı tanıyor elbette ama oyunculuk yeteneklerinin hala kısıtlı olduğunu ve böylesi karakterlerden ziyade Tim Burton'ın daha plastik tiplerini ( ya da Kaptan Jack Sparrow gibi karikatürün sınırlarında gezinen tipleri ) canlandırmada daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Oysa Thompson böyle bir karakter değil ve bu şekilde oynayarak onu yeterince güçlü bir şekilde var edemezsiniz. Yeri gelmişken söyleyeyim, Johnny Depp'in oyunculuğunun dramatik aktörlük anlamında geldiği en iyi nokta Public Enemies filmidir ve burada da Michael Mann'a hakkını teslim etmek gerekir. konumuza geri dönecek olursak, Thompson dışında ( ne de olsa o yıllar önce romanı yazıp aramızdan ayrıldı ) avantaj olarak adını saydığım kişilerin hiçbiri beklenen etkiyi yaratamadığı için zayıf, sıradan, ruhsuz bir film çıkmış ortaya. Çok Hollywood, çok cilalı, çok da yanlış bir yol. Thompson adına söylüyorum elbette. ** 1/2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder