Madem öyle, ben de, izleyebildiğim kadarıyla 2011'in en iyi 10 filmini sıralayayım. Bakalım sizin seçimlerinizle denk düşecek mi?
1. Bir Zamanlar Anadolu'da - Nuri Bilge Ceylan ( 151.930 )
2. Bir Ayrılık - Ashgar Farhadi ( 7218 )
3. Incendies - Denis Villeneuve ( 4201 )
4. Winter's Bone - Debra Granik ( 8387 )
5. Monsters - Gareth Edwards ( 20.792 )
6. Never Let Me Go - Mark Romanek ( 39.850 )
7. Margin Call - J.C. Chandor ( 14.410 )
8. In A Better World - Susanne Bier ( 8731 )
9. Des Hommes et Des Dieux - Xavier Beauvois ( 2636 )
10. Neds - Peter Mullan ( 1562 )
İlk kez Cannes Film Festivali'ndeki basın gösteriminde izlediğim Bir Zamanlar Anadolu'da uzun süresine ve büyük bölümünün karanlık içinde geçmesine rağmen bir an bile gözlerimi perdeden alamadığım bir filmdi. Filmi ikinci kez İstanbul'da, bir hayli kötü sayılabilecek bir projeksiyonla izlediğimde de aynı şey oldu ve ben yine pür dikkat, ilk izlemede kaçırdığım bazı detaylara şaşarak tam 153 dakikalık bir mutluluk yaşadım. Bir Zamanlar Anadolu'yu bir "suç" filmi olarak izlediğimde bana Antonioni'yi anımsattı doğrusu. Nuri Bilge Ceylan'ın da tıpkı Antonioni gibi sessizliği çok güzel değerlendirdiğini düşünüyorum. Antonioni'nin yabancılaşma olgusunu daha varoluşsal bir düzlemde işlediği noktada Ceylan'ın karakterlerinin taşrada hissettiği kaybolmuşluk duygusunun benzerini görmemek mümkün değil.
Aslına bakarsanız benzeri bir temayı Monsters adlı filmde de buluyorum. Bir uzaylı istilası filmi aslında Monsters film boyunca bir tehdit unsuru olarak aktarılan uzaylı yaratıklardan birini bile görmüyorsunuz. 2009 tarihli District 9'ı da anımsatan film alabildiğine sembolik okumalara açık bir öyküye sahip. Bir yanıyla tipik bir yol filmi, bir yanıyla da varoluşsal bir kaçış hikayesi. İnsanın yalnızlığına vurgu yapan sessiz planlar, yalnızlığın da ötesinde gitgide anlamsızlaşan bir varoluşun küçülttüğü insanı anlatan görüntüler filmden aklımda en çok kalanlar oldu.
Yılın en iyi filmlerinden biri de İranlı sinemacı Ashgar Farhadi'nin son derece evrensel bir hikaye anlatan Bir Ayrılık adlı filmi. Yılın en bol diyaloglu filmlerinden biri olan Bir Ayrılık başrolündeki oyuncuların müthiş performanslarıyla doruğa çıkıyor. Ahlaki ikilemleri ele alışındaki ustalığı ve Rashomon'u akla getiren çok taraflı anlatımıyla izleyicinin aklını fena halde kurcalayan bir film çıkarmış ortaya Farhadi. İzleyiciyi fazla zorlamadan taraflardan birinin yanına koyan ama sonra hızla karşı tarafa çeken film bu gelgitler sayesinde adaletin de ne kadar ellerimizden kayıp giden bir şey olabileceğini gösterirken suç kavramını da yeniden gözden geçirmemizi sağlıyor. Suç nedir, suçlu kimdir, yalan ve gerçek arasındaki çizgi nerededir ve biz bu çizginin ne tarafında durursak kendimizle daha barışık yaşarız gibi sorular var aklımda filmden kalan.
Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve'ün yeni filmi Incendies ( İçimdeki Yangın adıyla oynadı bizde ) bende Yunan tragedyalarını andıran bir his bıraktı. Antigone geldi aklıma örneğin, babasının cansız bedenini gömebilmek için çırpınan. Ya da Oedipus, babasını öldürüp, annesiyle sevişen. Gerçekten de annelerinin vasiyeti uyarınca kendi geçmişlerini araştıran ikiz kardeşlerin öyküsü ancak tragedyalarda görebildiğimiz büyük temalarla boğuşuyor. Bir tiyatro eserinden mükemmel bir biçimde sinemaya aktarılan Incendies ilk karesinden son anlarına kadar izleyiciyi kendine bağlayan ve renkleri, müzikleri ( çoğunlukla Radiohead şarkılarıbkz. yukarıdaki sahne ), oyunculukları ve görsel ustalığıyla yılın en iyilerinden biri.
Bende tragedya hissi bırakan bir başka film de, gariptir, Margin Call oldu. Malum, tragedyalar, Tanrılara karşı savaşan ölümlülerin beyhude çabalarını anlatır sıklıkla. Margin Call'un ölümlüleri ise günümüzün Tanrısı kapitalist sistemle savaşıyor, ne yaptıklarını bile tam olarak anlamadan. Toplam 24 saatlik bir zaman diliminde geçen ve bu anlamda da tragedyaların zaman birliği kuralına uyan film yılın en iyi yazılmış, en iyi oynanmış filmlerinden. Kevin Spacey, Jeremy Irons ve Paul Bettany gibi isimlerin başını çektiği kadro gerçekten çok iyi.
Winter's Bone'un da fazla uzak sularda seyretmediğini söylemem lazım. Yine tek başına bir genç kız ve yine düşmanca bir çevrede ( karlarla kaplı doğadan daha da düşmancası kendi aile fertleri üstelik ) annesiyle kardeşlerinin ensiz kalmamaları için bulması gerektiği babası. Ölü ya da diri. Büyük bir ihtimalle de ölü. Babasının cesedini bile bulsa evlerinden atılmayacağını bildiği için akrabanın akrabayla evlendiği ve akrabanın akrabayı öldürdüğü Ozark topraklarında kabus gibi bir yolculuğa çıkıyor filmin baş karakteri genç kız. Yolculuk dediğime de bakmayın, resmen bir kasabadan diğerine, bir kapıdan ötekine savrulan bir arayış aslında sürdürdüğü. Bembeyaz bir coğrafyada karanlık mı karanlık bir atmosfer kurmayı beceren Debra Granik çok yakında en favori kadın yönetmenimiz halini alabilir.
Mark Romanek'in Japon asıllı İngiliz romancı Kazuo Ishiguro'nun romanından aktardığı Never Let Me Go ise bu yıl izlediğim filmler içinde yüreğimi en çok burkanıydı herhalde. Aşk, ölüm ve hayat üzerine nefis bir hikaye anlatan Never Let Me Go bir yandan da özellikle İngiltere'de fazlasıyla belirgin olan sınıf sisteminin de bir eleştirisini yapıyor geri planda. Carey Mulligan ve Andrew Garfield'ın harika oyunculuklarına çok sevmediğim Kiera Knightley'nin de eşlik etmesiyle şiir gibi bir filme dönüşüyor Never Let Me Go.
In A Better World yaşadığımız zamanlara dair ser cümleler kuran, bu sertliği de evrensel bir ölçekte geçerli kılan güçlü bir film. Daha iyi bir dünyada olsak her şey farklı olurdu muhakkak ama düşmanlığın, iktidar hırsının, şiddetin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz ve Susanne Bier'in de anlatmaya çalıştığı gibi iyi niyetli çabalar bir noktadan sonra geçerliliğini yitiriyor. Brecht olsa bundan nasıl bir hikaye çıkarırdı bilemiyorum ama Bier herkesin bir tahammül noktası olduğunu ve hiç birimizin aslında masum olmadığını anlatırken gerilim dozunu da bir hayli yüksek tutuyor.
Fransız sinemacı Xavier Beauvois Des Hommes et Des Dieux ile yılın en suskun ama en derinlikli filmlerinden birine imza atmış. Başrollerini Lambert Wilson ve efsane oyuncu Michael Lonsdale'in paylaştığı film Cezayir'de iç savaşın başlamasıyla hayatları tehlikeye düeşn bir grup misyoner din adamının ülkeyi terk edip etmeme ikilemine tanık ediyor izleyiciyi. Kimi değerleri hayatlarının önüne koyan ve içinde yaşadıkları köyü, birlikte yaşadıkları köylüleri terk etmemeye karar veren din adamlarının gerçeklere dayanan hikayesi etkileyici gerçekten de. Beauvois'nın kolaycılığa prim vermeyen anlatımı ( izleyiciyi tavlamak için şiddetin dozunu çok daha artırabilirdi pekala ) ve küçük manastırda sıkışmış hayatlarına rağmen yaptıkları her oylamada kalmaya karar veren rahipleri canlandıran oyuncular çok başarılı bence.
Oyunculuğuna ayrıca hayran olduğum Peter Mullan çok iyi bir yönetmen olma yolunda ilerliyor. Hatta olmuş bile bence. Neds tüm temiz kalpliliğine rağmen yaşadığı çevrenin üzerindeki etkilerinden kurtulamayan bir gencin çalışkan ve efendi bir öğrenciyken nasıl tüm mahallenin korkulu rüyası bir serseriye dönüştüğünü anlatıyor. Şiddetle içiçe yaşanan bir banliyöde oturan ve serseri abisinin yolundan giden John McGill rolünde Conor McCarron çok başarılı gerçekten de. Neds insanın seçim yapma şansı olup olmadığına, bir anlamda iradenin ne kadar bağımsız kalabildiğine dair zorlu saptamaları olan bir film.
Son olarak, filmlerin yanındaki sayıları merak ediyorsanız, onlar o filmlerin Türkiye'de topladığı izleyici sayıları. Acıklı değil mi sizce de?
1
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder